Mayıs seçimlerinden sonra gerek ekonomik politikada gerek dış ilişkilerde daha rasyonel bir yaklaşıma dönüş beklentisi uyanmıştı. Her iki alanda da seçim sonrasında yapılan atamalar iyimserliğe yol açmış daha akılcı siyaset uygulanacağına dair ümitleri beslemişti.
Gerçekten de atanan kişilerin seleflerine nazaran çok daha liyakatli olduklarına ilişkin genel bir kanaatin mevcut olduğunu söylemek gerekiyor. Gerçi eski bakanlarla mukayese edince böyle bir kanaatin oluşması çok zor değildi. Ancak yeni atamalar ne yazık ki beraberlerinde rasyonel politikaları getirmedi. Ekonomik alanda atılan adımlar ülkenin sorunlarını çözmekte bir hayli yetersiz. Hatta enflasyon belasının bir öncelik teşkil etmediği yaygın bir düşünce olmaya başladı. Geçtiğimiz hafta yapılan faiz artışı doğru yönde bir adım olmakla beraber, uzmanlar bunun etkili olması için ufukta pek görünmeyen ilave adımlara ihtiyaç olduğu kanaatindeler. Başka ülkelerle mukayese edildiğinde Türk toplumunun tepkisiz ve sabırlı olması iktidarı rahatlatan bir unsur olduğuna şüphe yoktur.
Ayrıca muhalefetin de seçimlerden sonra parçalanmış bir görünüm vermesi, ana muhalefet partisinin de iç çekişmeler ve belirsizlikler nedeniyle zaten sınırlı olan etkinliğini tamamen kaybetmiş olması iktidarda ekonomik durum ne kadar bozulursa bozulsun mahalli seçimlerden başarıyla çıkacağı inancını pekiştirmeye başladı gibi geliyor. O kadar ki bu sütunlarda dikkat çekildiği şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk defa olarak uzunca sayılabilecek bir tatile çıkma imkanını kendinde gördü.
Dış politikada da benzer bir manzara ile karşı karşıyayız. Yeni bakan göreve başladığında engin birikim ve tecrübesi ve ılımlı üslubu dış ilişkilerde yeni bir sayfa açılacağı izlenimini yaratıyordu. İlk aşamada yapılanlar bunu destekler nitelikteydi. 11-12 Temmuz tarihlerinde Vilnius’te yapılan son NATO zirvesinde İsveç’in örgüte üyeliğine Türkiye’nin koyduğu vetonun kaldırılacağı, uzun bir süredir lafı edilmeyen Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerin normalleştirme iradesinin gösterileceği yolundaki söylemde, yeni bakanın etkisini görmek isteyenler oldu.
Doğrusu ben de iyimser bir yaklaşımla ülkemizin daha rasyonel bir dış politikaya dönmek isteyeceğine inanmak istemiştim o noktada. AB ülkeleri de bu beklentiyi ciddiye almış, hatta 30-31 Ağustos tarihlerinde İspanya’nın Toledo kentinde yapılacak AB Dışişleri Bakanları gayrı resmi (Gymnich) toplantısına beş yıldır ilk defa Türk Dışişleri Bakanının davet edilebileceğine dair duyumlar alınmaya başlamıştı.
Ancak aradan geçen zaman içinde bu iyimserliği besleyecek somut gelişmeler meydana geldiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. İmkân varken İsveç’in NATO üyeliğini onaylama protokolü TBMM’ne sunulmadı. Son zamanlarda bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, Vilnius’te verilen taahhüdün arkasında durulmayacağına, İsveç’ten yeni birtakım beklentilerin gündeme gelebileceğine, örneğin ülkemiz aleyhine ve terörü desteklediği varsayılan sokak gösterilerine sınırlama getirilmesinin beklendiğine ilişkin bazı mesajlar vermeye başladı. TBMM 1 Ekim tarihinde tekrar toplandıktan sonra ipe un serilirse, Vilnius’te verilen taahhütün samimi olmadığı, sadece günü kurtarmaya yönelik olduğuna dair kanaat güç kazanacaktır. Bununla birlikte Batı ile ilişkilerde yeni krizlere de kapı açılmış olacaktır.
Geçtiğimiz hafta meydana gelen önemli bir gelişme, iktidarın AB ile ilişkileri normalleştirme konusunda ne kadar ciddi olduğu yönündeki tereddütleri güçlendirdi. Aslında bu ilişkilerin normalleştirilmesi için hem içeride hem dışarıda atılması gerekecek adımları iktidarın atmak isteyeceği konusunda pek bir beklentim yok. İçeride demokratikleşme ve hukuka saygı gibi olmazsa olmazlar iktidarı yıllardan beri kendi şahsında biriktirdiği yetkileri paylaşmaya mecbur edeceği için, bu yola gideceğine hiç inanmadım. Yine de ekonomik durumun içinde bulunduğu vahim ortam ve dışarıdan beklenen sermayenin esas itibarıyla Batıdan geleceği gerçeği, iktidarın ihtiyatı elden çıkarmayacağı beklentisini yaratmıştı.
