2020’deki ABD Başkanlığı seçimlerinde Trump’ın kaybetmesi ve Biden’ın kazanması, birçok kesimde dünyada otokrasilerin bundan olumsuz etkileneceği, demokratların ve demokrasilerin kârlı çıkacağı şeklinde yorumlandı. Trump seçimi kaybetti, Biden kazandı ama beklenen etki dünyada olmadı. İtalya’da aşırı sağcı hükümet başa geldi, Fransa’da Le Pen tarihinin en yüksek oyunu aldı, Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan seçimlerden galibiyetle çıktı. Neden böyle oldu? Türkiye’deki mevcut durumu da göz önünde bulundurarak bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Mustafa istersen tespitten başlayalım. Sen tabii tespiti oldukça keskin bir şekilde formüle ettin. Ama Biden geldiği zaman demokrasi bahçesinin çiçekleri hemen yeşerecek beklentisi o kadar var mıydı, bundan çok emin değilim. Fakat Trump’ın ifade ettiği, temsil ettiği o keyfilik, yönetim tarzı, bunun Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede olmasının ürettiği bir siyasi rol model olma hali gibi durumlar vardı. Bunlar o kadar rahatsız ediciydi ki, Biden’ın gelmesi bunun mefhumu muhalifini yani karşı kutbunu bunu bize düşündürdü. Demokratik alana ya da kurumsal demokratik bir devlet işleyişine daha yatkın bir lider diye düşünüldü Biden. Öyleydi nitekim. Trump kalsaydı bugün Amerika Birleşik Devletleri politikaları ne olurdu? Rusya’yla ilişkiler ne durumda olurdu? Bütün bunları bilmek mümkün değil. Muhtemelen çok daha kötü olurdu. Biden bu Trump’ın aşırı popülist gidişinin Amerika Birleşik Devletleri açısından durdurulmasına, yavaşlatılmasına bir katkıda bulundu mu? Evet, bunun tersini söylemek mümkün değil.
Bununla birlikte Biden çok kuvvetli bir siyasi lider çıkmadı. Dilini, söylemini, kurallarını, ilkelerini, politikalarını çok daha kuvvetli bir şekilde anlatan, empoze eden, alabileceği tavırlarla ön açan bir siyasi lider olmadı. Aslında Obama’dan beri Amerika Birleşik Devletleri’nde böyle bir eğilimi görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nin Clinton döneminde oynadığı rol ya da Bush döneminde oynadığı rolü veri alırsak, bu dönemlerin geride kaldığını söyleyebiliriz. Biden’ı da bu limitler içinde değerlendirmek lazım. Biden hem Amerika Birleşik Devletleri’nin ağırlığının başka dengeler karşısında nispeten zayıfladığı, Amerika Birleşik Devletleri’nin de müdahaleci olma tercihinin giderek azaldığı bir dönemin başkanlarından biri ve kendisi de çok kuvvetli bir lider değil.
Tabii bütün bunların yanında “nasıl bir dünyada yaşıyoruz” sorusunu da sormak yazım. Ekonomik kriz dünyada pandemiden beri varlığını sürdürüyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde hala enflasyonun geri çekilmesi mücadelesi sürüyor. Avrupa Birliği’nde benzer bir ekonomik sıkıntı var. İşsizlikle, enflasyonun yükselmesiyle, büyüme oranlarının düşüklüğüyle ilgili var. Bir refah döneminde değil dünya ve bu ekonomik krizin davet ettiği ekonomik politikaların kimi kitleleri daha zora soktuğu da muhakkak. Dolayısıyla liberal ekonominin ve ona bağlı olarak bütün o liberal değerlerin bir örselenme yaşadığı, oraya yönelik örtülü bir tartışmanın yapıldığı muhakkak. Bu bir veri. Bir diğer veri de, dünyada çatışma, güç, ulus devlet etrafındaki varoluş dalgasıyla ilgili. Ukrayna, Rusya çatışması süre gidiyor ve bu çatışmayla dünyayı etkiliyor. Bunun global siyasete etkileri çok azımsanmayacak etkiler. Silahlanma, devlete önem verme, güçlü olma, güçlü lider üretme gibi toplumlardaki insanların güven duygusunun sistemden çok kişiye, şahsa yönelmeye başlaması, güce yönelmeye başlaması bunların sonuçlarından bir tanesi.
