İkinci Dünya Savaşı, 1944 baharı. Nazi Almanyası’nın geniş bir coğrafyaya yayılan toplama kamplarından birindeyiz. Hitler’in doğum günü yaklaşmış. Yahudi, komünist Macarların, savaş esirlerinin tutulduğu kampta da Führer’in şerefine bir kutlama gerek.
Alman yüzbaşı Hitler’in doğum günü için bir futbol maçı düzenlemek istiyor. Bir tarafta Almanlar, diğer tarafta kampta perişan olmuş, bir deri-bir kemik “ötekiler” olacak. O gün yeni yaşına basacak Hitler aşkına skoru 55-0 yapma ihtirası var mı bilinmez ama hediyesi garantili galibiyet, düşmanların karşısında ezici bir “zafer”.
Esirler arasındaki Macar futbolcu Onodi’ye bir takım kurması talimatını veriyor. Onodi kamptakilerin çoğu gibi Yahudi ya da komünist değil. Çalıştığı fabrikanın annesini taciz eden askeri amirine yumruk attığı için orada.
SS subayının şartlarından en önemlisi takımda Yahudi olmaması. O andaki çıkarı, hevesiyle kamptaki komünist, hatta esir düşman askerleriyle sahaya çıkma toleransının aşılmaz sınırı elbette oraya kadar. Lâkin takıma bir şekilde, bir iki Yahudi de sızıyor. Zira o sefaletten 11 futbolcu ya da en azından “koşan adam” çıkarmak imkânsız gibi.
Ne sağcı, ne solcu, futbolcu
Ödül olarak biraz yiyecek, bir top, antrenman yapmaları için de izin verilecek. O maç kamptaki bazı esirler için firar, direniş ya da ayrıcalık fırsatı olarak görülürken, Onodi’ye futbolcu damarı hâkim oluyor. O ne sağcı, ne solcu; futbolcu. Siyaseti, savaşı bir yana bırakıp meseleye futbol aşkıyla, maalesef siyaset üstü sanılan, hatta bazen her şeyin üstüne çıkabilen “saf futbol” tutkusuyla yaklaşıyor.
Ama öyle ya da böyle kamptaki tüm “ölüm mahkûmları”nın buluştuğu gerçek ortada: Sahada tam anlamıyla hayatî bir maça çıkacaklar. Olur da kazanırlarsa anında infaz kesin. Kaybederlerse kurtulabilecekleri tasavvuru da, yaşadıkları, tanık oldukları ölüm kampı koşullarında olsa olsa öleceği/öldürüleceği o son ana kadar kurumayan umudun can çekiştiği bir fantezi. Zaten kamptaki asıl görevleri, düşmanın döşediği mayınları katır niyetine, canları pahasına temizlemek.
“Biz-siz”den bilmem nerelere
Futbolun “taraftarlık-karşıtlık”tan kolayca “biz-siz”e bağdaş kuran, oradan her türden ayrımcılığı bağrına basan “dostluk-düşmanlık”a dönüştürülebilen/yönlendirilebilen rekabet büyüsü, böyle duyguları resmen, alenen keskinleştiren savaşın cadı kazanında net zaten.
Bu o maçtaki yenme-yenilme meselesini de, zaten süren savaşın, o sahadaki bir muharebesine dönüştürüyor. Futbolcuların ayağının değdiği “top” artık ateşli silah kalibresinde… Bunun o ülkedeki, o kamptaki, o sahadaki, o iklimdeki hâkimiyete uygun olarak tek yönlü obüs şiddetini maç öncesinde-sırasında-sonrasında göreceğiz elbette.
Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin yukarıda özetlemeye çalıştığım 1961 yapımı, siyah-beyaz “Cehennemde İki Devre (Two Half-times in Hell)” filmi, 20 yıl sonra John Huston’ın “Zafere Kaçış”ına da (Escape to Victory) kuvvetle esin kaynağı oluyor. Tabii konusuna, hikâyesine Amerikan eli, sadece başrole seyircinin o günlerde iki serisini izleyip bayıldığı Rocky’nin (Sylvester Stallone) yerleşmesiyle değil, finali bile değiştiren köklü, rüya gibi bir uyarlamayla değiyor.
