Yürümek üzerine yazılmış pek çok kitapta uzun uzun atıflar yapılan ama Türkçe’de olmadığı için pek çok okurun mahrum kaldığı Erling Kagge’nin Yürümek: adım adım kitabı nihayet yakın zamanda Kolektif kitap tarafından yayımlandı. Yürümek üzerine giderek bir küçük Türkçe külliyattan söz edebilir hale geliyoruz. Bu kitap da -pek çok benzeri gibi- yürümeye gerçek anlamda tutkuyla bağlı bir yazarın kaleminden tıpkı düşünmeksizin peş peşe adımlar atıyor gibi sıralanan basit ama fazlasıyla derinlikli cümlelerle, düşüncelerle dolu ince ama dolu bir kitap bu. Tıpkı yürümek gibi yalın fakat fazlasıyla tatmin edici bir okuma.
Kagge, içsel bir huzur ve sakinlik için yürümenin bir tercih değil zorunluluk olduğuna ikna ediyor. Her günkü küçük yürüyüşlerimizin büyük bir devrimle sonuçlanabileceğini anlamamızı sağlıyor. Dış dünyanın her türlü gürültüsünden uzaklaşıp kendimize dönmemiz için yapmamız gereken şeyin sadece peş peşe adımlar atmak olduğunu anlatıyor. Yürümenin bireysel bir devrim için vazgeçilmez olduğunu gösteriyor.
Gerçek devrimler hep sessizdir ve yürümenin içinde devrimci bir yan gizlidir. Yürümek, her koşulda ayakta kalmayı ve bilinmeyene doğru yol almayı içerir. İnsanın, iç dünyasındaki huzurlu yere ulaşmak için kullanabileceği yegâne vasıtadır. Huzur ve sessizlik arasındaki ilişki, yürüdüğümüzde açığa çıkar: “Bütün yürüyüşlerim birbirinden farklı olsa da dönüp baktığımda hepsinin ortak bir paydada buluştuğunu görüyorum: iç sessizlik. Yürümek ve sessizlik birbirini tamamlar.” (s.18).
İnsan yürüdüğünde hafifler, sakinleşir, dinginleşir ve daha hızlı ve daha güçlü olmak yerine daha yavaş ve mütevazıdır. Başka insanlarla yarışmayı bir süreliğine bırakmış, her türlü hasetten sıyrılmıştır. Kimseyle rekabet etmek istemediğimizde yürümek isteriz. Kimseyi görmek istemediğimizdeyse hareketsizizdir. Yürümek herkesi görmek istemektir, yeryüzündeki bütün insanlarla ilişki kurma isteği uyandırır ama bir o kadar da yalnızdır. İnsan yürümenin hem öznesi hem de nesnesidir: “Yürürken bir yandan kendi hayatımın merkezi haline geliyorum, bir yandan da kendimi tamamen unutuyorum.” (s.25).
Yürüyüş ilk başta bilinmezliklerle doludur, duygular tam olarak açığa çıkmamış, zihin berraklaşmamıştır. Ne düşünmek istediğimizden emin değilizdir. Yol aldıkça ne düşüneceğimiz kendiliğinden açığa çıkar ve kendisini düşünmek zorunda bıraktırır. Yürümek bir bakıma, gerçek gündemimizin ne olduğunu bulmak için yapmak zorunda olduğumuz bir etkinliktir. O nedenle, kendimizi bilemediğimizi en çok yürürken anlarız. Kendimize ne denli yabancılaştığımızı yürürken fark ederiz. En iyi fikirlerin yürürken aklımıza gelmesi gerçek anlamda kendimizle baş başa kalmamızla da ilgilidir. “Aklımda hızla akan düşünceler veya vücudumda hissettiğim kaygı verici duygular ben yürürken başkalaşıp berraklık kazanıyor. Yürüyüşün başlarında her şey kaos halindedir ama varmaya yakın her şey düzene girer.” (s.37).
Yürümenin bizi zihinsel olarak kuşatarak ne düşüneceğimizi söylemesini Kagge şöyle ifade eder: “Yürüdüğümüzde önemsiz düşünceler ve deneyimler önemli olanlarla birbirine dolanır. Komik bir şey ciddi bir şey kadar anlamlı olabilir.” (s.44). Gerçekten de hayatı daha hızlı ve kendi akışı içinde kapılarak yaşadıkça bir süre sonra neyin önemsiz neyin önemli olduğunu kaçırırız. Çoğu zaman fark ettirmeden önemliyle önemsiz yer değiştirir. Bu nedenle, yürümek nereye gidersek gidelim her defasında kendimize gelmekle sonuçlanır. Önemliyle önemsiz olan gerçek değerine kavuşur. Yürüdükçe kendimizden ne kadar uzaklaştığımızı anlarız. Genellikle bunu anlamak dudakta kimselerin göremediği bir gülümseme yaratır. Kendimize gülümsemekteyizdir ve bu yaşandığında yürümek tam manasıyla kendimize gelmekle ilişkili bir deneyim haline gelmiş demektir. En önemsizle en önemli arasındaki güçlü bağ kendini göstermiştir.
