Wagner lideri Prigojin ve askerleri, Rus resmi otoritesine, dolayısıyla Putin’e baş kaldırınca “Wagner” bir kez daha dünyanın gündemine bomba gibi düştü. Önce şu Wagner’in ne olduğuna bir bakalım:
Wagner, tahminen 2010 yılında milliyetçi Rus milyarder Yevgeny Prigojin tarafından kurdurulan paramiliter bir gruptur. İngilizcesi PMC Wagner (Paramilitary Corps) olarak bilinirken, Rusçası Gruppa Vagnera’dır.
Rusya’da yasal olarak paralı askerlik hizmeti vermek üzere müteahhitlik şirketi kurmak yasak olduğundan Wagner Arjantin’de kurulmuş ancak Sen Petersburg ile Hong Kong’da ofisler açmış olan bir gruptur.
Wagner, dünyanın birçok yerinde Rusya ile müttefik olan devletlerin veya grupların safında çarpışmış ancak daha çok tecavüz ve işkencelerle adından söz ettirmiş, kötü şöhretli bir paramiliter gruptur. Kırım’da, Suriye’de, Libya’da, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, Mali’de Rus menfaatleri paralelinde askeri faaliyet yürüten Wagner, son olarak Donesk ve Luhansk’taki ayrılık güçlerine verdikleri destek ve genel olarak Ukrayna Savaşı’nda sergiledikleri gayrinizami savaş taktikleri ile iyice gündeme oturmuştur.
Wagner, bütün dünyada Rus İstihbarat Teşkilatı’nın fiili gücü olarak bilinmesine rağmen, Rusya Devlet Başkanı Putin, ısrarla Wagner’ın Rus devleti ile olan doğrudan ilişkisini inkar etmektedir. Halbuki, bu grup resmen Rus askeri üslerini kullandığı gibi lojistik faaliyetleri de Rus uçakları tarafından sağlanmaktadır. Ellerindeki silahlar ise Rus ordusunun kullandığı silahlarla aynıdır.
Rusya, adı geçen teşkilata her zaman “malum sır” muamelesi yaptığı için asker sayıları, sahip oldukları silah ve mühimmatlarla ilgili de kesin bir bilgi yoktur. Asker sayıları ile ilgili rivayetler de muhteliftir: 10.000 diyen de var, 50.000 diyen de …Kayıtlı olmadıkları için kendilerine “hayali askerler” de deniyor.
İnsan kaynağını daha çok eski askerler, mahkumlar ve gönüllülerden temin eden Wagner, 23 Haziran 2023 tarihinde Rus Savunma Bakanlığı ve Rus Genelkurmayı’na karşı başlattığı isyanla yepyeni bir safhaya girdi. Aslında bu isyan, Putin’e karşı başlatıan bir isyandı. Mutlak bir diktatör olan Putin’in yanında Rus Savunma Bakanı’nın da Genelkurmay Başkanı’nın da hiçbir ehemmiyetinin olmadığını, hem hareketin hem de isyanın lideri olan Prigojin çok iyi biliyordu. Çünkü geçmişi karanlık ve pis işlerle dolu olan Prigojin aynı zamanda Putin’in sağ kolu idi.
Feleğin çemberinden geçmiş olan Putin, Prigojin’le çatışıp askerlerini telef ettirmektense diyalog yolunu seçti ve isyanı yatıştırdı. Ancak eski KGB ajanı Putin’ın Prigojin’e bundan sonra hayat hakkı tanıyabileceğini düşünmek de safdillik olur. Prigojin, bu isyandan sonra bir görünür bir kaybolur ancak sonunda bir daha görünmemek üzere kaybolur. Rusya’nın işleyişini ve Putin’i bilenler bunun böyle olacağını tahmin etmez, bilirler. Zaten Putin, affedilemeyecek şeyler vardır: “İhanet gibi” derken, tam da Prigojin’in kaleminin çoktan kırıldığını ifade ediyordu.
