Bizim kuşağın muhabbetlerine de uzanan meseleler arasında insanın ne olduğu, bereketli vecizelerin, esprilerin de kolayca üretilebildiği en eğlenceli felsefe ünitesiydi belki. “İnsan düşünen hayvandır” kalıbı, “bilmem ne yapan” zenginleştirmeleriyle konuyu -kıkır kıkır- hayvanlığımıza yahut bilgece ilk atalarımıza bağladığından bizim kuşağın teorik mütevazılığı için de kıymetliydi muhtemelen.
Sonra o kalıptaki “hayvandır”ın yerine “canlıdır”ı koyduk dilde felsefi zarafet devrimleriyle. Mesela benzer zarifliklerle “lümpen” dedik ve kapsadığı o camiaya karşı dolaşımdaki popüler, cazip, “feodal” sıfatları törpüledik, avamlaştırdık biraz. Artık sadece hayvan değil çiçek, salkım söğüt, uç uç böcek, düşünen kelebektik. “Canlı” dedik de “İnsan düşünen ottur, eğrelti otudur” filan demedik tabii.
Biliyorduk (ki) zaten
Hepimiz “okumuş çocuklar” olunca unuttuk o kalıbı, demode oldu, her şartta-her zaman-daima cin gibi felfelsefe okuyan muhabbetlerimizde. O süreçte “İnsan ne’dir?” sorusu “mâlûm”un fikri egemenliğinde gereksiz kaldı. Biliyorduk (ki) zaten.
Hem “Ne?”si ne kelime… Nasıl’ına, “İnsan Nasılİnsan Oldu”ya kitabından, felsefi antropolojisine bile doğumundan aşinaydık. Lafın gelişi-gidişi: Çocuk yaşta aldık elimize, bırakamadık. Her türden, kırattan felsefe yapmaya hep bayıldık ama “Felsefe nedir?”i de pek sormadık, derinliğine sorgulamadık esasını istersen.
İnsan olsun, felsefe olsun o tür şeyler kendiliğinden anlaşılır, adı üstünde meselelerdi. Hem “Ne”si de baştan karışıktı biraz. Vakit kıymetliydi, o zamanlar çok gençti, tez canlıydı, devir koşar adımdı. En önce göğüslemek gerekiyordu ipi… Ki ölünce bizim de ardımızdan “Aşk olsun sana çocuk aşk olsun” diye şiirler yazılsın.
İnsan kutuplaşan kutup ayısıdır
Biliyorduk ki… Aşk da dâhil birçok “derin mesele”nin ne menem bir şey olduğundan çok bize, bakışımıza değen/oturan tarafı, onu yaşamak, kullanmak, hatta telaffuz etmek önemli ve hoş. Tarifi hap gibi, endamı şanlı, sohbeti tatlı, biraz da veciz olsun, harika. Gerisi aşk, gerisi felsefe, karşı dağın ardı memleket…
Hem “Felsefe nedir?” sorusu öyle “Filozof düşünen maymundur” vecizeleriyle şıp diye kavranacak bir şey de değildi galiba. O soruya, “Ne”dirine derin dalınca, kafayı ona takınca bunaltır, daha baştan bıktırırdı da. “Nedir”inden “Nasıl”ına geçemezdin; kendi çapında divane Niçe olurdun, nice olurdun, durma çayına giren pos bıyığınla.
Belki o yüzden bazı felsefe dostları, “akşamcı”ları ve dahi dudak tiryakileri “Felsefe nedir”i fazla kurcalamadan direk mevzua dalmayı yeğlerken, felsefenin hasımları da yine “ne”sini boş verip “Bana felsefe yapma” savunmasında cepheleştiler. Anlaşılabilir bir şey: İnsan kutuplaşan kutup ayısıdır. Kutuplaşmak için kendimizce anlar, anlatırız bazı şeyleri.