En ilginç ve canlı hayatlar bile çok geçmeden monotonlaşarak sıkıcı hale gelir. Umut, sevgi, sevinç gibi eşsiz duygular bile tekdüze hale gelebilir. Günlük rutinlerimiz yorucu birer yüke dönüşür. Tam bu noktada, yürümenin mucizevi etkisi ortaya çıkar. Yürürken hiçbir şey sıkıcı ve monoton değildir. Artık hissedemediğimiz duygular bir anda ilk günkü tazeliğiyle kendini hissettirir. Kendimize inanamayız. Bu defa, içimizde bastıramadığımız heyecanlarımızı dindirmek için yürümek zorundayızdır. Yürümenin açığa çıkardığı coşkuyu ancak yürüyerek bastırabiliriz. Yürümek şiirseldir bu yüzden. Sıradanın içindeki ölümsüzlüğü hissettirir.
Yürümek bir eylem olarak sonsuzlukla bağlantıya geçmektir aslına bakılırsa. Hiçbir zaman bitmeyecek ve sonu gelmeyecek bir şeydir. Ne kadar yürürsek bir daha yürümeyiz sorusunun cevabı yoktur. Sonsuzluğa ulaşmak için bu dünyayı hak etmek gerekir. Yürümek, bu hayatı her şeyiyle hak etmektir. Yürümek hiçbir zaman teorik değildir. Her koşulda somut ve pratik bir eylem olarak o esnada duyup düşündüklerimizi eksiksiz tecrübe etmemizi gerektirir.
Yürümek, geçmişe takılmayı ve geleceğe fazlaca bel bağlamayı siler, yaşadığımız anın en önemli zaman dilimi odluğunu hissettirerek aynı zamanda temel dayanağımızın kendimiz olduğunu hatırlatır her adımda. “Yürürken…başkalarına bağlı olarak yaşamıyorsunuz. Bir süreliğine dünyanın geri kalanını unutma imkânınız oluyor. Yürüdükçe geçmiş ve gelecek önemini yitiriyor.” (s.89).
Gerçek yolculuklar yürüyerek yapılır çünkü gerçek bir yolculuk hiçbir zaman sadece başka bir yere gitmekle ilgili değildir. O aynı zamanda başka biri olmakla ilgili olduğundan, yürümeden olmaz. Yürümek, bizi başkalaştırır ve bu sayede olmak istediğimiz kişiye kendimizi daha yakın hissederiz. Yürümek, her zaman için olduğumuzla olmak istediğimiz kişi arasındaki mesafede geçer. Soren Kierkegaard’ın dediği gibi “İnsanlar daima yol ayrımlarındadırlar” ve yürümek, yeni bir yola yönelmek için gerekli olan cesaretin gizli olduğu aktivitedir.
Yürümek, aynı zamanda çoğu kez yapmak zorunda olmadan yaptığımız bir etkinliktir. Evde oturabilecekken çıkıp yürümek neredeyse hiçbir zaman bir zorunluluk değildir. Fakat tam da bu nedenle, umulmadık bir sonla karşılık verir. Başka bir deyişle, hayatın gizi, zorunda olduğumuz eylemlerimizde değil zorunda olmadığımız halde yaptıklarımızda saklıdır. Bu esnada daha gerçeğizdir. Zorunda değilken yaptıklarımız bizi daha çok biçimlendirir ve hayatın karşılığı da o denli cömertçedir.
Aslına bakılırsa hayatta yapmak zorunda olduğumuz şeyler zannettiğimizden çok daha azdır. “Kimse Everest’e tırmanmak zorunda değil ama zaten yapmak zorunda olduğumuz şeyler bir elin parmağını geçmez herhalde. Yapsak iyi olacak veya yapabileceğimiz pek çok şey olsa da yapmak zorunda olduğumuz şeyler çok az. Uzun bir yürüyüşe çıkarsanız iyi hissedersiniz ama evde oturmanızda da hiçbir sorun yok. Bir şey kolayca elde edildiğinde verdiği haz çabucak kaybolur.” (s.109).
Yürümek, her şey için, en küçük bir nesne, yiyecek ya da ilişki için bile çaba sarf etmeyi, onu hak etmek için eyleme geçmeyi içerir. Hiçbir şeye kolay ulaşmamayı öğretir. Yürüdüğünüzde haz kaçınılmazdır. Baş dönmesi kaçınılmazdır. Çünkü haz, zorunda olmadığımızda açığa çıkar en çok. Haz almaya çalışmadığımızda bizden hiç gitmez. Haz, istenmediğinde gelir ve yürümek iyi bakıldığında en hazsız eylem olduğu için tam da içimizi nereden geldiğini anlayamadığımız bir hazla doldurur.
Yeterince uzun yürüdüğümüzde -günlerce belki!- bu bir baş dönmesi ve bütünleşme yaratır. Artık insanlığın ve doğanın gerçek anlamda bir parçası haline gelmiş, zorunda olmadığımız halde dünyayı hak etmişizdir. Kagge bu noktayı şöyle anlatır: “Zihnim başka bir hale bürünüyor o zaman. Saatin kaç olduğunu umursamıyorum, düşünceler kafamdan uçup gidiyor, otların, taşların, yosunların, çiçeklerin ve ufkun parçası oluyorum.” (s.115).
Adım adım yürüyerek ulaşılamayacak hiçbir şey yoktur kısacası. Hem başka bir yere hem de başka bir insana ulaşabiliriz bu sayede ve nereye gidersek gidelim hep kendimize geliriz.