“En berbat taraftar Hitler”
İkinci Dünya Savaşı, faşizm, Hitler, Naziler ve futbolla ilgili hikâyeler, yaşananlar böyle filmlerin başına da rahatça “Gerçek olaylardan hareketle…” notunun iliştirilmesine müsait. Öyle filmlerin berbat kahramanı Adolf Hitler asla sıkı bir futbol aşığı, fanatiği olmasa da, fanatizmi hemen her diktatör gibi hayatın her sahasına çıkmaya uygun ve hazır.
Nitekim The Times’ın 2008’deki “En kötü (berbat) 50 futbol taraftarı” seçkisinde Hitler ilk sırada. Futbolda sözlük anlamıyla “taraftar” filan olmasa da, o teferruat. Kirli, berbat mevzulara, faşizme, diktatörlüğe filan girerken Hitler’in mihenk taşından büstünü masaya koymamak olmaz.
Onu ilk sıraya yerleştirmeden “En kötü…” listeleri yapmak da pek caiz değil zaten. O zaman kürsünün birinciliğini güncellemen gerekebilir ki… O da “kötülüğü” bazen terazisine hiç koymayan diplomasiyi, iç politikayı şey edebilir. Ki o diplomatik teraziyi, öyle kefeleri birazdan, İkinci Dünya Savaşı sürecinde de göreceğiz.
Diktatörlerin boyama hobisi
Mevzu futbolla buralara gelince, “diktatörler ve hobileri”yle ilgili mütevazı bir paragraf açma hevesime engel olamıyorum. Enstrüman olarak sadece ıslık çalmayı iyi bildiği, sevdiği söylenen Hitler’in hobilerinin ne olduğunu uzun uzun araştır(a)madım. Samanlıkta iğne aramaya benziyor.
Ama bir dönem şey ettiği resimlerine baktığımda, kıyası elbette mümkün olmasa da Kenan Evren’le yerlisine vakıf olduğum “diktatör ve sanat” muhayyilem pek genişlemiyor. Zaten Hitler de bir süre sonra belki resim yerine dünya haritası boyamaya merak saldığı, onda başarılı olacağını sandığı için tablo yapmayı bırakıyor.
Lâkin yıllar sonra Hitler’in “eser”lerine göz atan sabırlı, tarafsız sanat eleştirmelerinin değerlendirmeleri eğlenceli. John Gunter “Tamamen ritim, renk, his veya manevi hayal gücünden yoksun resimler” derken, Hitler’e daha bıyığı terlemeden söylenen “Sen saf sanattan vazgeç evladım” nasihatinin isabetini de hatırlatıyor.
İnsana dair derin ilgisizlik
Hitler’in çizim becerisinin alanını “Kavgam” kitabında kendi ağzından da okuyoruz. Gamalı Haç’ı, onun her yere/her şeye uyarlamalarını, renk tasarımlarını filan “şahsen gerçekleştirdiği sayısız denemeden sonra” bulmuş. Daha sonra bunun hiç de anlattığı gibi olmadığının ortaya çıkması ise, diktatörlerin işine gelen her şeyi “şahsına mâl etmesi”ni, engel olamadığım bir genelleme fırsatı, hevesi olarak önüme koyuyor.
Bir başka eleştirmen ise Hitler’in “çizdiği insan figürlerinin insana dair derin bir ilgisizliği temsil ettiğini” savunuyor. Hemen ve yine hevesle bu cümleyi de zihnimde “diktatörlerin insana dair ilgisizliği” üzerine tehlikeli ama cazip genellemelerde, gördüğüm örneklerde gezdiriyorum. Elbette kamu spotunu eklemem gerekiyor; sigaranın tehlikeli ve sağlığa zararlı olması gibi genellemeler de tehlikeli ve akıl sağlığına zararlıdır.