“Böyle sorular sorma” zapturaptı
Neyse… Bu yazımda geçerli olmak üzere “Felsefe soru sormaktır” diyerek, şak diye kapatayım meseleyi. Ki kendimce felsefe yapmayı bırakıp, yazımın asıl konusuna gelebileyim. Sert, kestirme geçişi de “İnsan soru soran hayvandır” meseliyle yapayım.
Hem sonuna kadar arkasındayım bu vecizenin. Yaşadığımız birçok hayat/hayal berhavasının, atlamadığımız birçok badirenin bir yerinde soru sor(a)mamak, soruların yerine hazırdaki -boyunu kısalttığımız- konfeksiyon yanıtlara sevdalanmak, onun divanına uzanmak var. Böyle sorular sorulur mu? “ırkının ahfadıyız” zaten.
Ötesi yaşadığımız devletlû, tek yönlü iletişim devrinde, şartlarında, belirlenene aykırı soru sormak -tabirimi mazur görün- bir nevi “düşünen hayvanlık”la eş tutuluyor, hatta ona ödetilen bedel, verilen ceza o maddeden işlem görebiliyor, o minvalde tasavvur edilebiliyor, hayata geçirilebiliyor. “İnsan nedir?” sorusu “Soru sorma!” zapturapt rapında kaynıyor.
Şapkanı, takkeni önüne koy yeter
Soru sormak ya da sor(a)mamak… Evet, işte bütün mesele. Eline kafatasını alıp evirip çevirmen de gerekmiyor, şapkanı, takkeni önüne koy, yeter. İnsanın insan olma bilinci sorulardan geçiyor. Öyle olduğu için gazeteciliğin, haberciliğin tanımı, ilkeleri de 5N 1K sorularından, “formül”lerinden, soru sormaktan başlıyor.
Aslolan “Ne, neden, nasıl, nerede, ne zaman, kim” soruları. Hatta 5N’i 6’ya çıkaran “Nereden?”… Ki bugün de gündemdeki “Ey gafil, ey şaşkın bu ‘zihni sinir’, bu kezzabı cevap homurdanmaları nereden bulup, nerelere gidersin?” sorusu havada kalmasın.
Öyle ol(a)madığı, o formülle olmaması şiddetle gerektiği için iktidar ve yandaşlarının, uzantılarının, “meslektaş”larının “gazeteciliği” bu halde, haberciliğin hâli pür melâlde. “Yahu bu ne’dir?” diye soramadığın, sorsan bile karşılığını asla alamadığından. Ya da öyle soruları kendi tuzluğundan serpiştirip, yanıtlarını kendi cümlelerine, kendi düzenlerine, işlerine geldiği gibi kaynattıklarından.
Sorgusuz sualsiz “taraf”lar
Kendince baştan mâlum olduğu yahut artık bunaldığın, bıktığın, hatta ürktüğün için “Bu ne? Bu düzen, bu gidiş nedir” demediğin/diyemediğin, “soru”larını bir türlü güncellemediğin, soru işaretinin ardından adını açık açık koy(a)madığın ya da peşinen, en baştan, sorgulamadan koyduğun bir mesele de aynı zamanda. Yaman mesele, memleket meselesi.
Diğer yanda, karşında, öyle ya da böyle o “taraf”ta olduğu/durduğu, kendini oraya mecbur hissettiği için bazı insanların pas geçtiği, yanıtını vermekten çekindiği, hâlâ adını koymak/kondurmak istemediği bir soru belki.
