İsrail, 7 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği terör saldırısını bahane kılarak, Gazze’de eşine az rastlanır bir vahşete imza atıyor. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek demeden sivilleri katlediyor. Hastaneleri, ibadethaneleri, okulları, binaları, fırınları bombalıyor. Sağlık personelini, ambülansları vuruyor.
2 milyondan fazla insanın yaşadığı bir şehri tümüyle abluka altına alıyor; elektriği-suyu kesiyor ve herhangi bir insani yardımın yapılmasına müsaade etmiyor. Yaşam için gerekli en temel ihtiyaçlara erişimi engelliyor, bütün bir şehri açlığa, susuzluğa ve hastalığa mahkûm ediyor. Kimyasal silah kullanmaktan da imtina etmiyor.
İsrail, Filistinlileri tehcire zorluyor ve dahası onları “insan” bile saymıyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant “insansı hayvanlar”, Başbakan Benjamin Netanyahu ise “insansı canavarlar” tabirini kullanıyor. Bir vakitler aynısını Naziler, Yahudilere yapmışlardı ve ırklarını kirlettiklerini düşündükleri Yahudileri insanlıktan çıkarmışlardı. Mevcut İsrail yönetimi de Nazileri takip ediyor; Nazilerin Yahudilere reva gördüklerini Filistinlilerin üzerinde uyguluyor; onları insan olarak görmüyor ve böylelikle bütün katliamlarına peşinen bir meşruiyet zemini sağlamaya çalışıyor.
Nitekim Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, Filistinli sivillerin korunması çağrısını elinin tersiyle itiyor, toplu bir cezalandırmanın gerekliliğini vurguluyor. “Orada sorumlu olan bütün bir ulustur… Sivillerin farkında olmadığı, müdahil olmadığı söylemi kesinlikle doğru değildir… Onların belini kıracağız.”
Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü, soykırım suçlarına, insanlığa karşı suçlara ve savaş suçlarına yer verir. Statü’nün 6’ncı maddesinde “soykırım” suçuna, 7’nci maddesinde “insanlığa karşı suçlara” ve 8’inci maddesinde de “savaş suçlarına” ilişkin kapsamlı düzenlemeler bulunur; bu suçların kapsamına girecek olan eylemler ayrıntılı olarak sıralanır.
İsrail iki haftadır, aralıksız bir biçimde bu üç maddeyi pervasızca ihlal ediyor. Dünyanın gözünün içine soka soka insani ve hukuki bütün değerlerin ırzına geçiyor; soykırım yapıyor, insanlığa karşı suç işliyor ve savaş suçları listesindeki neredeyse her fiili Filistinlilere tatbik ediyor. En küçük bir endişe hissetmiyor, yaptıklarını zerre kadar gizleme gereği duymuyor, aksine kan donduran fillerini iftihar ettiği bir şova dönüştürüyor.
“Avrupa’ya giriş bileti”
Korkunç bir insanlık dramının yaşandığına şüphe yok. Lakin daha korkunç bir durum var: İnsan hakları söz konusu olduğunda mangalda kül bırakmayan Batı’nın, Batı devletlerinin tavrı. Batı, insanlığı sıfır noktasına iten bu mezalime karşı çıkmak bir yana, bu mezalimin arkasında duruyor. Güçlü ve büyük devletlerin başkanları sırayla Tel Aviv’i ziyaret ediyor ve hararetle kucaklaştıkları Netanyahu’ya desteklerini sunuyorlar.
Kamuoylarında da vicdanı temsil eden seslerin çıkmasını istemiyor Batılı devletler. İsrail yanlısı gösterileri teşvik ederken, Filistin yanlısı gösterileri yasaklıyorlar. Harvard Üniversitesi’nde Filistin’e desteklerini gösteren öğrenciler, fotoğrafları afişe edilerek, hedef gösteriliyor. 75. Frankfurt Kitap Fuarı’nda Filistinli yazar Adania Shibli’ye verilen ödülün töreni iptal ediliyor. Amerikan televizyonları, Müslüman spikerleri ekran gerisine çekiyor. Gazze ile dayanışma mesajı yayınlayan ünlü futbolcular Eric Cantona, Karim Benzema ve Muhammed Salah gibi futbolcular yaylım ateşine tutuluyor vs.