Top yuvarlak, diktatör köşeli
Hitler’in futbola “ilgisi” ise ıslık, resim düzeyinde bile değil. Sıkı taraftar, futbol fanatiği filan hiç değil. Top yuvarlak, o köşeli. Yenmek de var, yenilmek de… Onun spor olsun, Alman Pişpiriği yahut tavlası olsun sadece “yenmek”, rakiplerini, yarattığı düşmanlarını her yolla tarumar, berhava etmekle ilgilendiğini söylemek, “Bu da dâhil her genelleme tehlikelidir” meselini fikrimce pek zedelemiyor. Ayrıca bir diktatör genellemesinde yanılmak bu yazıda umurumda da değil doğrusu.
Sefayla, aynı minvalde keyifle devam edersem… Hitler için futbol da ayrımcı ana tahayyülüne uygun olarak ırklar arası “eşitsiz”, aslında olmaması gereken bir müsabaka alanı. Her aşamada hedefi, asla gizlemediği ideali, öyle müsabakalardan/karşılaş(tır)malardan başka ırkları, “öteki”leri ayıklamak, her türden “lig”i arileştirmek, safkanlaştırmak.
Herkesin üstüne vazife
Bunu futbolda da yapıp takımlardan başta Yahudi, “öteki” kadroları ayıklıyorlar. Nazi Almanyası’nın futbol takımlarına, “öteki” oyunculara, idarecilere yaptıkları ayrıntılı hikâyeleriyle, uzun uzun var kaynaklarda. Buraya alsam Hitler ansiklopedilerine fasikül olur.
Ama hemen, tümüyle silmek, mirasını yok etmek kolay değil tabii. Almanya’nın ayıklama, ötekileştirme sürecine genel olarak bakıldığında, 1933’ten 1939’da patlayan savaşa kadar Yahudiler, kamu ve özel hayatlarının tüm yönlerini kısıtlayan yüzlerce yasanın, kararnamenin, yönetmeliğin kıskacında.
Mevzuatın hayata geçirilmesi Alman devletinin, yönetiminin icraatlarından ibaret değil kuşkusuz. Belediye, belde, mahalle yetkilileri, mülki amirler, hatta bunu üzerlerine vazife edinen herkes “Yürü, kim tutar seni” gazıyla kendi inisiyatiflerini pervasızca kullanıyorlar.
İngiltere’yle dostluk maçı
Yazım için önem taşıyan bir tarih olan 1935’de Alman Yahudileri Reich vatandaşlığından dışlanıyor, “Alman veya Alman kökenli”lerle evlenmeleri ya da cinsel ilişkiye girmeleri yasaklanıyor. Aynı yıl artık soy ağaçlarında Yahudi kökenliler, büyük büyük nineler-dedeler, vs.ler bulunanlar da Alman sayılmıyor. Tüm dünyanın gözü önünde…
Irkçılığın, her türden dışlamanın, aryanlaşmanın zorbalığa, açık bir zulme, pervasız bir saldırganlığa, adım adım toplu katliama varacağı tam da bu süreçte futbol, Ekim 1935’de uluslararası kamuoyunun Almanya’daki böyle rezaletleri seyredişiyle, o tribünlerin halet-i ruhiyesiyle ilgili çok önemli bir tarihe vesile oluyor. İngiltere’nin 4 Aralık’ta kendi sahasında Almanya ile maç yapacağı açıklanıyor. Hem de “dostluk maçı”.
Ötesi, tesadüf bu ya! O dostluk maçı, niteliği-niceliğiyle önemli Yahudi takipçileriyle tanınan Tottenham Hotspur’un evi White Hart Lane stadyumunda yapılacak. O yıllarda İngiltere’de yaşayan tüm Yahudi topluluklarının “Spurs” taraftarı olduğu sadece bir iddia değil. Bu durumu protesto ediyorlar ve maçın iptalini istiyorlar hâliyle.
