Laf lafı açınca iyi dostum Oğuz’dan ilginç bir hukuk hikâyesi dinledim geçen hafta.
Hikâye çok dindar, çok muhafazakâr, çok sağcı, İlim Yayma Cemiyeti ve benzer kurumların üyesi, benim tanımadığım ve tanıma ihtimalim olmayan ve tanımak isteyeceğimden hiç emin olmadığım bir adamın başından geçmiş. Bu özelliklerine ek olarak ve adeta bunları affettirmek istermişçesine müthiş dürüst bir adammış.
Haydi saklamayayım, Oğuz’un bir akrabasıymış, dolayısıyla Oğuz hikâyenin doğrudan şahidi. Tevatür değil yani!
Günlerden bir gün, yıllar önce, kira geliri elde etmek amacıyla adam satın alacak bir gayrimenkul ararken, haciz konulmuş bir binanın çok makul bir açılış fiyatıyla ihale yoluyla satılacağını öğrenmiş. Gitmiş pey vermiş. Benim anladığım şeyler değildir bunlar, süreç nasıl işlemişse işlemiş, sonunda bina çok ucuza adamın elinde kalmış.
Hemen arkasından, binanın eski sahibi ihaleye fesat karıştırıldığı iddiasıyla dava açmış. Mülkün sağcı ve dürüst yeni sahibi şaşkınlıkla görmüş ki mahkemede davacının iki şahidi var. İkisi de kalkmış ve kendilerine ihaleye katılıp düşük pey vermelerinin söylendiğini, bunun karşılığında şu kadar para aldıklarını söylemiş. İki tane yalancı şahit! Davalının avukatları şahitlerin yalancılığını kolayca kanıtlamış; davayı kazanacakları konusunda davalının da avukatların da hiç kuşkusu yokmuş.
Ve şaşırıp kalmışlar! Hakim davacıyı haklı bulmuş, ihaleyi iptal etmiş.
Oğuz’un akrabasına denilmiş ki, binanın sahibine açıktan şu kadar bir para verin, kabul etmeye hazır, binayı yine de çok ucuza almış olursunuz. İstememiş, “Ağlayanın malından gülene hayır gelmez” demiş, dönüp sırtını gitmiş.
Gitmiş ama hikâye burada bitmiyor!
Başarısız alıcı hayretler içinde kalmış, sizin de aklınıza gelen soruyu sormuş. Çünkü, demiş hakim, o fiyat olması gerektiğinin çok altındaydı, mülk sahibine bir haksızlık yapıldığı belliydi, ben o haksızlığın ne olduğunu bilemedim, anlayamadım, ama yalancı şahitlere inanmış gibi yaparak haksızlığı engelledim!
Bu hikâye İngiltere’de yaşayan tercüman arkadaşım Rahmi’nin anlattığı bir başka hikâyeyi hatırlattı bana.
İngilizce’ye tercüme etmesi için 1990’lı yıllarda bir belge geliyor Rahmi’nin önüne. Mahkeme tutanakları. Diyarbakır’ın bir köyünde yaşayan bir vatandaş Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aleyhine “Evimi yaktılar” iddiasıyla tazminat davası açmış.
Rahmi tercümeye başlamadan önce uzun uzun gülmüş. Bana hikâyeyi anlatırken, “Türk askerini Türk yargısına şikâyet ediyor, deliye bak!” demişti, “Evini yakmışlar, şimdi bir de kendisini yakarlar, Hanyayı Konya’yı görür.”
Ama tam da öyle olmamış.
Mahkeme önce Rahmi’nin beklediğini yapmış. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin elbette Diyarbakırlı köylünün evini yakmış olamayacağına, çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin böyle şeyler yapmadığına, yapmayacağına karar vermiş, evin PKK teröristleri tarafından yakılmış olması gerektiğini belirtmiş. Sonra…
Lütfen sıkı durun. Sonra, “Ancak,” demiş mahkeme, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevi vatandaşın canını, malını, mülkünü teröristlere karşı korumaktır. Bu görev ihmal edilmiş ve vatandaşın evinin teröristler tarafından yakılması engellenememiştir.” Bu nedenle mahkeme, vatandaşın talep ettiği miktarda değil ama onun yaklaşık dörtte üçü kadar bir tazminat ödenmesine karar vermiş!
Yani tam da iki yalancı şahide inanmış gibi yapıp doğru bulduğu kararı veren hakim gibi, burada da mahkeme şöyle bir şey demiş: “Tamam arkadaş, evini kimin yaktığını biz elbette anlıyoruz, salak değiliz, ama bunu açıkça ilan edemeyiz, sen de lütfen etmeyiver. Al şu parayı git, ne bizim başımızı belaya sok, ne kendi başını.”
Her iki durumda da mahkeme bir tür hukuksuzluk yaparak, bir tür yalan söyleyerek doğru bulduğu, daha adil ve “hukukî” bulduğu kararı vermiş.
Niye mi anlattım bu iki anekdotu?
Çünkü hukuk tamamen ortadan kalkınca şu anlattığım iki hakimin yaptığı hukuksuzluğu bile makul bulup mumla arar olduk.
Ve zaten bugün bir hakim böyle bir şey yapacak olsa ertesi gün Ardahan Umumî Helalar Müstahdemliği’ne atanır. Atanacağını bildiği için de zaten böyle bir şey yapmaz.