16 Nisan referandumu öncesinde yazdıklarımdan bu yana, siyaset üzerine yazmayı bırakmıştım. Bıkkınlık, isteksizlik sorunu; başka bir şey değil.
Bu Afrin harekâtıyla birlikte yükselen tartışma (da pek sayılmaz, zira neredeyse tek sesli bir coşma hali) ortamında bir sataşılmışlık duygusunu yaşıyorum. Hayır; düşüncelerimi kimseyle karşılıklı oturup konuştuğum için değil; okuyup dinlediklerim beni (ve benim gibi düşünenleri) değişik dozlarda ötekileştirdiği için.
Köpürte köpürte savaş güzellemeleri yapan; kendileri gibi düşünmeyen herkesi hain ve düşman gören neo-Pantürkistlere söyleyecek bir sözüm yok. Ayrıca onlar ne kadar coşsalar anlarım. Çünkü iktidar en çok onların ağzına yakışan kavramlarla meşrulaştırılmaya yatkın bir hamle yapmış bulunuyor.
Benim sözüm, ayrımcılığı reddeden, insan haklarına saygılı, özgürlüklerin savunucusu olduğundan kuşku duymadığım kimi seslere. Zira bu çevrelerden de savaşın haklı ve doğru bir karar olduğunu; tehdidin savuşturulması için başka bir seçeneğin bulunmadığını; savaşı yanlış bulanların romantik ve hattâ sorumsuz bir tutumu temsil ettiğini söyleyenler oldu.
Bu tür sıcak savaş ortamlarında tartışmanın; akla seslenen sorular sormanın ne kadar güç olduğunu bilmiyor değilim. Hele hak hukuk üzerine söz söylemenin iyiden iyiye imkânsız olduğunun çok farkındayım. Olağan durumlarda bile karşısındakini dinlemeye, farklı fikirlere tahammül göstermeye kapalı bir asabiyemiz var. O nedenle, anadilde eğitim veya kendi kaderini tayin gibi bazı hak kategorilerine hiç girmeyeceğim. Sadece bu savaşın, yani çözüm sürecinin bitmesinden sonra Türkiye’nin izlediği siyaset hattının, gerçekten realist ve milli çıkarlarımıza en uygun yol olup olmadığına ilişkin kimi sorular soracağım. Belki böylelikle, savaşı yanlış bulanların mı, yoksa savaşı haklı ve kaçınılmaz görenlerin mi daha romantik ve/ya daha sorumsuz olduğunu sorgulama fırsatımız olacak.
Yani mevcut politikalarla, aziz vatanımız ve onun üzerinde yaşayan bizlerin geleceği için gerçekten en iyi yoldan mı yürümekteyiz? Milli çıkarlarımıza başka bir perspektiften bakmak gerçekten çok mu ahmakça; çok mu romantik ve hattâ çok mu sorumsuz?
Afrin harekâtının bir tehdit algısına dayandığından kuşku yok. Sınırlarımızın hemen yanında PKK/PYD’nin yönettiği bir Kürt bölgesinin varlığı, sınırlarımızın içinde de bir egemenlik riski üretecek. Bu değerlendirmeye ben de katılıyorum.
Benim, cevabından savaş yanlıları kadar emin olmadığım soru şu: Kürt ulusallaşma sürecine PKK/PYD ile savaşarak engel olmaya çalışmanın mı, yoksa onları savaştan vazgeçirip Türkiye Cumhuriyeti devleti ile dost ve müttefik yapacak derecede taleplerini tatmin etmenin mi, daha büyük maddi ve manevi bedeli olacak?
Gördüğünüz gibi haktan hukuktan söz etmiyorum. O çok daha zor, çok daha olgunluk gerektiren bir tartışma. Ben hepimizin günlük hayatına yansıyabilecek basit bir öngörü sorusu soruyorum. Savaşarak mı, yoksa pazarlık ve müzakere yoluyla onları bir ölçüde tatmin edip bölgede yanımıza çekecek bir siyasetle mi daha faydalı sonuçlar elde ederiz? Bir ölçüde diyorum, çünkü maksimum tatmin de söz konusu olamaz. Onlar da terazinin bir kefesine kısmî edinimleri, diğer kefesine savaşa devamın bedelini koymak; yani onlar da savaşın bedeli ile barışın bedelini karşılıklı tartmak zorundalar. Fakat sonuçta, öyle şeyler var ki, çözüm sürecinde masaya oturduğumuz fakat şimdi karşılıklı silâhlara sarıldığımız tarafa Esad da, Rusya da, ABD de veremez. Sadece Türkiye verebilir. Bunlardan söz ediyorum.
Buralara kadar esneyebilen bir devlet politikası, bu coğrafyada yaşayan bizlere ne kazandırır, ne kaybettirir? Elbette, devletin geleneksel işleyişinden bir “eksilme” olur. Bir açıdan bakıldığında, bir bedeldir kuşkusuz. Ama o halde alternatif bedelle karşılaştırılmalıdır. Yani savaşın bedeliyle.