“Buldum buldum” telaşı gereksiz
Bu iktidarın, bu düzenin, bu yapılanların, bu hayatın aslında, düpedüz, adıyla sanıyla “Ne?” olduğundan geçti sanki ona yandaş ya da karşıt olan birçok insan. Hâlâ Arşimet Prensibi’ne kulp takıp, suyun kendi laboratuarında tahlil edilmesi gerektiğini savunanlar da var. O cepheye karşı geçmişe ışınlanıp durma “yeni” kanıt arayan/bulan, olmadı kendince teori uydurup, üretip elinde bardak “Buldum buldum” diye koşturanlar da…
Ne gerek! Bu koşullarda “teşhis”i sündürmekten, genişletmekten, hatta tehlikeli sanı/tanılara sürüklemekten çok “tedavi”den bahsetmek, oraya odaklanmak süreci, “Bunu atlatacağız, bunu yeneceğiz” söylemidir herhalde seçim. Fikrimce en iyi, belki tarihi seçim sloganlarından “Her şey güzel olacak” vaadi, tarih olmadı daha.
Kıyâmet masanda, çay bardağında
Bazı çevrelerde aklı başında bir tahlilden ziyade bir ruh hâli olarak seyreden siyasi hissiyatla bindik bir alâmete gidiyoruz… Kıyâmet midir, kerâmet midir, benim için yanıtı, ufku umutla açık olsa da, onun da hissiyatı bazen huyuna suyuna göre.
Oysa asıl kıyâmetin “ne” olduğunu ekonomide, pandemide, depremde makul bir sisteme dayanmadan, o mahut talimata, düzene, neredeyse keyfe göre yapılanlarla da bolca yaşadık, tüm uyarılara, ortadaki ayan beyan akla mantığa rağmen yapılmayanlar da…
Bu ülkede kıyâmeti elini gözlerine siper ederek ufukta aramana gerek yok. Kıyamet, endişe -Nâzım’dan mülhem- masanda, çay bardağında, cigara paketinde; o düzenin garsonu getirdi onu ama sen ısmarladın. Masanın üstünde, dirseğini dayadığın yerde, aklından geçenlerde… Senden gizlediklerinde, gizle(ye)mediklerinde… Kıyâmet bunu fark etmeyişindeydi senin.
“500 altını kime yedirdin”
Evde, sokakta, her yerde üzerine abanan kara dağların kara kavalından nağmeler. İktidar korosu en oynağından, en eğlencelisinden “Fidayda” söylese, o koparılası kafanda “500 altını kime yedirdin?” sorusu. Kalk da önünü ilikleyip oyna bakalım.
Bu ülkede artık anormal sayılmaması gereken “işkillenme”, endişe, şüphe refleksiyle, en keyifli oyun havasının güftesine, satır aralarına, makamına bakıyor, notalarında şifre, bir musibet arıyorsun. Buluyorsun da genellikle. Bitmeyen sorular, sorular…
Artık meramıma, yazıma vesile olan asıl meseleye geleyim. Sekiz yıldır iktidarını devletlû ortağıyla sürdüren Cumhur İttifakı, seçim arifesinde pürtelaş “yeni” ortak-destek peşinde. BBP, HÜDA PAR’dan sonra sıra Yeniden Refah Partisi’ne (YRP) geldi. Temaslar, temaslar… Ben bu yazımda sadece birine, biriciğine değinmeye çalışacağım.
İttifakın “nazik” temasları
YRP üzerinde de oturup düşünen, “Ne’dir bu?” diye sorgulayanlar çok, milyonlarca değildir herhalde. Yine de “Bugüne kadar ben düşünmedim” diyeyim. O da girişte değindiğim insan gibi, felsefe gibi adı üstünde bir meseleydi sanki. Zaten Yeni Refah Partisi değil Yeniden Refah Partisi… “Kaldığımız Yerden Refah Partisi” de diyebilirim fikrimce.
AK Parti’nin seçim arifesindeki koşar adım temasları, kendi deyişleriyle “nezaket ziyaretleri” ekranların da güncel konusu. Sözlükte “Dikkat edilmediği takdirde ters sonuçlar doğurabilecek, kritik” anlamına da gelen hayli “nazik” temaslar. O ziyaretlerin niyetinin bildik bir “nezaket”le ilgisini kuramadığım, o bağlamda ufkunda “siyasi nezaket”in yattığını filan pek düşünmediğim için sözlükteki o anlamı bana daha uygun geliyor.