Taraftarıyla da “pür İngiliz”
Ama başta Federasyon, spora “öyle tartışmalar”ın, “öyle siyaset”in sokulmamasını isteyen her türden yetkililer ve ulusalcı bir ekseriyette, “normal”de toplanarak onları şiddetle destekleyen, “öyle siyaset” yapmadan gönlünce siyaset yapan “pür İngiliz” taraftarlar buna karşı çıkıyor.
Hatta bu kuvvetli, şiddetli karşı çıkış, “Sadece İngiliz taraftarlarla bir İngiliz maçı izlemek çok güzel olacak” cümlelerini bile kurduruyor, kayda geçiriyor. İngiliz taraftar deyince, o cümle yapısında çoğu ona da taraftar. 60 yıl sonra İngiltere-İrlanda maçında yedikleri golden sonra İngiliz taraftarın şiddeti nedeniyle karşılaşmanın 28. dakikada iptal edilmesi, öyle gerilimlerin, saflaşmaların kolay kolay tarihe karışmadığının sıradan bir örneği.
Üstelik 1935’de tribünlerindeki milliyetçi heyecan daha da heyecanlı, pür milli olacak. Zira maça 10 binden fazla Alman taraftarın da taşınacağı ortaya çıkıyor. Bu eşi benzeri görülmemiş bir şey. The Jewish Chronicle, “Londra’ya büyük Alman çıkarmasının, dünyaya kitlesel Anglo-Nazi kardeşliği gösterisini sunmak, İngiltere’nin Nazizmle uzlaştığı izlenimini yaratmak” demek olduğunu savunuyor. Ama olsun, sahada öyle siyaset olmaz… Top böyle mevzularda öyle devlete eğimli yokuşta yuvarlak.
Barış afişine polis şiddeti
Yahudi taraftarların protestosu da büyüyor bu arada. Maçtan önce resmi-sivil sayısıyla yine görülmemiş bir polis önlemi alınıyor. Önlemin asıl hedefi, yerindeliği de hemen belli oluyor: Ellerinde “Hedefimiz: Barış, Hitler’in hedefi: Savaş” pankartı taşıyan protestocuların afişleri yırtılıyor, slogan atanlar tartaklanıyor, gözaltına alınıyor. Birkaç yıl sonra o pankartın kendilerine, her eve lazım olacağı kimsenin aklına gelmiyor elbet.
Dışarıda protestocular derdest edilirken, statta ise Alman taraftar Gamalı Haçlı bayraklarını sallıyor, çalan Alman Milli Marşı’na çakı gibi Nazi selamıyla eşlik ediyor. Dostluk maçı ya… Alman takımın “Heil Hitler” selamıyla saf oluşturduğu sahaya İngiliz bayrağıyla Gamalı Haç yan yana seriliyor.
İngiltere maçı 3-0 kazanıyor. Daha ne olsun; İngiliz taraftarın keyfine, “her koyun kendi bacağından” milliyetçiliğine diyecek yok. Almanya da mutlu, gururlu; tüm dünyaya Hitler’in selamını, bayrağını, istediği koşullarda koca “Britanya İmparatorluğu”ndan sallamış. “Dikerim o bayrağı, o meydan okuyan selamı sahanın, İngiltere’nin ortasına, Yahudilerin kafasına” demiş.
Hep birlikte “Heil Hitler”
Belki de onun coşkusu, gazıyla Hitler bir yıl sonra, Ağustos 1936′da Berlin’de oynanan Norveç maçına yanına bakanlarını, komutanlarını, ağır toplarını da alarak gidiyor. Kaynaklara göre hayatında gittiği bir-iki maçtan biri, hatta son maç. Zaferi o sahada bu kez skorla da görmek/göstermek istiyor. Fakat daha koltuğunu ısıtamadan Norveç gol atıyor. Sonra bir tane daha…
Norveç’i işgal ettiğinde hâlâ o maç aklında mı bilemiyorum ama artık maça filan gitmiyor. Yine skora olmasa da “saha”ya tam hâkimiyetini ise Mayıs 1938’de Berlin’de yapılan Almanya-İngiltere maçında gösteriyor. Maçtan önce hem Alman, hem de İngiliz futbolcular sahada Hitler’e “Çok yaşa” diyen Nazi selamı veriyor!
