Geçtiğimiz Cumartesi (1 Nisan 2023) Serbestiyet’te yayınlanan ve ABD haber portalı Axios’a atfen verilen bilgilere göre, 2000 yılından bu yana görev süreleri sona erdikten sonra liderlerini yargılayan veya hapse atan ülke sayısı 78 imiş. Dava konularının çoğunun yolsuzlukla ilgili, yargılanan ülkelerin de en çok Latin Amerika’da bulunduğu görülmektedir. Yargılananlar sadece eski diktatörler değildir. G. Kore, İsrail, Brezilya ve Fransa gibi demokrasiler de liderlerini yargılayabilmektedir. Hatta bazen yargılanıp hapis yatan bir eski lider, şimdi Brezilya’da gördüğümüz şekilde tekrar seçim kazanıp iktidara geri gelebilmektedir. İçinde bulunduğumuz hafta, eski ABD başkanı Donald Trump da mali bir suçtan dolayı yargılanmak üzere tutuklanacaktır. Tarihte ilk defa eski bir ABD başkanı yargılanacak olup, Trump’ın iki ayrı davadan daha yargılanması ihtimal dahilindedir.
Ayrıca, geçtiğimiz haftalarda Ukrayna savaşı başladıktan sonra Rusya tarafından işgal edilen Ukrayna topraklarında çocuk kaçırma olaylarının insanlığa karşı suç teşkil ettiği gerekçesiyle Rusya diktatörü Putin’in Uluslararası Ceza Mahkemesince (UCM) yargılanacağı haberi içine kapanmış olan kamuoyumuzun ve medyamızın ilgisini pek çekmedi. Sadece birkaç Rus muhibbi Avrasyacı yorumcu olayı önemsemeyerek pratikte uygulanamaz olduğuna dikkat çekmiş, kamuoyu ise konu ile ilgilenmemiştir. İktidarımız ise konuyu yok farz ederek, Putin’le ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir. Putin’in yargılanma ihtimali ve UCM’deki davanın olası sonuçları hakkındaki görüşlerimi biraz sonra sunacağım.
Bu dava bana devlet başkanlarının yargılanmasının tarihte ne kadar nadir bir şey olduğunu hatırlattı. Geçmişe bakacak olursak benim aklıma gelen ilk örnek İngiltere Kralı I. Charles’ın kaybettiği iç savaş sonrasında yargılanıp 1649 yılında idam edilmesidir. Gerçi idam edilen Kralın bugün Londra’nın önemli meydanlarından Trafalgar’da heykeli mevcuttur. Bununla birlikte onu idam ettiren ve yerine geçen askeri diktatör Oliver Cromwell’in adı yine bugün Londra’nın geniş caddelerinden biri tarafından taşınmaktadır. İngilizler askeri diktatörlükten hoşlanmadıkları için Cromwell’den sonra idam edilen Kralın oğlunu II. Charles olarak tahta oturtmuşlardı. Bilindiği üzere monarşi de o gün bugün devam etmektedir. 1910’larda Birleşik Krallık donanması genişletildiğinde yeni inşa edilen dretnotlardan birine Cromwell’in adını vermek düşünülmüş, ancak kendisi de bahriyede uzun yıllar hizmet etmiş olan zamanın kralı V. George bu fikre şiddetle itiraz edince bundan vazgeçilmiştir. Yine de idam edilenin heykelinin dikilmiş olması, idam ettirenin de adının önemli bir caddeye verilmiş olması İngilizlerin tarihleri ile barışık olduklarının bir kanıtı sayılabilir.
Yargılanarak idam edilen bir diğer hükümdar da Fransa Kralı XVI. Louis olmuştur. 1793 yılında idam edilmesinden sonra Fransa uzun bir süre istikrara kavuşmamış, hatta iki kardeşi de sonraki yıllarda arka arkaya tahta çıkmıştır. Şimdiki Cumhurbaşkanı Macron 2017 yılında ilk defa seçildiğinde Kralın yargılanıp idam edilmesinin yanlış bir şey olduğunu söylemiş, bunun üzerine epey tartışmalar meydana gelmişti. Ona karşı çıkan sokak gösterilerinin kullandıkları pankartlarda Macron’u Kral Louis’nin fotoşoplanmış portresinde görmek mümkün.
