Biri seküler öbürü muhafazakâr üst sınıftan iki ailenin çocuklarının yolları ani bir evlilikle kesişir ve olaylar gelişir: Kızılcık Şerbeti.
Yayınlandığı istisnasız her akşam sosyal medyada gündem oluyor; WhatsApp gruplarında konuşuluyor; bir siyasetçi dizinin son bölümünden yola çıkarak seçim öncesi “seçmeni”ni uyarıyor ya da tehdit ediyor; RTÜK açık açık şiddetin özendirildiği onca diziyi bırakıp Kızılcık Şerbeti’ne “kadına karşı şiddet sahneleri nedeniyle 5’er kez yayın ve program durdurma ile üst sınırdan idari para cezası” veriyor.
Yıllardır izlediğimiz dizilerde anlatılan “normal”in içinde sağcısından solcusuna hep seküler hayatlar vardı. Yani “insanı insana anlatırken” hep seküler taraf “normal” sayılıyordu.
Dindar/muhafazakârlar hep Anadolu’dan taze göçmüş cahil kapıcı, hizmetli yahut aç gözlü, şehvet düşkünü hocalardı.
Bazen de tersi oluyordu: Anne babanın namazında niyazında, kızlarının açık, oğullarının gelenekçi çizildiği yakın dönem dizilerinde (Huzur Sokağı, Vuslat) dindar/muhafazakâr aile idealize ediliyor; büyüklerine saygı gösteren küçüklerini seven gençler ve kadınlar bütün iyiliklerin, babalar ve dedeler bilgeliğin kaynağı olarak gösteriliyordu. Yani her hâlükârda dindar/muhafazakâr karakterler ya yerilerek ya yüceltilerek (tek boyutlu anlatıyla) karikatürleştiriliyordu.
Kızılcık Şerbeti ile belki de ilk defa muhafazakâr/dindar bir aile “normal” kategorisinden, üstelik Show TV gibi bir ana akım kanalda dizi piyasasına sürüldü. Ülkenin en az yarısını oluşturan bir kitle ancak normalleştirilebildi, ancak görüldü. Senaryoda seküler ve muhafazakârlar arasındaki rol dağılımı da bu savı destekliyor. Erkeğiyle kadınıyla ve hatta yalısıyla koskoca Ünal ailesine karşılık, bir elin parmaklarını geçmeyecek Arslan ailesinin kadınları.
Anlamakta zorlandığımız nokta, gayet yerinde bir kararla yola çıkan senaristlerin bu kadar yüzeysel, bu kadar genel bir hikâye anlatmaları. Spesifik bir hikâye ve karakterler yok ortada. Önce en kaba hâliyle, en bilindik klişelerle bir dindar/muhafazakâr, bir de seküler aile prototipi çıkarılmış. “Gerçek bir hikâyeye dayanmaktadır” denilse de en az birkaç gerçek hikâyeden esinlenildiği kuvvetle muhtemel. Bu çok genel hikâye sokakta, evde, işte, okulda (seküler, muhafazakâr fark etmeden) rastgele herkesten duyabileceğimiz diyaloglara da yansıyor.
Örneğin kadınlar: “Evin huzuru kaçmasın!”, “Ev reçelsiz mi kalsın?”, “Siz benim kızımı kapatmaya mı çalışıyorsunuz?”, “Ha farklı ha tuhaf!”, “Bunlar çok erken evlenmiyor muydu?”, “Senin yüzün ne kadar güzel. Niye kapattın ki başını?”, “Ben size niye açıksınız diye soruyor muyum?”, “Biz düzgün ve geleneklerine bağlı bir aileyiz”, “Her zaman yaptığını yapacaksın, hiçbir şey olmamış gibi davranmak…”, “Ne bitmez yaralarınız varmış. Ben ne kötü anneymişim”, “Erkeksin sen, baban seni güçlü kuvvetli görmek istiyor.”
