Üniversiteler ile iktidarlar arasındaki gerilimin tarihte çok sayıda örneği var. Demokratik ülkelerde bu tür çelişkiler doğal karşılanıyor. İktidarların kararları ile çelişen açıklamalar kriz yaratmıyor. Demek ki krizi yaratan sorun bilim insanlarının, öğretim üyelerinin siyasal iktidarların aldığı kararlarla çelişen açıklamalar yapmaları, o kararları eleştirmeleri değil. Sorun, açıklama yapan öğretim üyelerinin görevlerinden alınması, haklarında soruşturma açılması. İktidarların müdahalelerini kolaylaştıran ise üniversitelerin içeriden kontrol altına alınmış olması.
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyeleri geçtiğimiz günlerde “Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”ne karşı bir bildiri yayınladı.
Bildiride, “kararnamenin şehir ve bölge planlama biliminin ve mesleğinin birikimlerini göz ardı ettiği, orta ve uzun vadede büyük sorunlara yol açabileceği” gibi eleştiriler yer alıyordu.
Bu endişenin nedeni afet bölgesindeki yeniden yapılanma sürecinin aceleye getirilmesi, yeni yerleşim alanları ile ilgili proje işlerinin bazı mimarlık ofislerine verilmesi ve şehir planlama işlevlerinin ancak bunların danışmanlığı üzerinden gerçekleştirilebilir hale getirilmesiydi.
Bildirinin ses getirmesi üzerine bölümün sitesi bir süre erişime kapatıldı. Üniversite rektörlüğü ayrıca söz konusu bildirinin internet sitesinde “izinsiz bir şekilde” yayınlanmasını gerekçe göstererek soruşturma başlattı. Fakültenin dekanlığı da soruşturmaya istinaden bölüm başkanını görevden aldı. Bölüm başkanının görevden alınması ve öğretim üyeleri hakkında soruşturma açılması şehir planlama alanındaki bir takım öğretim üyeleri, meslek kuruluşları, üniversite öğrencileri tarafından protesto edildi. Sonuçta ortaya gene nur topu gibi bir kriz çıktı.
Soru şuydu:
Rektörlüğe göre üniversite öğretim üyelerinin kendi uzmanlık alanlarında görüş açıklamaları mümkün değil. Üniversite öğretim üyeleri kendi uzmanlık alanlarında görüş açıklayamazlarsa, o zaman üniversiteler işlevlerini yerine getirebilir mi?
Üniversiteler ile iktidarlar arasındaki gerilimin kaynağı nerede aranmalı?
Buradaki sorun, siyasal iktidarın “halkın seçilmiş temsilcisi olarak” meşruiyetine gölge düştüğünü düşünüyor olması. Bu örnekte olduğu gibi siyasal iktidarlar üniversiteleri, bilim kuruluşlarını devletin bir unsuru olarak algılıyor ve kendi tasarruflarına karşı bir eleştiri, farklı görüş açıklandığında rahatsız oluyorlar. Bunu itaatsizlik olarak algılıyorlar.
Diğer taraftan şehir planlama konusu devlet sınıfları arasında bir güç mücadelesi alanı. Bu sınıflar elde ettikleri imtiyazlarla “kamu olduklarını unutup” kendi çıkarlarını, ayrıcalıklarını temsil edebiliyorlar.
Şehirlerdeki imar hareketlilikleri kamu-özel karışımı ilişkilerin, eylemselliklerin bir gösteri sahnesi.
Şehirlerin, toplulukların tasarlanabilir şeyler gibi hayal edildiği tepeden inmeci modeller neoliberal denilen koşullardaki bilgi üretimini felç ediyor. Sekülerleşmemiş uzmanlık pratiklerinde ve siyasetin bağrında yaşamaya devam ediyor. Bu modeller şehirleri, canlı ve cansız bütün varlıkları kompartımanlaşmış bir kamu zekâsıyla, eylemselliklerle, katılaşmış ve bürokratik işleyişlerle düzenleyebileceği iddiasını taşıyor. Bu durumda bilginin nesnelleştici işlevinin yerini devlet iktidarını kullanan sınıfların, zümrelerin kendi kamu yararı kavramlarının temsili alıyor.
