1755 Lizbon Depremi akabinde Katolikliğin yoğun şekilde tartışılmaya başlandığını biliyoruz. 23 Maraş Depremi’yle de Türkiye’deki çürük din anlayışının temelleri sarsılacaktır diye ümid ediyorum. Beni fazla iyimser bulabilirsiniz! Ama konuşulanlardan, yazılanlardan çıkardığım bu.
‘Kaderimizde bu varmış!’ diyenler hâlâ sayıca fazlalar! Ama artık hurafelere dayalı inancın yerini büyük oranda akla ve mantığa bırakacağını düşünüyorum.
Tren, kamyon geçtiğinde zangır zangır titreyen binalardaki sakinler hâlâ umursamazcasına evlerinde oturmaya devam ediyorlar. Bunlar binalarının yıkılıp yeniden yapılmasına da razı gelmiyorlar! Neymiş metre kare kaybederlermiş! Neymiş binaya izinsiz eklediklerini yeni inşaatta kaybederlermiş!
Neden bu insanlar böyle düşünüyorlar?
Çürük binasını bilerek onartmayan katildir!
Bu inşaların böyle düşünmesinin ardında birçok sebep mevcut. Lakin bunlar arasında şu cümleleri kurmaya yol açan etkisi yüksek bir inanç var: “Kaderimde varsa ölürüm, yoksa yaşamaya devam ederim! Hatta bir çizik bile almadan kurtulurum!”; “Ölüm beni nerede olsam yakalar! Ondan kaçış yok ki! Evimi tamir ettirsem, yolda yürürken zelzele olur, başıma bir şey düşer yine ölürüm!”
Bu düşünce tarzı bence insan davranışında çok etkili!
Lakin dikkatinizi çekmek isterim! Bu cümlelerin hepsi cümleyi kuranla ilgili ve bencillik, egoizm abidesi! Ne demişler: ‘Cenaze sevdiğinin değilse helva tatlı gelir!’
Bu cümleler (içinde oturduğun) binayla ya da civardaki insanlarla ilgili değil. Yani evet, senin çürük binan depremde yıkılır, sen sağ olarak içinden kurtulabilirsin, ama onartmayarak yıkılmasına göz yumduğun (içinde oturduğun) bina başkasının ölümüne, mahallenin ulaşımının kesilmesine vs vs bir sürü soruna yol açabilir. Yani sen aslında bu cümlelerin arkasına sığınarak potansiyel katil durumuna düşüyorsun! Bunun bu dünyada mahkemede mutlaka hesabı sorulmalı! Ben binamın tamirine onay vermiyorum demenin şartlarının zorlaşması gerekiyor!
Bazılarıysa bu ihmalkârlar kadar şuurlu değiller (Aslında bu birinci kümedekilerin bilinçli olduklarını da düşünmüyorum da ayıp olmasın diye cümleyi böyle kuruyorum. Bunların ezici çoğunluğunu çıkarcı ahmaklar oluşturuyor!).
İkinci kümedekilerse gafletle hareket edenler. Evet, ayarında, kararında gaflet nimettir! Aksi takdirde insan hüzünler, üzüntüler, kederler, elemler ve endişeler yüzünden yemeden içmeden kesilir. Ayarında gafleti anlıyorum ama bu ayarsız gaflet, işte çürük din anlayışın bir sonucudur diyorum!
Uyan ey gözlerim gafletten uyan… (III. Murad’ın sözleri)
Bir ikinci mesele daha var:
Türkiye’de hiç şüphesiz baskın kültürlerden biri din. Dinlisi de dinsizi de bu kültürü bilmediğinde müşterek hayatı idame etmek zorlaşıyor. ‘Bana ne o sapıkların dininden!..’ denildiğinde iletişim kesiliyor! Dinin de önemli unsurlarından birini dua teşkil ediyor. Duanın ne demek olduğunu ve mahiyetini bilmek de müminleri anlamak açısından faydalı olabiliyor.