Wagner’in lideri değişir, adı bile değişebilir ama Putin’in emirleri doğrultusunda hareket eden katiller sürüsü olma fonksiyonu devam eder.
Wagner olayı, bize çok önemli bir hatırlatmada bulunmuştur: Tarih boyunca bir devlet eğer savaş dahil, işlerini yasal ve nizami güçleriyle değil de; başıbozuk kuvvetlerle, alternatif ordular haline gelen yerel güç odakları ile, özetle paramiliter gruplarla gördürmeye çalışmışsa, o güçler zamanla kontrolden çıkmış ve bumerang gibi ama bütün yıkıcı ve yakıcılığıyla kendisine geri dönmüştür. Wagner olayı, tarihin bir kez daha tekerrür ettiğini göstermiştir.
Bizim tarihimizde de benzer bir çok olay yaşanmıştır. Celali İsyanları’nı, klasik Osmanlı dönemindeki isyanları bir yana bırakalım yakın tarihimizdeki birkaç olaya bakalım:
Vidin Ayanı Pasvandoğlu
Ayan kelimesi Meşrutiyet’in ilanından sonra senatör karşılığında kullanılmışsa da Osmanlı Devleti’inin Rumeli’deki yerleşim birimlerinde yarı özerk yönetime sahip olan güç sahiplerine verilen isimdir. Ayanlar, Avrupa’daki derebeylerine benzetilebilir. Ayan’ın doğudaki karşılığı “Mir” idi.
Pasvandoğlu Osman, Vidin ayanıdır. Okur yazar olmayan cahil bir adamdır. Babası Ömer Ağa, başına buyruk, kanun nizam tanımayan bir kişi olduğu için Avusturya seferine çıkan Koca Yusuf Paşa tarafından idam edilmiş, oğlu Osman kaçıp canını kurtarmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın iyice bozulduğu, merkezi otoritenin taşra vilayetleri üzerindeki hakimiyeti iyiden iyiye kaybettiği 18. Yüzyılın son çeyreğinde, Rumeli’deki bazı ayanlar, valiler, mutasarrıflar ve daha birçok unvanla yöresine hükmedenler, iyiden iyiye keyfi yönetimler kurmuşlardır.
İyice güçlenip palazlandıktan sonra silahlarını merkezi devlete doğrultan bu yerel güç odaklarının hepsinin ortak özelliği, zor zamanlarda, yerel isyanların bastırılmasında İstanbul’un yardım talep ettiği ve bir şekilde yardımı alınan kişiler olmasıdır. Pasvandoğlu Osman da bunlardan biri idi. Geçmişinde eşkıyalık, çete reisliği ve her türlü kirli iş bulunan Pasvandoğlu, Avusturya savaşında Osmanlı safında yararlılıklar gösterince geçmişteki suçlarından affedilir, babası idam edilince el konulan topraklarının önemli bir kısmı oğluna iade edilir. Ayakları yer tutunca asker toplamaya başlayan Pasvandoğlu, kısa bir süre sonra Vidin’i ele geçirip kendisini oranın ayanı ilan eder.
1897’ye gelindiğinde kendisine bağlı 80.000 askeri vardır. Artık Rumeli’nin çok önemli bir bölümü Pasvandoğlu’nun kontrolü altındadır. Artık tamamen kontrol dışına çıkmış ve zabtedilmez bir durumda olan Pasvandoğlu’nun üzerine İstanbul, adeta ordular sevk eder, aylarca Vidin’i kuşatma altında tutar ama savaşı kazanan hep Pasvandoğlu olmuştur. III.Selim’in kurmak istediği Nizam-ı Cedid ordusuna Pasvandoğlu da pek tabii olarak karşı idi. Çünkü iyice şirazeden çıkmış yeniçeri bozuntularını satın alması ve onları güçle bertaraf etmesi çok kolaydı.