Örneğin erkekler: “Sosyetik ama mazbut insanlar”, “Sen Hacı Mustafa Emin’in torunusun!”, “Bu evde ne yanlış ne doğru ben bilirim! Sen yorma güzel kafanı”, “Elalemin oğlu gece kadına gider bu kek yapmaya kalkıyor”, “Erkek adamsın, kimle istersen onunla görüşürsün”, “Biz öyle insanlar değiliz!”, “Erkeklerle ağız ağıza! Ne gerek var bu işlere? Senin öncelikli mesleğin annelik!”, “Erkek adamsın, karına lâfını sözünü geçir!”, “Karın evde oturur çocuklara bakar, sen de hayatına bakarsın”, “Nikâhta keramet vardır”, “Kusurlu musun lan sen!”
İşin püf noktası da burada muhtemelen, daha özel bir anlatıyı izleyicinin bünyesi kaldırmayabilirdi. Aldığı tepkilere, etkileşime bakılırsa da doğru bir iş yapılmış. Nispeten daha az, daha kabul edilebilir entrikalara yer verilmesi, aralara bazen kahkahayla bazen buruk bir tebessümle izlenen komikliklerin eklenmesi, dizinin daha rahat (bunalmadan, sıkılmadan) izlenmesini sağlıyor. Kıvılcım karakterine rağmen kısmen şikâyetçi olsalar da seküler kadınların Kızılcık Şerbeti’ni daha soğukkanlılıkla; dindar kadınlarınsa mahremiyetin ihlâl edildiği düşüncesine eşlik eden (tetiklenen) travmalarının etkisiyle bir tür tedirginlikle izlediğini var sayıyorum.
Ayna ayna söyle bana
Buraya kadar dram ve komedi dozu dahil her şey klasik dizi senaryosu mantığına ve hatta (biraz fazlaca) matematiğine gayet uygun. Seküler Arslan ailesi ile muhafazakâr Ünal ailesinin karakterleri iyisiyle kötüsüyle birbirinin ve temel toplumsal yapının yansıması. Albay kızı Sönmez/Hacı Emin Mustafa’nın oğlu Abdullah Bey: Aklıselim sahibi, öngörülü, yeterince anlayışlı, geleneğe (toplumsal kabullere) ve “ele güne”, itibar imajına sonuna kadar sadık ve otoriter. Kıvılcım/Pembe (burada okuyucunun itirazını duyuyor ve artırıyorum), “her şeyi çocuklarının iyiliği için yapan” annelik müessesesi evlatlarında kendini gerçekleştirmekse eğer, iki karakteri aynada buluşturmak gayet yerinde. Otoriter Pembe “Huzurumuz kaçmasın”, Kıvılcım “Bütün ömrümü mücadeleyle geçirdim. Doğruları savunarak” diyerek kendi düzenine sahip çıkıyor. Doğa/Fatih: Başrolde görünseler de ikisi de ailelerinin gönlünü etmeye çalışan “altın çocuk”lar. Konuşamadıkları konularda susarak aşklarını sürdürüyorlar, doğmamış çocukların hatırına yürüyen ilişkinin henüz farkında değiller. Kayhan/Nilay: Saf kötülükle kifayetsiz muhterisliğin birbirine karıştığı karakterler. Yalancı, bencil, çıkarı için her şeyi kabul eden, her türlü kötülüğü (kötülük olduğunu asla kabul etmeden) yapabilecek sıradan insanlar.
Alev/Nursema: Asıl hikâye burada. Evin aklına eseni yapan, dik başlı dobra, asi kızı Alev ve annesiyle sessizce evin “huzur”lu düzenine, erkeklerine hizmet eden, itaatkâr Nursema… Karşı tarafı sürekli yargılayan, suçlayan ve her durumda kötüleyen biri seküler, diğeri muhafazakâr iki kadın. Sürekli kaçınsalar da ilk bölümden itibaren incelikle kurulan temasla dönüşen, sonunda birbirini anlayan ve destekleyen kadınlar. Tabii burada tıpkı gerçek hayattaki örnekleri gibi bir Nursema’yı kurtarma operasyonu da aşikâr.