Evet, yazımın fotoğrafı onun belgesi. Utanç belgesi mi dersiniz, gaflet, basiretsizlik, yumuşatıp o yıllarda Hitler’i dostça yatıştırmaya meyilli diploması icabı gibilerinden mırıldanır mısınız, yoksa ileri gidip, onu vesile edip “İşte devletlû futbol, işte futbolun iki yüzü, iç yüzü” filan diye söylenir misiniz bilemem.
“İnsan’lık hali” ile “insanlık” farkı
Verdiğim örnekteki hissiyatım, soğukkanlılıkla seçtiğim yukarıdaki şıklardan birisini seçmeme rıza göstermediği için ben bir şey demiyorum. Kelimelendirmek kolay değil. Maçın İngiltere’nin lehine 6-3 bittiğini ama o “zafer”in verdikleri selamın fotoğrafını değiştirmediğini söylemekle yetiniyorum.
İngiliz futbolcular Nazi selamını reddetseler, bedeli şüphesiz Berlin’den cümbür cemaat toplama kampına nakille, infazla filan sonuçlanacak değil. Orada Almanya’nın değil ülkelerinin, İngiltere’nin üzerlerindeki disiplinine, diplomasisine, siyasetine, talimatına -hep birlikte- uyuyorlar.
İnsanın bir şekilde hayatına, sonraki yaşamına mâl olabilecek dönemlerde, durumlardaki davranış tutulması ya da ayarı, umuma uyması, hatta o “an”a mecburen katlanması insan’lık hâli. Lâkin bu “insanî” şerhim bile o tarihte İngiliz takımın topluca boyun eğmesine ne bahane, ne de teselli olabiliyor. Orada ağır yaralanan, hatta bir an için de olsa yitirilen “insanlık”ın anlamı hem farklı, daha kıymetli, hem de derin.
“Ah o fotoğraf…”
O maçta öyle ya da böyle eli Nazi selamına mecbur kalan efsanevi İngiliz futbolcu Sir Stanley Matthews’a dair bir not ekleyebilirim. Şövalye, Sir unvanını 1965’de alan, 50 yaşına kadar top koşturan Matthews, o kara maçtan yaklaşık 40 yıl sonra, 1975’te yeniden dünya gündemine geliyor.
Güney Afrika Cumhuriyeti’nde zamanın katı Apartheid yasalarına rağmen Johannessburg’un sefaletin dibi bölgelerinden Soweto’da “Stan’s Men” olarak bilinen, tamamen siyahlardan oluşan bir takımın koçluğunu yapıyor. (¹) Harika bir şey ama geçmişte, o “an”ın koşullarında solsa da, belki hep aklında “Ah o fotoğraf!”.
“Beyaz yüzlü siyah adam”
Matthews Güney Afrika’dayken takımdaki oyuncuların hemen hepsinin hayali ilerde Brezilya’da oynamak. Buna bizzat tanık olunca Brezilya’ya takımla birlikte bir gezi düzenlemek istiyor. Ama para yok; o sorunu Coca-Cola ve Johannesburg Sunday Times’tan sponsorluk ayarlayarak hallediyor.