Pasvandoğlu’yla başa çıkamayan Osmanlı, uzlaşma adı altında kendisine, adeta rüşvet olarak vezirlik unvanı verir. Buna rağmen rahat durmadığı için 1800 yılında geri alınan vezirlik rütbesi, Sırbistan’da ve Eflak’ta Osmanlı’nın başını belaya soktuğu için şerrinden emin olmak adına, taviz olarak 1802’de tekrar geri verilir. Pasvandoğlu 1807’de öldüğü zaman defalarca Osmanlı Ordusunu bozguna uğratmış, onbinlerce askerin ölümüne sebebiyet vermiş bir kişiydi. İsminin Osman olması hasebiyle falcıların “sen Osmanlının kurucu ikinci Osman’ı olacaksın” şeklindeki gazına gelecek kadar büyük emeller besleyen bu cahil adamı bertaraf etmek için oluşturulan orduya Tepedelenli Ali Paşa 15.000 askeri ile katılmıştı. Yardımına başvurulan Tepedelenli de ihsanını hiç ucuza satmayacak, bir başka mütegallibe de o olacaktı.
Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa
19. yüzyıla girerken bir başka baş belası da Tepedelenli Ali Paşa’dır. Desise ile ele geçirdiği Yanya’yı 33 yıl boyunca hakimiyeti altında tutan Ali Paşa, Yunanistan’ın Osmanlı’dan ayrılmasının müsebbiplerinden biri olarak kabul edilir. Osmanlı’yı o kadar çok kendisiyle uğraştırmıştır ki, Yunanlılar kendilerine çok rahatlıkla bağımsızlığa giden yolu açmışlardır.
Avrupalıların “Yanya Aslanı”, bazılarının “Mora Kaplanı” ve bazılarının “Sultan’ın Aslanı” lakaplarıyla andıkları Ali Paşa, Osmanlı adına Sırp İsyanlarını bastırmış, Avusturya savaşına özel ordusunun başında katılmış, Osmanlı adına çok yararlılıklar göstermiş ve bunların karşılığı olarak kendisine 2 tuğlu, 3 tuğlu paşalık, Derbentler Başbuğu, Rumeli Valiliği, vezirlik gibi birçok unvan verilmiştir.
Tepedelenli, her geçen gün hakimiyet alanını büyütmüştür. 1820’de öldürüldüğü zaman Güney Arnavutluk, Kuzey Yunanistan ve Makedonya’nın çok önemli bir kısmı onun kontrolü altındaydı. Başta oğlu Veliyüddin olmak üzere bütün çocuklarına, hatta torunlarına Osmanlı Devleti, taviz olarak muhtelif unvanlar vermiştir. II. Mahmud’un merkezi otoriteyi güçlendirme girişiminde baba ve oğullar da nasibini almış, kendisi öldürülürken çocukları asılmıştır. Pasvandoğlu’nun bertaraf edilmesinde rol oynayan Ali Paşa bu sefer başka ayanların da desteğiyle bertaraf edilmiştir.
Kabakçı Mustafa
Kabakçı Mustafa Paşa, aslen Rizeli olan alaylı bir askerdir. Başarılarından dolayı şımartılmıştır. Kabakçı, kendini nizami ordunun bir ferdi olarak değil, layüs’el bir baş olarak görmektedir. Rumeli Kavağı Kalesi’nde boğaz muhafızı iken yanındaki askerlerle (yamakçılar) birlikte Nizam-ı Cedid’e katılmak istemediği için isyan etmiş, yeniçerilerin de desteğini alarak III. Selim’i tahttan indirip IV. Mustafa’yı tahta çıkarmıştır. Kabakçı da kendisini tıpkı diğer ayanlar gibi Osmanlı’nın bir yönetim ve hakimiyet ortağı olarak görmektedir. Yine bir zorbayı bir başka güç sahibi bertaraf edecektir. O güç sahibi ise Alemdar Mustafa Paşa’dır.