20inci yüzyılda devlet ve hükümet başkanlarının yargılanıp idam edilmesi yaygın bir uygulama olmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında devrik Alman İmparatoru II. Wilhelm’in yargılanması ve hatta idam edilmesi talepleri gündeme gelmiş, ancak İmparatorun İngiltere Kralı V. George’un halasının oğlu olması bir koruma zırhı teşkil etmiş, Wilhelm ömrünün kalan yıllarını Hollanda’da sürgünde geçirebilmiştir. Rus Çarı II. Nikola ailesi ile birlikte katledilmiş, ancak bu cinayet yargılanma olmaksızın gerçekleşmiştir.
19 ve 20inci yüzyıllarda suikasta kurban giden Devlet ve Hükümet Başkanları tüm dünyada az değildir. Ancak yargılanma sonucunda idam edilenlerin sayısı çok azdır. Benim bildiğim, 1922’de Yunanistan eski Başbakanı Dimitrios Gounaris (Kurtuluş Savaşının Yunanistan tarafından kaybedilmesindeki sorumluluğundan dolayı), 1961’de ne yazık ki eski Başbakanımız Adnan Menderes ve 1989 yılında Romanya diktatörü Ceaucescu tek örneklerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Nüremberg ve Tokyo mahkemelerinde savaş suçluları yargılanmış, Nüremberg’de 10 kişi, Tokyo’da altı kişi idama mahkûm edilmiş ve cezaları infaz edilmişti. Yargılanmayan İmparator Hiro Hito tahtından indirilmemiş, buna karşılık idam edilenler arasında iki eski başbakan yer almıştır. Nüremberg’de ise Hitler savaşın son günlerinde intihar ettiği için daha düşük düzeyde sorumlular yargılanmıştı. Fransa İkinci Dünya Savaşında işgalci Nazi Almanya’sının kurdurduğu işbirlikçi rejimin Devlet Başkanı Mareşal Pétain’i müebbet hapse mahkûm etmiş, onun başbakanı Pierre Laval’i ise idam etmişti. Pétain’in Birinci Dünya savaşında kahraman bir komutan, İkincisinde ise işgalcilerin işbirlikçisi olması tarihin cilvelerinden biridir. Ancak Pétain, Laval ve bir çok başka savaş suçlusunu yargılayan mahkemeler tamamen yerel olup Nüremberg ve Tokyo’dan o bakımdan farklıdırlar.
21inci yüzyılda yargılanıp idam edilen tek devlet başkanı Saddam Hüseyin olmuştur sanırım. Mısır’da devrik devlet başkanları Mübarek ile Mursi yargılanmışlar, cezaya çarptırılmışlar ancak hayatlarını hapiste kaybetmişlerdir.
Nüremberg ve Tokyo mahkemeleri tarihteki ilk uluslararası ceza mahkemesi örneklerini teşkil etmektedirler. Bu mahkemeler savaşın galipleri tarafından yönetildiği için “galiplerin adaletini dağıttıkları” eleştirisi yapılmıştı.
Nüremberg ve Tokyo mahkemelerinden sonra uluslararası toplum uzunca bir süre devlet yöneticilerini yargılama ihtiyacı duymadı ya da böyle bir imkân bulamadı. Gerçi soğuk savaş döneminde dünyanın çeşitli yerlerinde ve daha çok az gelişmiş ülkeler arasında meydana gelen vekalet savaşlarında korkunç suçlar işlendi. Ancak sorumluları yargılamak için ilgili ülkelerde rejimlerin devrilmesi ve yeni gelenlerin eski rejim sorumlularını yakalayıp adalete teslim etme iradesini göstermesi gerekiyordu ki bu çok da kolay değildi haliyle.