Dış ilişkilerde AB’nin en önemli beklentisi Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler (BM) parametrelerine dayalı bir müzakere çerçevesinde masaya yeniden oturulması yönündedir. Son zamanlarda her düzeyde kullanılan söylem, son birkaç yılın aksine iki egemen devlet kavramı üzerindeki ısrardan sanki vazgeçildiği ve BM parametrelerine geri dönülebileceği intibaını yaratmaya başlamıştı.
Hal böyle iken ansızın her şey ters yüz edildi ve KKTC topraklarının dışında bulunan, bir kısmı BM Barış Gücünün kontrolündeki Ara Bölgede, diğer kısmı da bizim Güney Kıbrıs Rum Bölgesi (GKRY), dünyanın ise Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımladığı devletin kontrolünde yer alan, nüfusunun üçte biri Türk, kalanı Rum olan (ve sanırım Güneydeki tek karma nüfuslu köy olan) Pile’ye, Ara Bölgeyi yaran ve köyü KKTC topraklarına bağlayacak bir yol inşasına BM’nin müsaadesi olmaksızın başlandı. Barış Gücü buna itiraz ettiğinde çok uzun yıllardan beri ilk defa Barış Gücü ile KKTC polisi arasında bir arbede yaşanmış ve karşılıklı olarak yaralamalar meydana gelmiştir. Neyse ki bu yaralanmalar can kaybına yol açmamıştır.
Türkiye’de yalan makinası hemen devreye girdi ve ortada çok ciddi bir insani sorunun giderilmesi ve Pile nüfusunun KKTC topraklarına ulaşımının kolaylaştırılması niyeti öne sürüldü. 50 yıldır bu nüfus KKTC’ne ulaşmak için İngiliz üssü Dikelya üzerinden transit geçmek ve orada gümrük kontrollerine tabi olmak durumunda. Pile KKTC toprağı olmadığı için ben yıllar önce Lefkoşa Büyükelçiliğimizde görev yaptığımda köyü ziyaret etmemiz mümkün değildi. Aradan geçen yıllarda durumun değişmediği anlaşılıyor. Zaten kapsamlı bir çözüm dışında değişmesi için bir neden yoktu. Yalan makinası ayrıca BM’nin Rumların benzer faaliyetlerine izin verdiği ve dolayısıyla Türk tarafına haksızlık ederek tarafsızlığını kaybettiğini de iddia etmişti. Oysa anlaşıldığı kadar Rumların Ara Bölge üzerinde sağladıkları geçişler KKTC topraklarına değil, Rum topraklarına yönelikti. Oysa krize sebep olan yol, KKTC’ni Rum tarafına bağlayacaktı. Rumların kendi bölgelerinden KKTC’ne izinsiz olarak bir yol inşa etmeye kalkmaları halinde çıkaracağımız kıyametin boyutlarını tahmin etmek zor değildir. Kaldı ki Rumların Ara Bölgeyi ihlal ettiği iddia edilen eylemlerin Türk tarafınca hangi merciye şikayet edildiği ve alınan cevap hakkında bir bilgi paylaşıldığına ben rastlamadım.
Sorunun son zamanlarda kaçakçılığın artması nedeniyle büyüdüğü ve geçişlerin eskiden otomatik iken sıkı bir kontrole tabi tutulduğu anlaşılıyor. Kimisine göre kontrol Türk tarafında, kimisine göre de İngiliz üssüne girişte daha sıkıdır. Neticede eskiden Pile ile KKTC arasındaki yol 20-25 dakikada yapılırken kontrollerin sonucunda bir saati hatta daha fazlasını gerektirdiği söyleniyor.
Mevcut sorunu çözmek için uzunca bir süredir bazı görüşmelerin cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Ancak Ara Bölgeyi yararak geçecek bir yolun inşa edilmesi için gerekli müsaadenin alınamadığı görülmektedir. Her ne kadar Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada yol inşaatı için Barış Gücüne “bilgi” verildiği söylenmişse de bilgi ile izin aynı şey değildir. Komşunuzun bahçesine girmek ve orada mesela bitki koparmak için bilgi vermek yeterli midir, yoksa izin istemek mi gerekir?
İznin gelmediği bir ortamda tek taraflı eyleme geçilmiş, iş makineleri ara bölgeye dalmış ve yukarıda değindiğim arbede meydana gelmiştir. Bekleneceği üzere BM Güvenlik Konseyi toplanarak Kıbrıs Türk tarafını ağır bir şekilde suçlayan bir açıklama müzakere etmiştir. Rusya’nın bu açıklama tasarısı hakkında talimat alabilmek için süre istemesi Türkiye’de sevinç naralarıyla karşılanmış ve veto şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle ülkemizde sayıları hiç de azımsanacak olmayan Rus ve Putin sevdalıları minnetlerini dile getirmişler, gerek iktidar yanlısı gerek sözde muhalif televizyonlarda Batı düşmanlığı çığırtkanları yeni malzeme bulmuştur. Oysa Türk tarafını suçlayanlar arasında sadece Batı ülkeleri değil, Çin ve Mısır gibi ülkeler de mevcut.