Kalan tek sorun Güney Afrikalı yetkililerin buna izin verip vermeyeceği… Onlar da uluslararası yeni bir olaya neden olmak istemeyip engel olmuyorlar. Brezilya yolculuğundan dönerken “Stan’in adamları” takımının kaptanı Gilbert Moiloa, Matthews’a “Beyaz yüzlü siyah adam” adını veriyor. İşte böyle…
Futbol aşkına göçmen yasası
İtalyan diktatör Benito Mussolini ‘nin futbola ilgisi, hikâyesi hâmîsi Hitler’den farklı. Futbolu İtalya’da faşizmin ana spor dalı yapmak için elinden geleni ardına koymuyor. Lazio’yu ele geçirirken, öteki takımlara baskı uygulayarak lige her yolla ağırlığını koymaya çalışıyor. 1934’de İtalya’da düzenlenen ve Avrupa’da ilk kez yapılan FİFA Dünya Kupası ise ihtirasını tüm dünyaya kanıtlıyor.
Mussolini o kupayı almak için ırkçılığına taş basarak futbol yıldızı göçmenlerin İtalya Milli Takımı’nda oynayabilmesi için “Oriundo Yasası”nı bile çıkartıyor. Faşizmin gövde gösterisine dönüşen, İtalya’da her anlamda Mussoli’nin gölgesinde yapılan maçlardan sonra İtalya kupayı alıyor. 1938’de de kupa İtalya’nın. O kupada birlikleriyle Avusturya’yı ilhak eden, takımında Avusturyalı futbolculara da yer veren Hitler Almanyası, daha açılış maçında eleniyor.
Futbol bilmeyenin futbol yazısı
Bu yazım bir bakıma hayatımdaki ilk “futbol yazısı” ama bu niyeti, belki cüreti aslında bunun bir futbol yazısı olmadığını, öyle bir donanımı şart kılmadığını varsayarak gösteriyorum. Futbola dair ilgim-bilgim, hevesim, becerim olmadı hiç. Bir dönem basketbol severdik cürmümüzce… Ergenlik yıllarımızda îmali-kullanımıyla kendine ait -nispeten düzgünce- basket potası olan ilk muhitlerden birisiydi mahallemiz.
Hayatımda sadece iki kez sahadan futbol maçı izledim, televizyondan baştan sona izlediğim maçlar da iki haneli sayılara ulaşmaz. Ama tarih, edebiyat, bilhassa sinema insanın fiilen, yakından hiç ilgi duymadığı, takip etmediği mevzularda, başlıklarda bile ilgi, heyecan, hatta merak uyandırabiliyor. Gündem de tabii.
Bursaspor-Amedspor maçını da seyretmedim. Ama öncesindeki, maç anındaki, sonrasındaki görüntülere, o hazin, korkunç özetlere, provokasyonla, bir grup fanatikle geçiştirilmesi mümkün olmayan her türden zorbalık manzaralarına baktım. Sahanın yeşilini unutturan “Yeşil” posterini, futbol sahasına giren Beyaz Toros’u izledim. Fazlasıyla yeterliydi…
Yazdıklarım nasıl bir futbol yazısı değilse… “O da futbol değildi zaten” yahut “O mahut derinlikteki ‘devlet’ tasavvurunun gölgesindeki, peşindeki, hayalindeki ‘futbol’, tarihi olarak böyledir” demem için bir futbol bilgisine, tecrübesine sahip olmam gerektiğini sanmıyorum.
(¹) Stanley Matthews’ın koçluğuyla da dünya gündemine gelen Soweto, bir yıl sonra, 1976’da “Soweto Olayları/Ayaklanması”yla da tarihe geçiyor. Nelson Mandela, Desmond Tutu gibi Nobel Barış Ödüllü siyah liderlerin 20-25 yıl yaşadığı evler de orada, bugün de ziyaret edilebiliyor. Eğitimdeki ırkçı-baskıcı politikanın 1975’deki düzenlemelerle de sürmesi, Soweto’da Haziran 1976’da 20 bin kişilik bir protesto yürüyüşünü yaratıyor. Yaşanan korkunç zorbalığın, inanılmaz sefaletin ortasındaki bu yürüyüşü polis ateş açarak, şiddetle bastırıyor, 170 kişi ölüyor. O vahşette öldürülen 13 yaşındaki Hector Pieterson’ın fotoğrafı, dünyada Apartheid’ın, ırkçılığın sembolü haline geliyor.