Yine de Kamboçya’da aleni bir soykırım düzenlemiş Kızıl Khmer’ler, Rwanda’da da yine soykırıma sebep olmuş Hutu yöneticileri ve güvenlik kuvvetleri mensupları her iki dava için kurulmuş özel mahkemelerde yargılanmışlardı. Kamboçya için kurulan mahkeme Birleşmiş Milletler ile Kamboçya hükümeti tarafından, Rwanda mahkemesi ise tamamen BM tarafından idare edilmişti. Her ikisinin de maliyetleri 100 milyonlarca dolara çıkmıştı. Rwanda mahkemesinin temyiz organında vatandaşlarımızdan Mehmet Güney’in de görev yaptığı hatırlanmaktadır. Bu dönemden başka bir örnek olarak Sierra Leone’de ülkeyi yönettiği dönemde meydana gelen iç savaşta işlenen insanlığa karşı suçlardan dolayı devrik lideri Charles Taylor’un yine BM ile Sierra Leone hükümeti tarafından ortaklaşa kurulan bir mahkemede yargılanıp mahkûm edildiği hatırlatılabilir.
Sayıları 161’i bulan Yugoslav savaş suçluları için BM Güvenlik Konseyi tarafından 1993 yılında kurulan mahkemede Sırbistan eski lideri Miloseviç’in de dahil olduğu 161 kişi yargılanmıştı.
Soğuk savaş bittikten, insanlığa karşı suçların sorumlusu liderlerin yargılanma imkânı da ortaya çıktıktan sonra Kamboçya, Rwanda, Sierra Leone ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi “ad hoc” mahkemeler yerine daimi bir uluslararası mahkeme kurulması fikri ortaya çıktı. Aslında canlandı demek daha doğrudur çünkü fikir yeni değildi. Daha Birinci Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelmiş ancak tatbiki siyasi sebeplerden dolayı ne o tarihlerde ne de daha sonra mümkün olabilmişti. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kuruluş anlaşması çalışmaları Birleşmiş Milletler bünyesinde yürütülmüş ve 17 Temmuz 1998 tarihinde Roma UCM Statüsü hazırlık çalışmalarına katılmış 161 ülkenin 120’sinin oyuyla kabul edilmiştir. Roma Statüsü kapsamında dört temel uluslararası suç kabul edilmektedir. Bunlar (1) Soykırım (2) İnsanlığa karşı suçlar (3) Savaş suçları (4) Saldırı suçu.
Oylar gizli kullanıldığı için çekimser ve olumsuz oy verenlerin kimler olduğu açık değildir. Ancak Türkiye kendi iç meseleleri ve o tarihlerde bile yürüttüğü sınır aşırı operasyonlardan dolayı Roma Statüsüne destek vermemiş ve taraf olmamıştır. Bu suretle UCM’nin yetkisini kabul etmemiş oldu. Rusya da UCM’nin yetkisini tanımayan ülkeler arasındadır.
Şu an itibarıyla UCM’nin yetkisini kabul eden ülke sayısı 123. Bunların büyük çoğunluğu demokratik tarzda yönetilen ülkeler diyebiliriz. Örneğin tüm Avrupa ülkeleri bu yetkiyi tanımaktadırlar. Roma Statüsü Avrupa Birliği müktesebatının bir parçası olduğu için katılma sürecimiz devam ediyor olsaydı muhtemelen şu ana kadar bu Statüye taraf olmak ve Mahkemenin yetkisini tanımak zorunda kalmış olacaktık. Eksik olan ülkelerin başında ABD gelmektedir. Bu da şaşırtıcı değildir. ABD Statüyü imzalamış ancak onaylamamış, Başkan Trump zamanında da imzasını geri çektiğini açıklamıştır. Bunun nedeni de ABD’nin Irak ve Afganistan gibi ülkelerdeki askeri müdahale ve işgalleri sırasında meydana gelen savaş suçlarının uluslararası bir ortamda ele alınmasını istememesidir.