Bilim insanları, uzmanlık kurumları sesleri fazla çıkan, halkın temsilcilerini rahatsız eden, hatta halkın taleplerine karşı duran, kendi ayrıcalıklarını temsil eden sivil toplum kesimleri gibi gösteriliyor. Bu işleyiş biçimi, şehir planlamanın, onunla birlikte gelişen disipliner alanların akılcılaştırma fırsatları yaratmasını engelliyor. Şehirlerdeki imar hareketliliği kuralsızlıklarla, yolsuzluklarla gelişiyor. Mekânla ilgili ikircikli işleyişler neoliberal politikaların temelini oluşturuyor. Erkmerkezci koruma ve planlama pratikleri, toplulukları tasarlama tahayyülleri neoliberal denilen koşullarda kamusal alanları ayrıcalıklı piyasa güçleri tarafından işgal edilebilecek bir boşluğa dönüştürüyor.
Böylece şehirleri tasarlama hayalleri, hiçbir zaman gerçeğe dönüşmese de eşitsizlik, asimetri ve şiddet üreterek popülist politikaları motive ediyor. Bir tarafta kuralların ve bilimin, diğer tarafta imar aflarının, plan tadilatlarının, görmezden gelmelerin olduğu bir istisna rejimi karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla düşünceyi ifade özgürlüğü ile şehirlerin kırılganlaşması ve felaketler arasında bir ilişki olduğu açık.
Düşünceyi ifade özgürlüğünde tutarlı olmanın zamanı gelmedi mi?
Siyasetçiler aflarla, kuraldışı gelişmelere göz yummakla temsil ettiklerini düşündükleri toplulukların isteklerini karşıladıklarını düşünüyorlar. Popülist siyasetçilerin mekânla ilgili tasarrufları erkmerkezci yapılarla bastırılmış olan sınıfsal çelişkilerin semptomu olarak işlev görüyor. Böylece bilim alanı yalnızca siyasal iktidarlar tarafından değil, bizzat kendi içindeki işleyişler, aktörler tarafından etkisiz kılınmış oluyor.
İşte bu yüzden düşünceyi ifade özgürlüğü sembolik sınıflardan, sesi çıkanlardan çok temsil sahnesinin dışında kalanlar için hayati bir mesele.
Bilgi üretiminin bağımsızlığı yalnızca uzmanlar, üniversiteler için değil, herkes için önemli. Hatta topluluklar için bir hayatta kalma hakkı mücadelesi.
Bu açıdan bilginin nasıl inşa edildiği önemli.
Afetlere dirençli şehirler bilginin kamusal niteliğini koruyacak düzenlemelerle, katılım normları ile planlanıyor. Şehir planlama pratiklerinin temsil problematiği içinde açık yapılarla üretildiği, deneyselliklerle sorgulandığı, etkileşimli, ilişkisel ve süreç odaklı gerçekleştirildiği görülüyor.
Türkiye’nin bir zamanlar üyesi olmayı hayal ettiği Avrupa Birliği ülkelerinde, örneğin şehir planlama faaliyetlerinde çerçevelendirme, içeriklendirme ve uygulama safhalarını tanımlayan katılım normları hukuk sistemlerinin temelini oluşturuyor. Kamuya ait bilgi yerel yönetimlere, şirketlere, müteahhitlere danışmanlık veya proje hizmeti olarak satılamıyor.
Oysa Türkiye’de kamu-özel karışımı yapılar, kuraldışı ilişkiler, imtiyaz alanları bilimin işlevini yok ediyor ve farklı bakış açılarını, alternatif deneyimleri baskı altına alıyor. Otokratik rejimler, bilginin iktidarlara ya da piyasa aktörlerine bağımlı oldukları işleyişlerin ürünü.
Bu nedenle düşünceyi ifade özgürlüğünde tutarlı olmanın göstergesi yasaklara, baskıcı müdahalelere karşı çıkmak kadar pozitif eylemliliklere, kamu ayrıcalıkları ile oluşturulan kapasitelere, iş yapabilir olma imkânlarına ve dünyada bu sorunun nasıl çözüldüğüne bakmak olabilir. Dolayısıyla bu hayati meseleyi (28 Şubat sürecindeki gibi) yalnızca tarafların temsil ettikleri meşruiyet biçimleriyle sınırlandırmak ya da anlamlandırmak, devlet erkini paylaşan aktörler arasındaki bir imtiyaz mücadelesine indirgemek, felaketlerin, krizlerin arkasındaki işleyişleri örtmeye dönük bir riyakârlık biçimi olarak da görülebilir (*).
* https://t24.com.tr/haber/erdoganin-ilk-mustesari-universitede-ozgurlugu-savunmak-hepimizin-gorevi-28-subatta-dindar-ogretim-gorevlileri-atilmisti.