99 felaketinden tam 10 yıl önce ODTÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Adam Bayındırlık Bakanlığı’na bir proje önerisiyle başvuruda bulunur.
Projenin amacı özetle şudur: “Afetlere dirençli yerleşim alanları oluşturmak için yurttaşların işin içinde olması, karşılıklı öğrenmeye, bilgi paylaşımına dayalı bir şehir planlama metodu olması gereklidir. Modern yapı üretim süreçlerinde ise risk bilgisi uzmanlık alanlarının konusudur. Modern insan yerleşimlerinde üretim sürecini konu alan ayrı uzmanlık pratikleriyle üretilir. Buna karşılık geleneksel adı verilen yapı üretim süreçlerinde deprem risk bilgisi yapım sürecine içkindir. Yapma teknikleri ile risk bilgisi kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu nedenle afetlere dirençli yerleşimler oluşturmak için bir iletişim programı ve bir pilot şehircilik deneyimi öneriyorum.”
Adam bu projede uzmanlık bilgilerinin nasıl sosyalleşebileceği, halkla temas kurabileceğini sorgulamakta ve bir eylem planı önermektedir. (Burada belirteyim: Ne yazık ki bu projenin elimde bir kopyası yok. Hatırladıklarını mealen yazıyorum.
Kendisi benim öğrencilik zamanlarımda, “alternatif konut üretimi” gibi temalar altında çalışmalar yapan, benim de öğrencilik projelerimi etkileyen ilginç bir kişiydi.
Adam, bakanlığa yaptığı bu başvuruya bir cevap alamaz.
O tarihlerde henüz afet bir doğa olayı gibi algılanmaktadır. Ayrıca o tarihlerde devlet ve yerel yönetimler imardan zenginleşmenin yollarını bulmuşlardır. Yeni koşullar, yetkiler çok sayıda yandaşın işe alınmasını, imkanlar sağlanması için bütçelerin harekete geçirilmesini sağlamıştır. Artık şehirleri “inşaat baronları” yönetmektedir ve kimsenin Adam’ın söylediklerini dinleyecek bir hali yoktur.
Adam’ın bu başvurusundan on yıl sonra 99 felaketi yaşanır. Bu felaket ilk defa onun işaret ettiği sorunu görünür kılar ve geniş bir sivil toplum seferberliğine yol açar.
Artık bu meseleyi gündeme getirecek kişi, Adam yoktur. Ama ne ilginçtir ki bu defa da dünyanın birçok yerinden, uluslararası dayanışma ağları içinde yer alan bir dolu “Adam” İstanbul’a ve afet bölgesine gelir.
Bunlardan herhalde en hatırı sayılır kişi, Japon İmparatoru’nun başdanışmanıdır.
Kendisine çok sayıda deneyimli uzman, sivil toplum önderi eşlik etmektedir.
Tahmin edileceği gibi, o da tıpkı Adam gibi, bütün gayretlerine rağmen yerel yöneticilerle ilişki kurmakta çok zorlanır. Buna karşılık STK’lar, gönüllü insanlarla uzun süreli ilişkiler kurar ve onlarla birlikte gece gündüz demeden çalışır.
Çoğunun yaşları 80’leri aşmış olan bu İmparatorun Başdanışmanı ve uzmanlar, STK’lar, yerel insanlarla afet bölgesinde hayatın yeniden canlandırılması için uğraşırlar.
Bunlardan sonuçlar aldıktan sonra aynı Adam’ın önerdiği gibi İstanbul’da kimi yerlerde riskleri azaltılması için pilot çalışmalar yaparlar. Bu Japon uzmanlar, tam da onun kafasına taktığı gibi her yerel çalışmada, en küçük ölçekten başlayarak yerel insanlarla, sivil toplumla ilişki kurarlar.
Geliştirdikleri yöntem son derece etkilidir, çok iyi sonuçlar alınır. Kamu otoriteleri, yerel halk, ilgili STK’lar ile uzmanlar “mikrobölgeleme” metodu ile risk azaltma eylem planları hazırlarlar. Yerel halkla birlikte risk tipolojileri üzerinde çalışırlar. Karşılıklı bir öğrenme süreci yaratırlar. Bu çalışmalar bazen apartman yönetimi toplantılarına, birim olarak mahallere, tek tek binalara kadar uzanır.
Bu arada başka bir “Adam” daha ortaya çıkar: 99 felaketinin arkasından bölgeye gelen Dünya Bankası başuzmanı Randolph Langenbach.
Yapıları sağlam ayakta kalmış vatandaşların bulabildikleri eski evlere sığındıklarını gözlemler.
O da şu soruları sorar: Neden afetzedeler “geleneksel” denilen yani eski ahşap çatkılı içi samanlı toprak dolgulu evlere daha çok güveniyorlar? Neden imar planlarına, mimari tasarımlara, mühendislik hesaplarına göre yapılmış evlerden korkuyorlar?
Aklıma takıldı: “Adam”lar nerede? Bilim kişileri, kurumları nerede?
Son olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, İstanbul için özel bir “Deprem Yasası” çıkarmayı hedeflediklerini açıkladı.
Şunları söyledi:
Fay hatlarının üzerine bina yapılmayacak.
Dere yataklarına da.
Zemin sıvılaşması riski olan yerlere de.
Mühendislik, mimarlık projeleri ve uygulamalarında denetim olacak.
Sonra tarafları saydı:
Kendisi, yani bakanlık, yerel yönetimler, vatandaş…
“Ne kadar doğru. Nasıl da bunları düşünemedik” mi diyelim?
Tarafların işbirliği yapması zaten kamu sorumluluğunun bir parçası.
Kafamdaki bu soruya cevap bulmak için Sayın Özhaseki’nin konuşmasını tekrar tekrar dinledim. İstanbul’da depremde yıkılacak binaların sayısı hakkında istatistik bilgiler verdi. Peki depremde yıkılacak olan evler ya da işyerleri hangileri?
Aklıma takıldı: “Adam”lar nerede? Bilim kişileri, kurumları nerede?
Sayın Özhaseki’nin “mucize yaratacak” şemasının zannedersem en önemli ayağı eksik.
Korkarım ki depremsellikle ilgili istatistik bilgiler, fay hatları tartışmaları afetler karşısında izleyicileri hareket geçirmek şöyle dursun, pasifleştiriyor.
Depremlerle afetler karıştırıldığında “neden ” sorusuna yanıt aramak anlamsızlaşıyor. Oysa fay kırılması ile yaşanmakta olanın felaket bir an için görünür gibi oluyor ve kayboluyor.
Sonuçta mağdurların sesi hiçbir zaman duyulmuyor.
Felaket genellikle bir “faz kayması” ile onu yaratan siyaset temelli koşullara değil, onu cisimleştiren bir olaya, fay kırılmasına bağlanıyor. Oysa fay kırılması felaket dediğimiz olayın yalnızca cisimleştiği an. Olayın cisimleştiği andan, yani felaketten önce ona uzanan bir dolu gelişme yaşanıyor. Felaket yalnızca bir ana, fay kırılmasına bağlandığında herhangi bir kamusal sorumluluk ilkesi de kalmıyor.
Örneğin “mikrobölgeleme” deyince neden yalnızca zemin etüdü anlaşılıyor? Uzmanlıklar, başka deneyimler ile neden temas kurulmuyor? Yapılar neden “istatistiksel olmayan” yöntemlerle incelenmiyor? Yönetimler, uzmanlar neden yerel halkla ilişki kurmuyor?