UCM’nin performansının pek parlak olduğu söylenemez. Şimdiye kadar Sudan’ın devrik lideri El-Beşir ile öldürülen Libya diktatörü Kadhafi’yi yargılamaya çalışmış, süreç ilerlemeden Kadhafi kendi halkı tarafından öldürülmüş, El-Beşir ise devrildikten sonra yargılanması beklenirken Sudan’da iktidar değişikliği sonucunda bu tehditten kurtulmuştur. Yine de Güney Afrika’ya yaptığı bir resmi gezi sırasında UCM yetkisini tanıyan bu ülkede bir savcı onu tutuklatmak için harekete geçtiğinde ülkeyi apar topar terk etmek durumunda kalmıştı. Türkiye’yi ziyaret etmesi ülkemizin UCM yetkisini tanımaması nedeniyle bir engelle karşılaşmamıştı. Yine de yetkiyi tanımamış olmamız hususu bu suretle dünya kamuoyunun dikkatini çekmişti. Bunların dışında UCM tamamı Afrika ülkeleri vatandaşı olan düzinelerce kişiyi yargılamaya başlamış ama bugün itibarıyla sadece bir Kongo savaş liderini çocuk asker kullandığı için mahkûm edebilmiştir.
UCM’nin dikkatlerini daha çok Afrika’ya çevirmiş olması, bu kıtada demokratik liderlerin darbelerle devrilmeye başlamasından sonra bazılarının tepkisini çekmiştir. Afrika Birliği üye ülkelerini sömürgeci zihniyete sahip olmakla suçladığı UCM ile iş birliği yapmamaya davet etmiştir.
UCM 23 Mart 2023 tarihinde Rusya diktatörü Putin ile Çocuk Hakları Komiseri Maria Lvova-Belova için Ukrayna’nın işgal edilen bölgelerinde çocuk kaçırdıkları gerekçesiyle tutuklama emri çıkarmıştır. Bu tabii birkaç bakımdan bir ilktir. Mahkeme ilk defa Afrika dışına çıkmış ve ilk defa Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi bir lideri yargılamaya kalkmıştır.
Yukarıda da belirttiğim gibi Putin’in başına gelen ülkemizde pek dikkat çekmemiştir. Medyadaki Rus ve Putin sevdalıları konuyu istihza ile karşılamışlar, başkaları ise bu yargılamanın pratikte sürdürülemez olduğunu söylemişlerdir. Mevcut şartlarda bu doğrudur tabii. Birleşmiş Milletlerin Putin’i gidip Kremlin’de tutuklayıp yargılanmak için Lahey’e götürecek hali yoktur. Nitekim, daha önce yargılanan veya dava açılan kişiler kendi makamlarının rızasıyla iktidar değişikliği sonrasında yargılanabilir olmuşlardır. Putin’in yargılanması ancak Rusya’da meydana gelebilecek bir iktidar değişikliğinden sonra başa gelecek yeni liderlerin rızasıyla mümkün olabilecektir.
Yine de Putin’in çok rahat olduğunu söylemek mümkün değildir bence. Yukarıda da hatırlattığım gibi UCM yetkisini tüm Avrupa ülkeleri ve hatta ABD hariç tüm demokratik yönetimlere sahip ülkeler tanımıştır. Putin savaş sonrasında veya olası barış görüşmeleri çerçevesinde UCM yetkisini tanıyan herhangi bir ülkeye gitmeye kalkarsa, UCM tutuklama emrini uygulamaya kalkacak yerel bir savcının kurbanı olabilir. El-Beşir gibi ülkesine apar topar dönmek zorunda kalabilir. Kendini muzaffer bir komutan, süpergüç lideri olarak gören Putin için böyle bir durum herhalde onur kırıcıdır. Kanaatimce UCM tutuklama emrinin anlamı budur. Günün birinde Ukrayna savaşı bir tarafın tam yenilgisi ile değil de bir barış anlaşması ile sonuçlanır, Putin de ülkesinin başında bir süre daha kalacak olursa bu sorunla karşılaşacak, barış anlaşması müzakereleri sırasında yargılanma muafiyeti arayışları gündeme gelecektir.