Şimdi bir son husus da göçmen meselesiyle zirve yapan çok kültürlülük krizi. Dünya 1980’lerde ve 1990’ların ilk yarısında çok kültürlülüğü veri alan, çok kültürlülüğün değer olarak skalanın en tepesine konduğu bir istikamette ilerliyordu. Bugün bunun tersini görüyoruz. Çok kültürlülük, yani farklı inançların, farklı etnisitelerin bir toplumda birlikte yaşamasının önünde artık sıkıntılar, buna yönelik itirazlar ve tepkiler var. Bu durum, bir dizi entegrasyon krizi ürettiği gibi bir dizi çok kültürlülük haline yönelik de kriz üretiyor. Bunu çeşitli dönemlerde çeşitli biçimlerde görüyoruz. işte. En son Kur’an-ı Kerim’le ilgili gelişmeler, bunlara verilen tepkiler hala bunun ipuçları olmayı sürdürüyorlar. Şimdi böyle bir ortamda demokratik olanın gelişmesi, demokratik olanın ana yelken olması, büyük yelken olması tabii çok kolay değil. Onun için hala şahıs etrafında oluşan siyasi rejimler, başkanlık rejimleri, onların ima ettiği otoriterlik halleri, aşırı sağın yükselmesi, işte toplumsal bazı rahatsızlıkların toplumsal patlamalara imkan verdiği sert ekonomik ve benzer tedbirler dünyayı kuşatmış bulunuyor. Dolayısıyla Biden dönemini bu çerçevede değerlendirmek lazım. Soruyu da bu çerçevede ele almak lazım. Biden, tek başına gelip bütün bunların hepsini değiştiremezdi. Bu zemin üzerinde biraz da silik kalan bir kişi olarak karşımızda.
Buradan da Türkiye’ye gelecek olursak; nitekim Türkiye’de de benzer bir hal yok mu? Yani seçim öncesi büyük bir umut dalgası, muhalefet kazanılacak beklentisi bir anda rafa kalktı. Şu anda doğal olarak bütün toplum, iş adamıyla, orta sınıflarıyla siyasi iktidarı yeniden benimsemiş, yeniden satın almış durumda. Onun attığı adımlara kendini endekslemiş bir şekilde ilerliyor. Memnuniyetsizlik halinin duygu olarak olmasa bile, ifade olarak, dışa vurum olarak azaldığı da bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu, tabii popülist ve otoriter bir siyasi iktidarın tabiileşmesi, yavaş yavaş yerleşmesinin de bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
Karşı tarafa baktığımız zaman, bu iktidarı silip süpürecek bir muhalefet beklentisi vardı Türkiye’nin. Bırakın silip süpürmeyi, bu muhalefet bir seçim yenilgisiyle büyük bir siyasi krizin içine düştü. Gerek İYİ Parti’de, gerek Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki gelişmeler bir arayış krizinin, bir pusulasızlık krizinin ifadesi gibi. Bunun da bu popülist dalga ve bunun izdüşümleriyle ilişkisi yok denemez. Nitekim şahıs merkezli siyaset arayışları Cumhuriyet Halk Partisi’nde olduğu gibi ya da İYİ Parti’de olduğu gibi şahsın daha çok vurgulandığı bir yeniden kendine gelme, girilme arayışıyla ortaya çıkıyor.
Bütün bunlar bize aslında dünyadaki o dalgaların Türkiye’yi de etkilediğini gösteriyor. Bu tabii hazin. Çünkü özellikle büyük amiral gemileri, muhalefetin amiral gemilerinden beklenen bu popülist, otoriter sinmiş dalgalara karşı bir siyasi canlanma üretmesidir. Maalesef bu bu da olamıyor.