[30 Ocak 2023] İlkinden başlayalım. İster Çin’de, ister Vietnam’da, “kollektif önderlik” çizgisinin tutunamaması bir bakıma normal, çünkü bu tür kısmî reformların demokrasiye yaklaşımı tamamen pragmatik ve araçsal. Marksizm, herkesin bildiği demokrasiyi, olağan demokrasiyi reddetmiş bir kere. Aldatmaca saymış. “Burjuva demokrasisi” diye horlamış. “Burjuvazinin diktatörlüğü”nün ayıbını örten bir incir yaprağı diye nitelemiş. Zaman içinde gelişme ve iyileşme olanağı tanımamış. Tek yol devrim demiş. Demokrasinin karşısına şiddete dayalı devrimi (ihtilâli) ve “proletarya diktatörlüğü”nü dikmiş. Dönülmesi zor bir teorik çerçeve yaratmış.
Fakat zamanla, söz konusu “proletarya diktatörlüğü”nde ciddî zaaf ve çatırtılar belirmiş. Bir Stalin fenomeni yaşanmış ve onu bir dizi Stalincik izlemiş. Sovyetlerde Brejnev. Doğu Avrupa’da Bierut ve Gomulka’lar, Ulbricht ve Honecker’ler, Gottwald ve sonra Husak’lar, Rakocsi ve sonra Kadar’lar, Ceausescu’lar, Zhivkov’lar ve benzerleri. Yugoslavya’da Tito, Arnavutluk’ta Enver Hoca. Üstelik bir de Çin’de Mao çıkmış ortaya. Kişiye tapma kültünü doruğa çıkarmış (bir hanedan devleti olarak Kuzey Kore karikatürü bir yana). Özellikle Sovyetlerde ve Çin’de, çeşitli felâketler, kıtlıklar, açlıklar, diğer zulümler, hattâ soykırımlar yaşanmış, bu tartışılmazlar yüzünden. Gidilen uç noktalar, bu kadar da olmaz dedirtmiş.
Reformcular bu çerçevede zuhur etmiş bazı komünist partilerinde. Yapmak istedikleri, demokrasinin kuvvetler ayırımı sayesinde oluşturduğu denge ve denetleme mekanizmalarından bazılarını getirip sosyalist ülkelerde uygulamak. Kısmî ve seçici bir uygulama söz konusu. Yoksa (o anda) ne hukuk devletine inanıyorlar, ne kuvvetler ayırımına, ne de demokrasiye. Belki bir nebze demokrasi arıyorlarsa da, bu tamamen partinin iç ilişkileriyle sınırlı. Partinin üst kademeleri için, seçkinleri için demokrasi. Stalin’e karşı Troçki ve Buharin için demokrasi. Yoksa tabanı dahil bütün parti için değil. Hele toplum için hiç değil.
Daha da önemlisi, bu arayış herhangi bir demokrasi kültürüne dayanmıyor. Bir Parti ve Önderlik kültürüne dayanıyor. Aslolan hep Parti. Daha doğrusu, demin de belirttiğim gibi, Partinin üst kademeleri. Komünist partilerde iktidar giderek aşağılara inmiyor, alt kademelerle paylaşılmıyor. Tersine, hep daha yukarılara taşınıyor. Kongreden Merkez Komitesine, oradan Politbüroya, nihayet Politbüro Daimî Komitesine (PDK) geçiyor. Çin’de halen yedi kişiden oluşan bu PDK, şeklen Kongrede seçiliyor ama fiiliyatta, çok önceden kendi kendini seçip devamlı kılıyor — ve bu suretle, güya içinden çıktığı bütün organlara hükmediyor. Ayrıca, kendi içinde bile eşit değil. 1-2-3-4-5-6-7 diye sıralanan net bir hiyerarşiye tâbi. Genel Sekreter bir numara; gerisi onun ardında sıralanıyor. Dolayısıyla bu kademede dahi, iktidarın hemen tamamen Genel Sekreterde yoğunlaşması pekâlâ mümkün. Öyle veya böyle; sonuçta her şey Partinin kararına dönüşüyor. Bu karar da yukarıdan aşağı indiriliyor. En tepede, PDK’da alınıyor; sonra Politbüro’da, sonra Merkez Komitesi’nde, sonra Kongre’de (güya özgür tartışmalarla) tescil ediliyor. Bu anlamda, Parti “kollektif önderlik” de diyebilir, Ulu Önder (Great Leader) veya Üstün/Birinci Önder de (Paramount Leader). Alt kademeler açısından o da Parti iradesini, bu da Parti iradesini temsil ediyor.
Genel mekanizma bu şekilde. Şunu dürüstçe kabul edelim: bu, demokrasiden çok saltanata yakın bir sistem. Hanedan devleti olmayan bir tür monarşi (kaldı ki, Kuzey Kore’de “komünist hanedan” varyantına da rastlıyoruz). Kralımsı veya padişahımsı bir başkan veya genel sekreter var, bir de onun iç iktidar halkası, bir bakıma divan-ı hümayunu. Nitekim ilginçtir; faraza Osmanlı tarihini nasıl sultanların hükümdarlık başlangıç ve bitiş yıllarına göre ayrıştırıp faraza II. Murad, II. Mehmed (Fatih), II. Bayezid, I. Selim (Yavuz), I. Süleyman (Kanunî) dönemlerinden söz ediyorsak, Sovyet tarihini de Lenin dönemi, Stalin dönemi, Kruşçev dönemi, Brejnev dönemi diye; keza Çin tarihini de Mao dönemi, Deng dönemi, Jiang Zemin dönemi, Hu Cintao dönemi, nihayet Şi Cinping dönemi diye çerçeveliyor ve öyle yazıp anlatıyoruz.
Bu bağlamda ikinci büyük benzerlik de iktidarın el değiştirmesiyle ilgili. Demokrasilerde olduğu gibi seçimle olmuyor bu. Dört yılda bir yapılan seçimlerle Muhafazakârlar gidip İşçi Partisi gelmiyor, ya da Trump gidip Biden gelmiyor. Çoğu zaman, parti içinde halkın seyirci kaldığı büyük bir kavga patlak veriyor. Kılıçlar çekiliyor. Taht kavgalarını andıran bir durum doğuyor. Hukuk da âlet ediliyor. Bir deprem yaşanıyor. Kazanan rakiplerini tasfiye ediyor. Gerçi Sovyetlerde Stalin’den, Çin’de Mao’dan sonra o kadar kan ve şiddetle yaşanmıyor. Gene de ilkesel planda, ister istemez Osmanlıların “galip her şeyi alır” (winner takes all) usulünü çağrıştırıyor. Fatih’in mülkün bölünmemesi (devletin bekası) uğruna kardeş katlini meşru sayması ile aralarında garip bir ortaklık, bir sıhriyet oluşuyor.
Kültür bu. Maalesef. Osmanlı siyasî kültürünün komünist karşılığı. Genel ideolojik ve kurumsal çerçeve bu olunca, reformcuların kazanması ve reformların kalıcı olması çok, çok zor gözüküyor.