Kimi durumlarda tuhaflıklar, oksimoron durumlar kimi zaman açıkça ifade edilenlerden daha fazla bilgi verebiliyor.
Örneğin şu haber: “99 felaketinde çöken binadaki (ve burada yirmi vatandaşın hayatını kaybetmesindeki) sorumluluğundan dolayı ceza alan müteahhit hapisten çıktıktan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Komisyonu üyesi seçilmiş. Sonra da Cumhurbaşkanı danışmanı olmuş…”
Diyeceksiniz ki eğer kariyerine devam etseymiş Şehircilik Bakanlığı vs. koltuğuna da oturabilirmiş. Şaşırıyorsunuz değil mi? Şaşırmakla da kalmıyorsunuz, belki de öfkeleniyorsunuz.
Ama bu kızgınlıkla olayın başka bir gerçekliğe daha işaret ettiğini atlamanız da mümkün: Eğer afet olmasa kişinin işlediği suçun ve aldığı cezanın toplum ve siyaset katında bir karşılığının olmadığına…
Bir afet yaşanmasa bu kişinin yaptığından dolayı bir sorumluluğunun olması gerektiği kimsenin aklına gelmeyecek. Afet yaşanmasaydı, muhtemelen suçlu olmayacaktı. Yani bir bakıma o da “kader kurbanı.”
İşte tam da böyle durumlarda çoğu zaman bir gerçeklik başka bir gerçekliği örtmek, gizlemek için de kullanılabiliyor: Çürük binaları yapan müteahhitler suçlu. Başka kimler suçlu? Rant için bile bile imar izni verdikleri için, siyasetçiler suçlu…
Peki sıvılaşma tehlikesi bulunan zeminde, geçmişte tarım arazisi olan ovada yapılaşma izni verenlerin bir sorumluluğu yok mu? Peki bunu bilip ve görüp de sesini çıkarmayanların? Oradan geçtikleri ve gördükleri halde “burada cinayet işleniyor” diye çığlık atmayanların? Gördükleri karşısında nasıl bu kadar umursamaz olabilirler?
Babam bir zamanlar Kadıköy yakasında müteahhitlerin aralarında para toplayıp, o zamanki yöneticilere imar haklarını artırması için rüşvet verdiklerini anlatıyordu.
Peki bu imar değişikliği ile elde edilecek ranttan kimler istifade ediyordu, yalnızca müteahhitler mi? Peki, oradaki Rumların mallarına el koyanlar?
Bugün aynı yerde gerçekleşen kentsel dönüşümün kaynağı nereden geliyor? Havadan mı?
Bir başka örnek “İmar Barışı” adı verilen garabet. Kaçak yapıların devlete ödenecek bir bedel karşılığı kayda geçirilmesi. Fay hatlarının bulunduğu yerlerde yaşanacak felaketleri bilerek miting alanlarında “işte sorununuzu çözdük” diye nutuklar atabilen bir siyasetçi aklını peynir ekmekle yemiş olmalı. Olmalı ama ancak afet olduktan sonra.
Bu çelişki bir şeyler hakkında bilgi vermiyor mu? Bilim insanları fay hatlarının yerlerini; zeminin, betonun mukavemetini; nasıl sağlam yapı inşa edileceğini biliyorlar. Ama toplumun bunlardan haberi yok. Bilim ya resmi kamunun kapalı kariyer ilişkilerine dönüşüyor, ya da piyasa mekanizmalarının bağımlı dişlilerine.
Bu tuhaflıkları saymakla bitmez. Erkmerkezci yöntemlerle katılaşan bilgi hakikate dönüşüyor. Böylece saf gerçeklik karşısındaymış gibi topluluklar travmatize ediliyor. Bilime inanması isteniyor. Bilim de dine dönüşmüş oluyor.
Sonuçta her seferinde yapılması gerekenlerin üstü örtülüyor.
Her afet yalnızca bir kere değil, iki kere musallat oluyor: Birincisi tarif edilemez acılar, yaşanan bir gerçeklik olarak. Kötü tasarlanmış, uygulanmış binalar, yanlış yerleşim planları… İkinci afet ise çok sinsi bir şekilde geleceğe taşınıyor. Ortaya çıkan farkındalığı, eylemlilik biçimlerini ortadan kaldırmak, kayıtlardan silmek ve yeni afetleri hazırlamak için… Üstelik bu suçu işleyenler, bildiğimiz suçlulara hiç benzemiyorlar. Tam tersine kurtarıcılar gibi gösteriliyorlar. Afetlerde enkaza dönüşen, işlevsiz kalan şeyleştirici, edilginleştirici kurumsal sistemleri onarmak, yeniden tesis etmek için.
Yaşanan her felakette karanlıkta bir flaş çakar gibi oluyor: Yaşanan travmalar ile birlikte gerçekler ortaya çıkar gibi oluyor. Ama sonra çatlaklar kapanıyor, eski rejim yeniden tesis ediliyor. Ortalık yeniden karanlığa bürünüyor.
Ortaçağ’daki “kara veba”da olduğu gibi geçmişte insanlığın başına gelen felaketler kolektif yapıların dönüşmesine yol açabiliyordu. Modern zamanlarda ise felaketlerin otomatik olarak buna yol açmadığı, dolayısıyla insanlığın bile bile kendi yok oluşunu hazırlayabileceği söyleniyor. Kısacası “modern” denilen zamanların insanları Ortaçağ’daki insanlardan bile daha çaresiz, afetler karşısında.
Topluluklar afetleri kazalar gibi algılıyor ve başlarına gelmedikçe unutmaya çalışıyor ya da nafile bir çabayla jeofizikçiler gibi fay hatlarının, zemin yapılarının haritalarını, binaların durumunu öğrenmeye çabalıyor. Ama neyle karşı karşıya olduklarını, afetlerle nasıl başa çıkabileceklerini bilemiyor.
Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, şiddetten beslenen rejimler nasıl bulaşıcıysa, onlara karşı küresel direncin oluşturulması da öyle… Dirençli politik deneyimlerin oluşturulması sanki salgınlar karşısında aşılanmaya benziyor: Halklar, topluluklar bilgiyle kendi aralarında inşa edilen şiddet duvarları yüzünden “aşılanma” (ve de dayanışma) fırsatlarından, direnç kazanacak şehircilik deneyimlerinden sürekli mahrum bırakılıyorlar.
Ama bu rejimlerin tuhaf olan tarafı da kendisine benzer virüsleri içeri alması. Böylece yerel topluluklar hem dışarıdan gelen virüslere açık hale geliyorlar, hem de onlara karşı bağışıklık kazanamıyorlar.
Nesnelleştirici eylemsellikler, bilim bilinenlerin sürekli olarak sorgulanmasını, temsilin bir eksiklik olduğunu fark etmeyi zorunlu kılıyor. Oysa kamu-özel karışımı ilişkilerle katılaşan hakikatler bilimle topluluklar arasında mesafe koyuyor, bilgi iyileştirici etkisini kaybediyor.
İşte bu yüzden modern kamu düzenlerinde bilginin eşitlikçi ilişkiler kurması, işaretsizleştirici yöntemlerle erkin bir gösterisi halini almaması, yerle sürekli teması çok önemli. Afetlere dirençli ülkelerde, şehirlerde şehircilik deneyimleri yere temas eden bir süreç olarak tasarlanıyor, çok yönlü, çok öncelikli ilişkilerle…
Yoksa kolay mı bu kadar ahmaklığı, haksızlığı örtbas edebilmek?