Derken Rusya istediği süre dolduğunda açıklamayı onaylamış ve metin 21 Ağustos tarihinde oy birliğiyle kabul edilip yayınlanmıştır. Güvenlik Konseyinin oydaşmaya katılan geçici üyeleri arasında bize yakınlık göstermesi beklenebilecek Arnavutluk ile Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin bulunması dikkat çekmektedir. Tüm uluslararası camiayı karşımıza aldığımız basın ve muhalefet tarafından görmezlikten gelmiştir. Az sayıda yapılan yorumlarda açıklamanın bağlayıcı olmadığını iddia edenler olmuştur. Neyse ki KKTC ve Ankara ısrar etmemiş ve iş makinaları açıklama yayınlanmadan önce dahi sessiz sedasız geri çekilmiş ve konu kapanmıştır.
Nitekim bu husus açıklamada memnuniyetle kaydedilmiştir. Bu yapılmasaydı uyarı niteliğindeki açıklamadan bir adım öteye giderek Konsey Türk tarafını barışı tehdit etmekle suçlayacaktı. Açıklamanın başta beş daimi üye olmak üzere Konseyim tüm on beş üyesi tarafından kabul edilmiş olması, yanlış yolda ısrar edilmiş olsaydı açıklamanın bağlayıcı bir karara dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Neyse ki Ankara’da sağduyu galip geldi ve konu kapatıldı.
Medyanın nerede ise tamamı iktidarın emrinde olduğu için ve dış politika söz konusu olduğunda kraldan fazla kralcı olan muhalefet partileri sessizliklerini muhafaza ettiklerinden, hezimetin üstü el birliğiyle örtülmüştür. Açıklamanın metni hiçbir basın organında yayınlanmamıştır mesela. Ülkemiz normal bir ülke olsaydı böyle bir hezimet karşısında sorumlular cezalandırılırdı. Ancak ülkemizde hiçbir konuda hesap sorma alışkanlığı bulunmaması bu olayda da yapanın yanına kar kalacağı açıktır.
Bununla birlikte bu olayın yurt dışında iz bırakmayacağını iddia etmek mümkün değildir. Bir kere Türkiye’yi saldırganlıkla suçlamak için her fırsatı kullanan Rumlar yol inşasının esas amacının Güneyi istila etmek için yeni bir güzergâh yaratmak olduğunu bol bol dile getirecekler ve kendilerini dinlemeye hazır özellikle AB ve ABD’de çevreler bulacaklardır.
Böyle bir durumda bu yol projesine hangi amaçlarla gidildiğini anlamak mümkün değil. Gençliğimde New York’ta BM’de görev yaptığım yıllarda Magosa’nın kapalı Maraş bölgesinde dikenli tellerin kaydırılarak bir otel iskana açıldığında Güvenlik Konseyinin toplanarak olayı sert bir şekilde eleştirdiğini hatırlarım. Aradan geçen 45 yıl içinde bir daha aynı şey yapılmamış, yapılamamıştır. Dışişleri bürokrasisinin bunu bilmemesi ve Bakanı uyarmamış olması pek mümkün görünmüyor.
Kimisine göre ise yol krizi bazı mercilerin Bakan Fidan’ı sabote etme girişimi olabilirmiş. Parti ve Saray’da Erdoğan sonrası dönemin hazırlıklarının başladığı, entrikaların ve arkadan bıçaklamaların önümüzdeki dönemde gittikçe artan miktarda meydana geleceğini iddia edenlere rastlamak mümkün. Tek adam rejimlerinde bunlar olağan şeylerdir. Tarih boyunca bunlara şahit olduk.
Dışişleri Bakanlığı’nın yol inşaatından haberdar olmamış olması da akla geliyor. Nitekim kriz patladığında ilk önce AKP Sözcüsü bir açıklama yapmış, Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması da bir hayli gecikmeyle yapılmıştır.
Her hal ve karda bu olay Bakan Fidan’ın karizmasının çizilmesine yol açmıştır. Gelir gelmez, ülkemizin uzun yıllardan beri BM ve uluslararası toplumla yaşadığımız en ciddi krize istese de istemese de riyaset etmiş oldu. Bu krizin içeride yansıması sınırlı tutulabildi ancak dışarıda etkileri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. BM’nin Kıbrıs’ta tarafsızlığını kaybettiği yolundaki ifadelerini günün birinde BM arabuluculuğunda tekrar masaya oturulduğu takdirde karşısında bulabilecektir.
İlk sınama 30-31 Ağustos tarihlerinde Toledo’da yapılacak toplantıya Bakan Fidan’ın davet edilip edilmediğinde görülecektir. Tabii AB Türkiye’nin ilişkileri normalleştirmek istiyorsa bu tür krizlere tekrar yol açmaması gereğinin ilk sırada olduğunu söylemek arzusuyla onu davet etmesi de mümkün. Bunun böyle olacağını tahmin eden bakanın daveti kabul etmemesi de mümkün. Önümüzdeki günlerde bu sorunun cevabı umarım ortaya çıkacaktır.