Kitabın adı ”The Coming Caesers” (Gelmekte Olan Sezarlar), yazarı Amaury de Riencourt, New Orleans (ABD) doğumlu, asil bir Fransız ailesinin çocuğu. Tarihçi.
”The Coming Caesers”a Hindistan’da Nehru Müze Kütüphanesinde rastladım. Yıl 1988. Okumak için almak istedim. Kütüphaneden çıkmaz dediler. O zamana göre oldukça önemli bir ücret karşılığında fotokopi çektirdim. Neden çıkartmadıklarını işte o zaman anladım. Kitabı Hindistan’ın önde gelen siyasetçileri, devlet adamları okumuş ve bazı yerlerine şerh düşmüşler, bir kısmının altını çizmişler. Bol not var el yazısı ile… Ben de evden çıkartmıyorum. Tarihi değeri var bence…
Kitap 1950’li yıllarda yazılmış. Dikkatimi çeken çok yer var. Ama biri özellikle önemli: “Bundan sonraki Sezar (otokrat) Paris, Londra ve Berlin’den değil Washington’dan çıkacak…” Amaury de Riencourt, Trump’ı adeta 1950’li yıllarda görmüş! Kehanet…
Yazar o zamanlar aşırı yetkileri olan Başkanı örnek alarak bu sonuca varmış denebilir. Bugün Amerika adeta ikiye bölünmüş gibi. Kongre’nin bir kanadına Demokratlar diğerine Cumhuriyetçiler hâkim olunca, Başkan’ın hareket alanı bir ölçüde daraldı. Vietnam harbi dolayısıyla yetkileri zaten törpülenmişti. Ama daha önemlisi Amerika’nın ana sorunlara yaklaşım bakımından bölünmesi. Bir yanda ırkçı kokan milliyetçiler ve evangelistler, öte yanda demokratlar ve enternasyonalistler. Amerika izolasyon ile müdahalecilik arasında sıkışmış gibi görünüyor. Bu istikrarsızlık yaratıyor ve ABD’ye dünyada güven azalıyor. Aslında 1776‘dan gelen sistemin günümüze ve bir “dünya” lideri devlete uyup uymadığı sorgulanıyor. Buna ilaveten bir ölçüde siyasallaşan adalet sistemi de sorgulanıyor.
Amerikalılar “impulsive” yani içgüdüsel insanlar. Vietnam ve Irak harplerini başarısız bir şekilde yürüttüler. 20-30 yıl sonra pişmanlık ifadeleri görüyorsunuz. “Amerika için iyi olan herkes için iyidir” gibi hatalı bir çıkarımları var, bu ABD’yi antipatik kılıyor. Doların adeta dünya parası olması ve ABD’nin bunu istismar etmesi de sonunda kendisine zarar verebilir.
Kitaba dönersek… Yazar otokratların doğuşunu tarihi ve felsefi bir gelişime bağlıyor ve kültür ile medeniyet arasındaki farkı vurguluyor. Kültür ferdiyetçi iken onu zaman bakımından takip eden medeniyet fertleri arka plana atarak toplumları standart hale getiriyor. (Bizde de Sayın Cumhurbaşkanı tek tip gençlik yaratmak istemişti.) Bu gelişmenin yani standartlaşmanın “Sezar”lara yol açtığı sonucuna varıyor.
Bugün Amerika’da iki parti var. Standart. De Riencourt’un bahsettiği bu. Buna karşılık ferdiyetçi Batı Avrupa’da parti sayısı oldukça fazla. Bir bakıma kaotik demokrasi. Helenistik gelenekten gelen Batı Avrupa demokrasisi daha sağlam görünüyor.
Demokrasi aslında de Riencourt’un işaret ettiği gibi bir burjuva rejimidir. Çok zordur. Nehru da Churchill de buna işaret edip “ama daha iyisi yok” diyor.
De Riencourt’un kitabını 3 kez okudum. Hâlâ atladığım kısımlar olduğu kuşkusunu taşıyorum.
Peki Türkiye bu denklemin neresinde?
Atatürk ve silah arkadaşı İnönü tek adam idiler. Ama bildiğimiz diktatör tanımlanmasına girmezler. Yüzleri çoğulcu demokrasiye dönük, ülkenin gereklerine uygun kurumlar oluşturan, demokrasinin zeminini hazırlayan liderlerdi. Barışı esas almışlardı. Birçok otokratın tersine dış maceralara girişmediler. Bu nedenle, iktidarın 1950 yılı seçimleri sonucunda barışçı şekilde el değiştirilmesi beni şaşırtmadı.
14 Mayıs’ta iktidarın değişmesi yetmez. Ülke, içinde bulunduğu kavgacı ve militarist havadan kurtulmalı.
Zihniyetin de değişmesi gerekir. ”Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü önemlidir. Bir düşünürümüzün dediği gibi “inançtan düşünceye” geçmemiz gerekir.