Alemdar Mustafa Paşa
Balkanlar’da devam eden Rus ve Avusturya savaşları dolayısıyla buralarda merkezi devlet otoritesinin tesis edilmesi ve devam ettirilmesi çok ama çok zor hale gelmiştir. Osmanlı Devleti, sınırlarını korumak ve bölgede kendi adına, görünüşte de olsa otorite tesis etmek için varlığı ve faaliyetleri illegal olan yerel güç odaklarına muhtaçtı. Bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerini ve zorbalıklara Devlet, başka bir zorba eliyle müdahale ediyordu. Ayanların çoğu bu türden yerel güç sahipleriydi. Önce bir yeri ele geçirip kendilerini “ayan” ilan ediyorlar, Osmanlı ise onların meydana getirdiği fiili duruma sadece boyun eğip onlara bir çeşit meşruiyet kazandırıyordu. Rusçuk ayanı Tirsinikli Oğlu İsmail Ağa bu zorbalardan biri idi. Alemdar Mustafa Paşa, tabii ki paşa olmadan önce İsmail Ağa’nın adamlarından biri idi. Onun önerisiyle Hezargrad ayanlığına getirilmiştir. Ağasının suikaste kurban gitmesi üzerine Rusçuk’a gitmiş, şehirde ipleri eline almıştır. Fiilen Rusçuk hakimi olan Alemdar, ardından daha öncekilerde olduğu gibi resmen Rusçuk ayanı olarak atanmıştır.
1806-1812 arasındaki Osmanlı-Rus savaşında çok yararlılıklar gösteren, bölgede ciddi imar faaliyetleri yapan Alemdar Mustafa Paşa, artık Rumeli’nin en güçlü ayanıdır.
Kabakçı isyanı, Alemdar için İstanbul’a uzanan ikbal yollarını açmıştır. Çünkü yörede ondan başka Kabakçı’nın üstesinden gelebilecek bir güç yoktur.
Nitekim, Alemdar ordusuyla İstanbul’a gelmiş, Kabakçı Mustafa’yı bertaraf ederek III. Selim’i tekrar tahta geçirmek istemişse de III. Selim öldürüldüğü için kardeşi II. Mahmud’u tahta çıkarmış, kendisi de sadrazamlık koltuğuna oturmuştur.
Babası eski bir yeniçeri olan, kendisi de bu ocağa intisap etmiş ve ocağın sancağını taşıdığı için “Alemdar” adıyla tanınmış birisi olarak Paşa, Yeniçeri Ocağı’nın ne kadar dejenere ve bozuk olduğunu en iyi bilenlerdendir. Bundan dolayı III. Selim’in kurduğu ama yeniçerilerin çok büyük tepkisine yol açmış olan Nizam-ı Cedit denen modern orduyu başka bir isimle de olsa (Sekban-ı Cedit) hayata geçirme kararlılığındadır. Ancak bu kararlılığı, yeniçerileri çileden çıkarmış ve bu teşebbüsünü canıyla ödemiştir. Bin kadar yeniçeri Alemdar’ı ortadan kaldırmak için Babıali’yi basmış, çaresiz kalan Alemdar Mustafa Paşa, içerdeki barut deposunu patlatarak kendisiyle beraber altı yüz kadar yeniçerinin de ölmesini sağlamıştır.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa
Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Anadolu’dan Yunanistan’ın Kavala şehrine göçmüş, tütüncülük yapan bir ailenin çocuğudur. Babası ve amcasını kaybettikten sonra Leon isimli bir Fransız’la birlikte tütün ticaretine devam etmiştir. On yedi kardeşten hayatta kalan tek kişi olan Mehmet Ali, Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi üzerine, Mısır’ın geri alınması için oraya gönderilen Başıbozuk kuvvetlerin arasında yer almıştır. Mısır’ın geri alınmasından sonra hiçbir tahsili olmayan, yani cahil olan Mehmet Ali zamanla başıbozuk kuvvetlerin serçeşmeliğine geçmiştir. Başıbozuk kuvvetlerin ortadan kaldırılması girişimine karşı, maaşlarını alamadıklarını bahane ederek adamları ile birlikte isyan etmiş, Mısır’a vâli olarak atanan Hüsrev ve Hurşid Paşaları bertaraf ederek 1804 yılında vezir rütbesiyle kendisini Mısır valisi ilan etmiştir. Mısır valiliğini zorla ele geçiren Mehmet Ali, tıpkı diğer ayanlar gibi Babıali’nin bu duruma boyun eğmesini sağlamıştır.