Şu ana kadar öyle ya da böyle seçim ittifakı-teması yaptığı bazı partilerin, çevrelerin toplumsal, siyasal sicili, güncel programları, sözlü-yazılı taahhütleri, hatta tahayyülleri televizyondan sosyal medyaya ekranlarda boy gösteriyor. Ben düşüncelerimi bir yazıda özetleyebilme niyetiyle meseleye sadece bir “vaka”yla ve kadın hakları penceresinden bakmaya çalışacağım.
“Küçük” değil dev mesele
Cumhur İttifakı’nın kadın haklarına açtığı alan, ona dair gündelik seyri, o konuda kaybolmayan kara bulutlar, vahim soru işaretleri, sadece güncel seçim ortaklarıyla bastıran bir iklim değil. Şiddetli havası, basıncı mevsim ortalamalarını bile düşürmüyor, yükseltiyor.
Bir gecede feshedilen (Başa püsküllü fes eylenen mi desem) İstanbul Sözleşmesi bir yana, “kadın”la ilgili mevzularda hep “sürçen” iktidar dili, söylemi bile mâlûmun ilâmı. Örneğe fazla gerek yok; hatta o pervasız lisanın bazı örneklerini tekrar kelimelendirmeye, telaffuz etmeye yazı adabı da imkân vermiyor.
Yazımdaki güncel, iktidarın son temaslarıyla ilgili meselem YRP… Önce bu hafta gündeme gelen ekrandaki programlarını hatırlatacağım izninizle. Çünkü taktım o meseleye ve o meselenin bir anda “AK Parti yalanladı” diye geçiştirilmesine ya da gündemde erimesine… Aynı soğukkanlılıkta ve görüşte değilim. Ayrıca bu “vaka” bir yönüyle “soru sor(a)mamak” furyasına da ekleniyor fikrimce. “Yalanlandı” ve kapandı yahut gündemin karambolünde gerekli sorular kaynadı.
Bu kadar “Açık ve Net” olur
YRP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Doğan Aydal pazartesi akşamı Habertürk’de işleyişle değil benim varacağım yer açısından adıyla müsemma “Açık ve Net” programındaydı… İktidarla ittifak görüşmelerinde masaya 30 maddede topladıkları şartlarını koyduklarını anlatıyor.
Kübra Par’ın “AK Parti’nin reddettiği talebiniz oldu mu?” sorusuna tereddütsüz “Hayır” yanıtını veriyor. Henüz bir mesele yok. Şaşırtıcı bir şey de yok. O tarafın refahı, bu tarafın adaleti, kalkınması ortada.
Ancak Aydal maddeleri saymaya başlayınca YRP’nin şartlarından birisinin de “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanun”un kaldırılması olduğu ortaya çıkıyor. Ben yine şaşırmıyorum tabii. Ama muhtemelen format gereği arada şaşırması da gereken Par duralıyor.
“AK Parti yetkililerinden ricamız”
Ardından “Bu maddeye de tamam demiş olamaz herhalde AK Parti değil mi?” sorusunu yöneltince, Aydal üstüne basa basa yanıtlıyor:“Bizim taleplerimiz yazılı olarak kendilerine iletildi ve bu iletilme esnasında da tek tek okundu ve karşı taraftan ‘Hiçbir problem yok’ dendi. Hatta burada olmayan birkaç şey daha ekleyeceğimizi de söyledik.”
Par’ın ısrarla “Bu Binali (Yıldırım) Bey’in de olduğu görüşmelerde mi okundu?” sorusu üzerine Aydal üçüncü kez aynı minvaldeki yanıtının altını koyuca çiziyor: “Evet, ondan önce alt görüşmelerde de tek tek bütün maddeler üzerinden geçildi, herhangi bir itirazları olmadı.” Aydal’ın AK Parti’nin reddetmediğini ısrarla vurguladığı/savunduğu maddeler arasında “LGBT derneklerinin kapatılması”, “Süresiz nafakanın kaldırılması” da var. O kısım programda gürültüye gidiyor.
