Önceki yazımda Büyükadalı Aliye Berger’den ve sanat dünyasında deprem etkisi yaratan bir olaydan söz ettim. Yapı ve Kredi Bankası’nın onuncu kuruluş yıldönümünde (1954) düzenlenen resim yarışmasını Aliye Berger’in kazanmasından sonra kopan kıyametten…
Sanat alanındaki bu olay hiç şüphesiz Türkiye siyasal tarihinde bir “kırılma” noktasına işaret ediyor. Hatta bugün içinde bulunduğumuz devlet ve sermaye girişimleri tarafından biçimlendirilen “yeni kültür rejimi”nin temellerinin bu süreçte atıldığı iddia edilebilir.
Önce olaya tekrar geri dönelim:
Türkiye’nin o tarihlerdeki en büyük özel sermaye girişimi, Yapı ve Kredi Bankası kuruluşunun onuncu yıldönümünde, kendisinden beklenebileceği gibi “Türkiye’nin iktisadi hayatını, istihsal faaliyetlerini” temsil eden tablolar yapmalarını istiyor sanatçılardan.
Ödül miktarları da dikkate alındığında bu yarışmanın sanatçılar için büyük bir cazibe, izleyiciler açısından da göz kamaştırıcı bir durum yarattığı muhakkak. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir özel kuruluş sanatçılara yarışma yoluyla destek veriyor. Bu hiç şüphesiz yepyeni bir durum.
Ancak bir başka yenilik daha var: “Küresel konjonktür.” Dünyada “Soğuk Savaş” döneminin şiddetlendiği ve Türkiye’nin tercihini yaptığı bir dönem. Bu olayın, özel sermaye kuruluşunun ortaya çıkışında ve sosyal alandaki girişimlerinin arka planında önemli gelişmeler yaşanıyor. Bu koşullarda gene beklenmedik ikinci gelişme ise uluslararası kongre nedeniyle İstanbul’da bulunan önemli sanat eleştirmenlerinin, teorisyenlerinin seçici kurulda yer almaları. O tarihe kadar yerel sanatçıların uluslararası bir seçici kurul tarafından değerlendirildiği pek görülmüş bir şey değil.
“Girişimci failler” olarak bankanın kurucusu Kazım Taşkent’i ve Vedat Nedim Tör’ü şimdilik bir kenara koyarsak, üçüncü “aktör”ün de Aliye Berger olduğu söylenebilir. Onun sıra dışı sanatçı kişiliği de önemli bir etmen.
Sir Herbert Read, Paul Fierens, Lienollo Venturi gibi kişilerden oluşuyor seçici kurul. Bu kişiler o tarihlerde sanat tarihi, eleştirisi, felsefesi gibi konularda dünyanın önde gelen otoriteleri.
Böyle bir kongreye ev sahipliği yapabilmek, önemli kişilerin olduğu yarışmalar düzenlemek bir özel sermaye kuruluşu için bir ilk. Bir sermaye kuruluşunun toplumsal sorumluluk üstlenmesi, sanatı destekliyor olması hiç kuşkusuz önemli bir yenilik.
Yarışma konusunun belirlenmesinde seçici kurulun bir etkisi olmamış olabilir.
Buna karşılık seçici kurul “konuya en uzak” eseri seçerek yarışma eserleriyle bankanın beklentilerine cevap verdiklerini zanneden kimi sanatçıları ters köşeye yatırmış olmalı.
Nitekim seçici kurulun başkan yardımcılığını yürüten Venturi “müsabakada birinciliği belirlenen mevzudan en çok uzaklaşan esere verdik” diyor. Ne müthiş bir meydan okuma değil mi?
Venturi 1931 yılında başına getirildiği Roma Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’den Mussolini rejimine “bağlılık yemini” etmeyi reddettiği için görevden alınmış, savaş sırasında ABD’de birçok üniversitede dersler vermiş, sonrasında tekrar bölümün başına geçmiş tanınmış bir kişi.
Bu kişiler savaş sonrası dönemin entelektüel dünyasının önde gelen kişileri. Sanatın özgürlüğünün, kalıpların ve temsil iddiasının sorgulandığı, yaratıcılığın öne çıktığı bir zihin dünyasının içinde yer aldıklarını tahmin etmek zor değil.
Buna karşılık bankanın belirlediği “iktisadi hayat, istihsal faaliyetleri” konu başlığının ödülleri almayı amaçlayan sanatçıların akıllarına neleri getireceğini tahayyül etmek de zor değil: Türkiye’de yetişen ürünler, tarlalarda çalışan köylüler, kasları dışarı doğru fırlamış işçiler, dişliler, makineler, ürünler…
Yarışmayı kazanan Berger’in ise daha çok gravür, taş baskı gibi eserler ürettiği biliniyor. Tepkilerin temel gerekçesi de ressam olmaması ve ilk defa bu resimle ortaya çıkması ve kazanması.