Mehmet Ali Paşa, vâli gibi değil, müstakil bir kral gibi hareket etmektedir. Modern bir ordu kurmuş, Memlükleri tamamen ortadan kaldırmıştır. 1811 – 1818 yılları arasında Suudi Arabistan’da devam eden Vehhabi ayaklanmalarını Osmanlı Devleti adına o, bastırmış, Mora’da çıkan isyanı da bastırma işini, Osmanlı Devleti, kendi gücü olmadığı için Mehmet Ali Paşa’ya ihale etmiştir. Her yaptığı işten sonra merkezi yönetimden yeni tavizler koparan paşa, Sudan’ı zaten hakimiyeti altına almış, Mora isyanını bastırmasına karşılık Sultan II. Mahmut’tan Suriye’nin de kendisine verilmesini istemektedir. II. Mahmud’un bu talebi reddetmesi üzerine Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordusunu Akka’ya göndermiş, Halep ve Humus arasındaki bir mevkide Osmanlı Ordusu’nu mağlup etmiştir.
Mehmet Ali Paşa’nın sadece kara ordusu değil, bir de hatırı sayılır donanması vardır. İbrahim Paşa hızını alamaz, Torosları aşarak Konya’yı ele geçirir ve ardından Kütahya’ya geçip karargahını burada kurar. Merkezi hükümetin Mehmet Ali Paşa’yı durdurmaya ne yazık ki gücü yetmemektedir. Yardım için kapısı çalınan Fransızlar zaten Paşayı desteklemektedir, İngilizler ise Osmanlı’nın içişlerine karışmamak gibi uydurma bir sebeple kılını kıpırdatmamaktadır. II. Mahmut çaresizce Ruslar’dan yardım istemiştir. Ruslar işin içine girince bu sefer İngilizler, boğazlarda Rusların etkinliğinin artması tehlikesine karşı işe müdahil olmaya başlamıştır.
İngiltere ve Fransa’nın araya girmesiyle Kütahya Antlaşması (14 Mayıs 1833) imzalanır. Antlaşmaya göre Mısır, Suriye ve Girit valilikleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya, Cidde ve Adana valilikleri de oğlu İbrahim Paşa’ya verilmiştir.
Kütahya Antlaşması aslında her İki tarafı da memnun etmemiştir. II. Mahmut toparlanıp Mehmet Ali Paşa’ya haddini bildirme niyetindedir. 1839’da Nizip’te meydana gelen muharebede kazana taraf yine Mısır Hidiv’i Mehmet Ali Paşa olmuştur. Mehmet Ali’nin Akdeniz’deki tırmanışından Batılı devletler de rahatsızdır. Onların yine devreye girmesiyle Londra’da toplanan konferansta yeni bir antlaşma imzalandı. Buna göre Suriye, Adana ve Girit valilikleri Osamanlı’ya iade edildi ama Mısır Hidivlik haline getirilerek Kavalalı ailesine bırakıldı. Artık Hidivlik Kavalalı ailesinin, aile fertleri arasında el değiştirilecek malı haline geldi. Bu sonuç elbette savaşın galibi Mehmet Ali Paşa’yı tatmin eden bir sonuç değildi ama Batılı devletlere kafa tutacak durumda da değildi.
Tanzimat Fermanı, Hidiv’in durdurulmasına karşı Osmanlı Devleti’nın Batılı devletlere vermiş olduğu bir tavizdir. Ferman’daki hükümlerin detayı bir yana, bu ferman, özellikle İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Stratford Canning’in bir başarısı olarak görülmüştür.