Kastım şu:
Deprem esnasında ve sonrasında çokça dua edildi ve hâlâ devam ediliyor! Geçen akşam da Miraç Kandili idi. Herkes duaya sarıldı.
Müminlerle dua arasında çok hassas bir çizgi vardır.
Çürük din anlayışındakiler ya da kendilerini gerçek mütedeyyinler sananların büyük kısmı dahi netice elde etmek için dua ederler! Bilinçli dua eden azınlıksa kulluklarını musibet ve nimetlerin gelişini Tanrıya arz etmek için dua vakti olarak algılarlar.
Örnek vereyim: Kuraklık var; yağmur duasına çıkıldı! Bu duayı yağmur yağsın diye yapanlar olayı anlamamışlar, duanın mahiyetini çözememişlerdir. Aslında kuraklık, kulun Tanrıya iltica etmek zamanı geldiğini gösterir! O esnada Tanrıya kulluk arz edilir. Ama n’olur artık yağmur yağsın denmez! Yağmurun yağması talep edilmez! Herhangi bir hastalığa duçar olanlar da o hastalıktan kurtulmak için dua etmezler! Hastalıktan kurtulmak için şifa yollarını ararlar, tabibe giderlerine, kendine iyi bakarlar, morallerini yüksek tutmaya çalışırlar. Bu arada hastalığı dua vaktinin geldiğini bildirir bir zil olarak telakki edip bolca şükür ve afv duası ederler, kulluklarını sunarlar. Aman bir an evvel bu hastalıktan kurtulayım demezler! Şifanın ve iyileşmenin çaresini akılla arar ve tabibin verdiği çözüm tavsiyelerini sabırla sonuna kadar tatbik ederler.
Şifa arama! El açıp dua et; iyileş! Müminler inanırlar ki el açarak şifa bulmak veya buldurmak herkesin harcı değildir! Kaldı ki Tanrının nice veli ve nefesi kuvvetli kulu şifahanede, hastahanede iyi olma mücadelesi verirken bir türlü iyileşemeyip yıllarca o hastalıkla yaşamayı ve hastalığının bizatihi kendileri için şifa olduğunu idrak ettiler!
Dünya olaylarını metafiziğe bağlamak insanı rahatlıkla ruh hastalığına ve aşırısı deliliğe götürebilir. Çünkü kendinde en azından hadiseleri doğru yorumlama ve işaretleri doğru okuma gücü var sanır. Bu düşünce kişide daha da derinleşirse olayları yönlendirme kudretini haiz zanneder. Dua ve kişisel kudret ilişkisini çok bir güzel şekilde Lars von Trier (1956-) Breaking the Waves isimli filminde işledi. İzlemeyenlere tavsiye ederim!
Antropologlar duayı insanın içindeki ilkel korkulara bağlarlar. Güneş doğmadan önce ilkel insanlar dua ederler ki Güneş doğsun! Yer depreşince bunlar dua ederler ki sarsıntı dursun! Müminler ise yukarıda söylemeye çalıştığım gibi Tanrının bu doğa olaylarını kendisine kulluk edilsin diye yarattığını kabul ederler. Allah hep kendine kulluk edilsin ister! Bir an bile unutulmamak muradındadır!
Bu bakımdan ilahiyatçıların, diyanetçilerin, cemaatçilerin ve sıradan halkın yaptığının aksine bir daha deprem olmasın diye dua edilmez! Edilse de fayda vermez! Coğrafya bu; illa deprem olacak! Bu yapılacağına insanları bilinçlendirerek depreme dayanıklı bina ve şehir talep etmeleri onlara telkin edilebilir! Aksi takdirde düşünsenize Japonya’daki Müslümanlar sürekli zelzele olduğu için el açıp dua etmekten, ellerini başka şekilde kullanamaz, hiçbir iş yapamaz hale gelirlerdi! Sahi Japonya’da kaç Müslüman var ve bunlar depreme karşı binalarını korumak için dua dışında nasıl tedbir alıyorlar? Mesela binalarını zelzeleden muhafaza etmek için kaç Yen sadaka dağıtıyorlar?