Bu netlik karşısında Par yine araya girip bu kez de AK Parti’ye bir çağrı yapıyor: “Bizi izleyen AK Parti yetkililerinden ricamız, 6284. Maddenin kaldırılmasına da tamam dediniz mi, bu konuda bir aydınlatma bekliyoruz.” Kör kör parmağım gözüne…
“Ne şiş, ne kebap” açıklaması
Artık bu ricacı, açık çağrıya icabet midir bilemiyorum, Binali Yıldırım bir açıklama yapıyor: “Bu detayların hiçbir tanesini konuşmadık. Kaldı ki ömrünü yerli ve milli sanayiye adamış Erbakan Hocamızın devamı olan Yeniden Refah Partisi ile bizim ters düşecek hiçbir konumuz olamaz.”
Şimdi… Yıldırım’ın “detayları konuşmadık”lı bu açıklaması bir yalanlama mıdır, “Şartlar bize sunuldu, gördük, biliyoruz, bir şey demedik ama -henüz- konuşmadık” mıdır, partisinin bu konudaki duruşunun gayet net olduğunun altını çizen kuvvette, yürek ferahlatan bir beyan mıdır… “YRP ile ters düşecek hiçbir konumuz olamaz” lafın gelişi midir, o zihniyet ittifakının gelişi mi?
Ben bu sorularıma kendi payıma cevap bulamıyorum. Ötesi bu soru işaretlerini pas geçip olayı kapatmayı da makul bulmuyorum. Ayrıca bu bir yalanlamaysa o zaman yalanı kim, niye söyledi yahut Aydal doğru olmayan bir “bilgi”yi pop-komik deyişiyle “80 milyonun izlediği” ekranda, canlı yayında, ısrarlı, bunaltıcı sorulara rağmen, tereddütsüz, ısrarla neden, nasıl verdi?
AK Parti’nin YRP’nin “kadın”a dair şartlarını kabul ettiği iddiasının rivayetten öte bir nitelik kazanması, sadece Aydal’ın ısrarlı beyanı, Yıldırım’ın “ne şiş, ne kebap” açıklaması sayesinde filan değil. O ittifaka dokusal olarak kuvvetle uyacağı varsayımını, hissiyatını da kapsıyor.
Aile içi meseleler…
Nitekim o programa, yayına MHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Yıldız mesajıyla katılıyor. Programda okunan mesajında vurguluyor: “Cumhur İttifakı sadece bir seçim ittifakı olmayıp, milli ve ahlaki bir duruş ve bu çerçevede sürdürülecek tarihi bir birlikteliktir.”
Yani bu temasın sonucu, akıbeti ne olursa olsun, artık bir bakıma “aile içi” bir mesele var ortada. Dikkatinizin altını çizerek YRP ayaklarına gidilerek ittifaka davet edildi. Böyle ilkeleri, şartları arasına koymasaydı, gözümüze sokmasaydı, kadın hakları konusunda içimiz rahat mı olacaktı?
Millet İttifakı’nın çoktan açıkladığı, 240 sayfalık ortak mutabakat metnini geçtik, Cumhur İttifakı’na dair bir metin de yok ortada. Niyet, ihtiyaç, artık zaman var mı, onu da bilmiyorum. Ötesi bir yasa, bir madde sadece kaldırılarak mı kadük edilir yoksa uymamak, uygulamamak, üst mahkemelere filan gitsen de sonuç alamamakla da bunu halletmek mümkün müdür?