Hamidiye Alayları
Sultan Abdülhamid, feodal yapının hakim olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde asayişi tesis etmek, bozulan kamu otoritesini güçlendirmek ve özellikle ayrılıkçı emeller besleyen Ermeni komiteleri ve onların sempatizanlarına karşı mücadele ettirmek için 1891’de Hamidiye Alayları’nı kurmuştur.
Sadece ünlü Mihrali Bey komutasındaki Hamidiye Alayı İstisna edilirse bu alayların hepsi Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yer almaktadır. Mihrali Bey’in alayının merkezi Sivas’tır ve mensuplarının çoğu Kafkas kökenlilerdir. Bütün zamanlarda 65 adet Hamidiye Alayı kurulmuştur. Alaylar’ın başındaki kişiler, kendilerine padişah tarafından “paşa” şık unvanı verilen aşiret ağaları veya mirlerdir. Hamidiye Paşalarının çoğunluğu okuma yazma bilmeyen cahil insanlardır.
65 Alayda yaklaşık 40 bin silahlı süvari mevcuttur. Bütün alaylar Erzincan’daki 4. Orduya bağlıdır. 4. Ordunun o zamanki komutanı ise Sultan Abdülhamid’in eniştesi Müşir Zeki Paşa’dır.
Alaylar, hiçbir şekilde bulundukları il veya ilçelerin mülki idare amirlerine karşı sorumlu olmadıkları gibi, yerel mahkemeler tarafından da yargılanamamaktadırlar.
Hiçbir eğitim almamış yaklaşık 40 bin insanın elinde devletin verdiği silah, mühimmat, unvan ve yetkiye olunca neler olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Elbette Hamidiye Alayları’nın bazı faydaları olmuştur ama aşiretler arası rekabette ve güçsüz insanlarla muamelede büyük bir zulüm aracı olarak da kullanıldığı bilinmektedir.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra İttihatçılar, bu alayların adını Aşiret Süvari Alayları olarak değiştirmiş ama özü ve muhtevası değişmemiştir.
Koruculuk Sistemi
PKK’nın 1984 yılındaki Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonra kurulan koruculuk sistemi, Hamidiye Alayları’nın yeni bir versiyonu kabul edilebilir.
Korucu olan aşiretler, devletten aldıkları güç ve devlet tarafından kendilerine verilen silahlar sayesinde korucu olmayan aşiretler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmuş, zamanla gördükleri baskı ve haksızlıklara tepki olarak korucu olmayan aşiretlerin, PKK sempatizanı haline geldikleri maalesef bir vakıadır. Zaman zaman korucu aşiretler, şahsi husumet, anlaşmazlık ve kan davalarını PKK ile mücadele ambalajına sararak korucu olmayan aşiretler ve sıradan vatandaşlar karşısında ciddi üstünlükler elde etmişlerdir.
Koruculuk sistemi ile ilgili olarak elbette tarih ve tarihçiler henüz nihaî hükmünü vermemiştir.
Ancak Koruculuk sisteminin de tıpkı yukarıda zikrettiklerimiz gibi amacından sapma, haksız güçlüleri daha da güçlü kılma, haklı güçsüzlere hayat hakkı tanımama ve nihayet gücü kendilerine veren mekanizmaya bumerang gibi dönme gibi bir potansiyel taşıdığı asla göz aradı edilmemelidir.
Bir kez daha belirtelim ki, devlet, otoritesini ve asayişini kendi meşru ve müesses güçlerine ve müesseselerine değil de yerel güç odaklarına, başıbozuk kuvvetlere havale ederse eninde sonunda o güç kendi karşısına öyle veya dikilir.
Putin de Wagner’in kurulmasına müsaade ederken hatta onları destekleyip kendi emelleri uğruna dünyanın başına katiller sürüsü olarak bela ederken, günün birinde Wagner’in silahlarının Moskova’ya doğrultulacağını tahmin etmemişti.
Madem ki, tarihten ders almak gibi bir huyumuz yoktur, o halde bugün gündemimizde olan Wagner ve Prigojin’den ders alalım.