Berger ise ablası Fahrunissa Zeid’in bir gün Büyükada’daki evin bahçesinde resim yaparken rahatsızlandığını, bu nedenle o sırada kullanamadığı boyaları üzerinde hazır duran paleti ve fırçaları eline aldığını, ilk resim denemesine böyle başladığını anlatarak Akademi’nin kazanmasına tepki gösteren hocalarını büsbütün çıldırtacak sözler söylüyor. Bu naiflikle zannedersem kendisine saldıranları en zayıf noktalarından yakalıyor: Gravür, resim, grafik, tasarım gibi sanat kolları arasındaki sınırların geçersizliğini iddia ederek.
Organizasyonun başındaki kişi, bankanın sanat yöneticisi, Kadro dergisi kurucusu, eski solcu Vedat Nedim Tör(1897 – 1985) ise eleştirilerin hatta hakaretlerin hedefi haline geliyor. Yarışmadan umduklarını bulamayan tanınmış resim hocaları seçimin hatalı olduğunu, seçilen eserin konuya uygun olmadığını, yarışmayla ilgili beklentiler konusunda yanıltıldıklarını, seçici kurulun koşulları bilmediğini iddia ediyorlar. Tör kimi yazılarıyla kendisine ağır hakaretler eden kişilere “sanatçının ödül almak için eser üretmesinin kendisine yapılacak en büyük hakaret” olduğunu söyleyerek cevabı yapıştırıyor.
Bir tarafta devlet memuru, kamusal alandaki kanonları kamu gücünü kullanarak tanımlayan sanatçılar, diğer tarafta sermayenin açtığı bir alanda ortaya çıkan bağımsızlar. Bu karşılaşmanın düzeni ve otoriteleri sarsacak bir durum yarattığı kesin.
Ülkenin sanat tarihinde gerçekleşen bu sıra dışı olayı anlamak için zannedersem arkasında neler olduğuna da bakmak gerekli. O tarihte şehrin nasıl bir siyasal dönemeç yaşadığı, bunun uluslararası konjonktürden nasıl etkilendiği önemli.
Banka yöneticileri, başta da özel sermaye girişimcisi olarak sosyal hayat, kültür ve sanat alanında sorumluluk üstlenmesini sağlayan Kazım Taşkent büyük ihtimalle bu yeni kurulan dünyanın işaretini almış olmalı. İlginç olan savaş felaketi sonrası Batı’nın, ABD’nin güncel sanata kucak açması değil, yalnızca. Büyük sermayenin ve siyasetçilerin sanatın doğasının bağımsızlık gerektirdiğini anlamış olmaları. UNESCO’nun kuruluşuna falan da bakarsanız, kapitalist gerçekçiliğin Nazizm ve savaş felaketlerine, soykırımlara neyin yol açtığını çok iyi anlıyorlar: Sanatın, kültürün bağımlı, siyasal ideolojilerin güdümünde olması…
Bunu da en iyi anlayan yıllarca iktidarlara karşı mücadele veren, eşitsizleştirici, işaretsizleştirici kapitalist gerçekçiliği sorgulayan marksist sanatçılar, düşünce insanları… Şaşırtıcı ama büyük sermaye onları kucaklıyor.
ABD’li mültimilyoner, sanat koleksiyoncusu Peggy Guggenheim’in (1898 – 1979) Venedik’teki modern sanat müzesi olan sarayındaki gibi) Büyük sermayenin “avangard sanatçıları” kucaklaması bu yeni siyasal dönemde deyim yerindeyse, küresel kapitalizmi “Soğuk Savaş” döneminde aşılıyor. Unutmayalım o tarihlerde Sovyetler Birliği’nde ise “sosyalist gerçekçilik” ve bir devlet sınıfı haline dönüşmüş olan sanatçıların rüzgarları esmekte.
Şaka gibi ama değil, Sovyet yöneticileri sanatçıları bir devlet sınıfı haline getirmeye çalışırken, “özgür” kapitalist dünya bağımsızlaştırmayı amaçlıyor.
Güncel sanatın filantropinin (insan ya da hayırseverlik de deniyor), yani özel sermayenin müzelerine, etkinliklerine izole edildiği, kamusal alanın ise devlet gücünü kullanan imtiyazlı sınıflar tarafından işgal edildiği “yeni kültür rejimi”nin işaretlerinin bu süreçte ortaya çıktığını düşünüyorum.
Ne paradoksal bir ilişki değil mi? Sermaye ve güncel sanat!
Sanatçı Aliye Berger (24 Aralık 1903, Büyükada – 10 Ağustos 1974, Büyükada).