Bünyeye uymayan açıklamalar
Netlik ayarı yapılan açıklama ise Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık’dan geliyor: “6284 sayılı kanunun ruhuyla ve mevcudiyetiyle varlığı son derece önemlidir. Varlığının tartışmaya açılması dahi bizce kabul edilemez.”
Lâkin bu da iktidarın “o an gereği” yaptığı açıklamaların tam tersini savunduğu, yaptığı külliyat, arşivler karşısında nasıl bir güvencedir, şüpheli. Bu arada Yanık’ın bu cümlesi, bu kez Yeni Akit’e başlık oluyor: “Bakan Yanık aileyi parçalayan yasayı savundu.”
Evet, böyle, yani lafta bile olsa o bünyeye uymayan açıklamalar, o yapıda ve sadece tavanda değil tabanda da homurdanma, sarsıntı yaratabiliyor. Öyle sarsıntılarla o yapının aslında “ne” olduğu da ortaya dökülüyor. Bu küçük bir örnek… Büyüğü, “açık ve net”i ise AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin vakasıyla geliyor.
Çizgide kopan kıyamet
Zengin “kadına karşı şiddetin önlenmesine dair 6284. yasa”nın kaldırılması meselesinde, “6284 bizim için önemli bir konudur ve kırmızı çizgimizdir” açıklamasıyla gündeme geliyor. Ve kıyamet kopuyor. Yazıma verdiğim “Tek bir ‘vaka’yla ‘Bu ne?’ ittifakı” başlığımı iyice koyulaştıran, karartan, o soruyu benden iyi cevaplayan itiraflar da ortaya dökülüyor. Zengin açıklamasında kullandığı iki kelimeyle, “kırmızı çizgimiz”le kendi camiasından, cenahından da bombardımana tutuluyor.
A Haber’de katıldığı programda 6284 sayılı yasayla ilgili o kısacık açıklamasından sonra hedef haline getirildiğini, sadece sosyal medyadan değil çok düzenli ve planlı bir saldırı altında olduğunu, telefonuna yüzlerce tehdit mesajı aldığını tek tek anlatıyor. Katıldığı programda “Sadece muhalefetten mi geliyor bu eleştiriler?” sorusuna, iki kez “Hayır, hayır” yanıtını veriyor.
“Eş dost arasında büsbütün yalnız”
Ardından “Biz zaten muhalefetle genel kurulda kafa kafaya geliyoruz. Ama gördüğüm tablo, bizim gibi insanlar kendi içimizde tartışırken böyle bir üslup, tehdit dili kullanamayız. Buradaki problem nereden gelirse gelsin ki, şu anda AK Parti’ye oy vereceğini söyleyen insanlar…” diye yakınıyor.
“Bu konuya kimse girmek istemiyor çünkü hedef oluyorsunuz. İşte ben. Ben AK Parti Grup Başkanvekiliyim. Grubumuz adına konuşuyorum ama grubumuz adına konuşan bir erkek arkadaşımız olduğunda hiç sorun olmuyor. Ben konuştuğum zaman tarifi imkânsız bir şekilde planlı, düzenli bir saldırıya uğruyorum. Artık bu maddeyle ilgili konuşmak istemiyorum. Yorgunum… Yalnızlıktan da yoruldum, camiamızın içinde bulunduğu durumu değerlendirirken de hüzün duyuyorum” diyor. O “Yalnızım” diyor, benim aklımdan Attilâ İlhan’ın “eş dost arasında büsbütün yalnız” dizesi geçiyor.
Kırmızı çizginin tonları…
Ve sonunda açıklamasının netlik ayarını yeniden yapıyor. Hani az önce Bakan Yanık’ın demeci vesilesiyle “o an gereği” yapılan açıklamaların güvenirliğine değinmiştim ya… Bu örnekle öyle açıklamaların kıymetinin yanında ömrünün de nasıl kısa olduğu ortaya çıkıyor, maalesef AK Partili Zengin’in dudaklarından, hem de birkaç kez dökülüyor: “Ben tartışılamaz demedim. Tabii ki tartışılabilir.” Bahsettiği “kadına şiddete karşı” yasa.