Savaşın bedeli dediğimiz zaman da, yeni öngörü ve değerlendirmelere ihtiyacımız olduğunu görürüz. İlk ve en önemli soru da şudur: 1984 tarihinden bu yana devam eden ve gelinen noktada ordumuzu sınır ötesine de gönderme mecburiyeti yaratan bu savaş, daha ne kadar sürer? Geçen yıllar içinde, “Kürt milli kimliği” diyebileceğimiz zihniyetin yaygınlaştığına mı tanık olduk, gerileyip sönümlendiğine mi? Peki, bu sürecin maalesef merkezinde yer alan PKK hareketi zayıflayıp, yalnızlaşıp erimeye mi yüz tuttu, yoksa sınırları, ittifakları ve savaş gücü büyüdü ve gelişti mi?
Hangi cevap daha romantik, daha sorumsuz?
Cevap 1: Şehitler ölmez vatan bölünmez. Son teröristi de yok edene kadar savaşacağız. Bugüne kadar düşmanı yok edemedik ama artık çok güçlüyüz, kararlı bir iktidar var. PKK ister ABD’yle, ister Rusya’yla ittifak yapsın; isterse şimdiye kadar olmadığı ölçüde silahlanma imkânına kavuşsun; isterse Avrupa ülkelerinde serbestçe çalışmalarına devam etsin; isterse kurdurduğu partiler seçimlerde üçüncü olacak kadar oy toplasın, Türkün gücü karşısında yok olup gidecektir.
Cevap 2: Otuz yılı aşkın savaş tecrübesi gösteriyor ki, ne kadar terör örgütü de olsa; ne kadar totaliter bir yapısı da olsa; ne kadar korkunç sonuçları olan yanlış siyasetler de izlese, PKK giderek yalnızlaşan, yok olan bir örgüt değil. Önünde sonunda bir Kürt devleti kurabilir mi, bilinmez. Ama daha uzun yıllar boyunca büyük güçlerin fırsat alanında yer alması ve savaşma gücünü koruması, bölgenin Kürt nüfusu içinde temsil yeteneğini sürdürmesi asla yabana atılamayacak bir ihtimal. Bu varlığıyla da Türkiye’ye karşı kurulacak planların kullanışlı bir unsuru olmaya devam edecek. Çünkü kendisiyle savaşmayı daha doğru bir politika sayan Türkiye’den talepleri var; onları elde etmek için Türkiye karşıtlarıyla ittifak yapacak.
Bu cevapları akılcılık-romantizm terazisinde karşılaştırdıktan sonra temel sorumuza yeniden dönebiliriz.
Bu süresi belirsiz savaş bize neye mal oluyor? Öncelikle korkunç bir can kaybına. Şimdi unutulmaya terk edilen sayısız annenin gözyaşlarına. Akıl almaz bir kaynak harcanmasına (trilyonlarca dolardan bahsediliyordu bundan birkaç sene önce). Üstünde yaşadığımız coğrafyada ölme ve öldürme üzerine yükselen yıkıcı bir kültürün güçlenmesine.
Peki bu kadar mı? Hayır, değil. Kürt milliyetçiliğine hiç tâviz vermemek ve Kürtlerle hiçbir şeyi paylaşmamak adına sürekli savaşmayı seçmek, belki daha tehlikeli bağlanmalara, yakınlaşmalara yol açabilir. Misal, kendi halkını katleden Esad’a bakış değişebilir. Değişti ve değişiyor zaten. Şu ana kadar doğrudan temas kurulmamasının nedeni, Esad’ın içerideki imajı ve ona karşı iç savaştan (2011’den) beri kullanılan üslup. Bundan açıkça dönmek zor olduğu için, Esad Rusya üzerinden ikna ediliyor. Bu ise bölge politikalarında Rusya’dan ne kadar bağımsız davranabileceğimiz; onu kızdıracak bir adımı atıp atamayacağımız sorusunu davet ediyor. Bazı şeyleri bir tarafla paylaşamamak, başka bir tarafla paylaşma zaruretini dayatıyor. Çünkü ittifaksız siyaset yapılamıyor. Özellikle savaş, asla yalnızlık kabul etmiyor.
Bu yazıyı okunamayacak kadar uzatmak istemediğim için burada kesiyorum.
Ancak şu teklifimi yineliyorum: “Afrin mecburi ve haklı bir adımdır, tehdidi bu yoldan savuşturuyoruz, savaşa karşı çıkarak ayakları havada romantik barışçılık oyunları oynamayalım” demeden önce, bu tehdidin savaş yerine barışla ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağını, duygusal barikatlarımızı aşarak aklımıza bir soralım.
Bakalım cevabımız ne olacak?