Nursema’nın nefesi
Dizinin başlarında, konuşurken karşısındakinin gözlerinin içine bile bakamayan, ailenin etkisiz elemanı gibi görünen Nursema’nın (Umut’un aşkının verdiği cesareti göz ardı etmeden), “aile”yi darma duman eden bir kahramana dönüşmesinin hikâyesi daha derin ve sessiz. Her şeyin babalar ve erkek kardeşlerin huzuruna bağlı olduğu geleneksel (üzerine bir de dindar) ailede kız çocuklarının adalet arayışıyla tanışması çok erkendir. O yüzden kızlar daha çok okur, daha çok anlar, daha geç isyan eder. Babanın her sözünün emir, annenin her davranışının bu emre tâbi olduğu bir ailede büyüyen Nursema’nın da kendisiyle beraber büyüyen adalet arayışının bardağı taşıran damlayla son bulduğunu söyleyebiliriz.
Nursema’nın (üzerinde hiçbir emaresini görmediğimiz) Amerika’da okuması bile onda ailesine itiraz etme ihtiyacı doğurmaz. Belki de fazlasıyla konforlu (iyi bir eğitim, evde hizmetliler, ekonomik anlamda sıkıntısız bir hayat, ustalıkla kullandığı jip, sanata vakit ayırabilme imkânı) yaşantısına şükrederek annesinin dizinin dibinde sadakatle yaşadı. Fakat ilk “hata”sında zorla evlendirilmek suretiyle annesi ve babası tarafından gözden çıkarıldığını, yuvadan atıldığını, erkek kardeşlerine gösterilen anlayışın kendisinden esirgendiğini görmek Nursema’nın içindeki meleği öldürdü. Evden (yalancı da olsa cennetten) kovulan Nursema’nın tek başınalığıyla yüzleştiği an her şeyi yapabileceği andır.
Aileyle yüzleşmek herkese nasip olmaz. O yüzden kadınlar Nursema’nın “aile”yi dağıttığı sahnede kendini buldu. O yüzden kadınlar, başörtüsünü düzelterek (bir an başını açacak korkusuyla) kapıya yönelen Nursema’yla gururlandı. O yüzden 6284’ün kaldırılma tehdidini ensesinde hisseden kadınlar, kapıyı çarpmadan birkaç saniye önce Nursema’yla birlikte derin bir nefes aldı.
Not: Bu yazıyı yazmak pek kolay olmadı. Neden yazmak istiyor ama yazamıyorum diye düşündüğümde birkaç arkadaşımın hikâyesinin tetiklediği travmalar geldi aklıma. Biri Nursema’nın dini nikâh sahnesi için “Benim nikâhımla aynı”, on beş yaşında evlendirilen bir diğeri “Nursema’nın resmî nikâhı sırasındaki bakışlarıyla bakan bir fotoğrafım var”, bir başkası “Abdullah beyin gül göndermesi dahil dizideki her şey gerçek” dedi.
Dahası da var; on beş yaşında evlenen arkadaşım boşanmaya karar verdiğinde can havliyle fıkıh ansiklopedilerinde “kadının boşanma hakkı”nı aradığını anlatıp “Bilseydim dini nikâh sırasında hakkımı alırdım” demişti. İlahiyat okumayanların ya da özel olarak bu konulara eğilmeyenlerin pek bilmediği bu bilgiyi de aktarmış olayım. Dinimizde kadının da boşanma hakkı vardır. Adına tefvîz-i talak denir.
Tefvîz-i Talak: https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/837/bosama-yetkisinin-ese-veya-baskasina-devredilmesi-mumkun-mudur