İlk açıklamasındaki çizgi kırmızı mıdır, trafik ışıklarından müphem yeşil, sarı, az bekle midir, hangi renktir bilemem. Ama “kırmızı çizgi” deyiminin anlamı açık ve net; öyle eğilecek, bükülecek, tonu iyice, pembeye doğru açılacak bir şeyi ifade etmez. “Olmazsa olmazdır”, “Vazgeçilmezdir”, “Geri adım atılmazdır”, o kırmızı çizginin yani bu örnekte yasanın kaldırılmasına “asla izin verilemezdir”. Bu nedenle durma kullanmaya da gelmez.
İşte kendi penceremden bir “vaka”yla, gündemde inmeyen Cumhur İttifakı’nın ortaklık arayışları-buluşları, temasları, “nezaket ziyaretleri”, her aşamasında “nazik” seyrüseferi… Ve sorulmayan, sorulamayan, pas geçilen ya da sorarken, yanıtlarken adı koyul(a)mayan/kondurulamayan “Bu ne’dir?” meselesi.
“Sandık” cinaslı kafiye
Bu soru seçime giderken de önümüzde, o sandığın başında da… Bu örnekte seçimlerdeki sandık, “Bugüne kadar öyle sandık” cinasına da uygun, cinaslı kafiye fikrimce. Orada kadın olmak hem yaman, hem de hayati mesele. Zira (AK Partili Zengin’in açıklamasından ödünç alarak) kadın hedef, kadın düzenli, planlı saldırı, tehdit bombardımanı altında, kadın yorgun, kadın yalnız, o camiadaki durumu değerlendirirken de hüzünlü, öyle de yalnız.
Oysa artık insanın kendini yalnız hissetmeyeceği ortak, geniş mutabakatlar, 240 sayfaya göz attığında derdine derman ya da pansuman olacağını umabileceği mutabakat metinleri, onların kürsülerdeki dili, lisanı, sözü de var.
En azından penceremden öyle görünüyor. Diğer tarafta, temaslarda, olan ya da muhtemel ittifakta ortada öyle bir seçim mutabakatı, kamuoyuna açıklanmış metni filan da yok. Niyet, ihtiyaç var mı, bence o da yok. Ötesi örtülmeye, yalanlanmaya çalışılan bu “iddia”, Millet İttifakı’na yöneltilebilecek iddialardan, hatta atılacak iftiralardan bile değil mesela. Böylesine ciddiye alan, hatta yakıştıran bile çıkmaz.
“Yahu bu nedir?”in zamanı
İşkillenmeyse yazdıklarım bu da ısrarla yaratılan bu ortam yüzünden. Soru soramayan, sorsa da asla yanıt alamayan, alsa da o evirip çevirmede sorusuna cevap bulamayan insan işkillenir. Huysuzluğa huy eklenir, huylanır. Açık haber kaynaklarını, gözden, ağızdan kaçanları didikler, yanıtını kendi bulur nihayetinde. Eğer yazım, bulduğum yanıtlar, yaptığım yorumlar velev ki isabetsizse münasebetsiz sayılmaz.
Seçim, oy verme de insanın yanıtını kendine göre bulmasını, kendi iradesine göre değerlendirmesini, tercihine göre kullanmasını gerektiren bir mesele. Tanımı, mevzuatı, kıymeti, hakkı-hukuku, demokrasisi öyle… Oyunu senin değil senin yerine başkasının, üzerindeki başka iradenin, otoritenin kullanmasına izin veriyorsan başka. Bunu önce kendine sormalı herhalde insan. Yazımın başından beri hep etrafında dolanıp durduğum o soruyu muhatabına soramıyorsa, kendine sorsun, sorabilsin yeter: “Yahu bu nedir?”