Peki, neden? Neden Batı, bu baskıyı, bu hunharlığı, bu zulmü görmezden gelmenin ötesinde himaye ediyor? Neden çaresiz doktorları çocuk cesetlerinin ortasında ve ellerinde ölü bebeklerle basın toplantısı yapmak mecburiyetinde bırakan bir zalim yönetimi blok halinde sahipleniyor?
Muhakkak, güncel siyasi ve iktisadi nedenleri vardır. Uluslararası ilişkiler uzmanları ve stratejistler günlerdir bu nedenlerin üzerinde duruyorlar. Fakat daha derin, daha tarihi sebepleri de olmalı bu gaddarlığın; zira mesele, sadece bugüne ve konjonktürel menfaatlere bakarak anlaşılamayacak kadar girift.
Bugünlerde elimde İngiliz tarihçi Tony Judt’un (1948-2010), Savaş Sonrası* adlı devasa eseri var. Henüz baştan sona, bütünüyle bir okuma yapamadım; merak ettiğim konulara göre, kitabın sayfaları arasında gidip geliyorum. Kitabının son bölümü, Yahudi soykırımına karşı Avrupa devletlerinin gösterdiği siyasi tavırları ele alıyor. Judt’un satırları, bugünü anlamamızı sağlayacak bir altlık sunuyor, ya da en azından, ben öyle yorumluyorum.
Kendisi de Orta Avrupa kökenli bir Yahudi aileden gelen Judt, merceği İkinci Dünya Savaşı ve ertesi gelişmelere tutar. Judt, bugün Yahudi Soykırımı’nı tanımanın Avrupa’ya giriş bileti niteliği kazandığını belirttir. Ancak bu, her zaman böyle olmamıştır.
“Fransa, Fransızlarındır”
Judt, hem savaşta hem de savaştan sonra Yahudilerin başlarına büyük felaketler geldiğini belirtir. Savaş sırasında 6 milyon Yahudi’nin ölüme yollandığı genellikle kabul edilir. Savaştan sonra ise Yahudiler iki türlü muameleye maruz kalırlar: Birincisi, evlerini-barklarını terk eden veya toplama kamplarından sağ çıkan Yahudilerin ülkelerine, evlerine dönmelerine hoş bir gözle bakılmamasıdır.
“Yıllardır süren Yahudi karşıtı propagandanın ardından dört bir yandaki yerel halk kendi çektikleri sözde kalan acılar için ‘Yahudileri’ suçlamakla kalmıyor, bir yandan da işlerine, eşyalarına ve oturdukları evlere kondukları insanların döndüğünü görünce gözden kaçmayacak bir rahatsızlık duyuyorlardı. 19 Nisan 1945 günü Paris’in 4. Mahallesi, ülke dışına çıkarılmış bir Yahudi’nin geri geldiğinde eskiden oturduğu (işgal edilmiş) dairesinde hak iddia etmeye çalışmasını protesto eden yüzlerce insanın gösterisine sahne olmuştu. Gösteri dağılmadan önce neredeyse ayaklanma boyutuna varmış, kalabalık avazı çıktığında ‘Fransa Fransızlarındır’ diye bağırmaya başlamıştı.” (s. 955)
Belçika’da Katolik partiler, “çoğunluğunun büyük olasılıkla karaborsacı olduğuna değinerek” Yahudilere tazminat verilmesine karşı çıkarlar. Hollanda’da geri dönen bir avuç Yahudi’ye nefret kusulur. Doğu Avrupa’da Yahudilerin çektikleri acılar da, tazminat almaları da gündeme gelmez. Fransa’da Yahudi karşıtı söylemler kanunen yasaklanır ama toplumda Yahudi karşıtı davranışlar sona ermez. Britanya’da bile meselenin kamuoyu önünde açıktan tartışılmasından imtina edilir.
İkincisi, Avrupa devletlerinin bütün suçu Almanlara yıkarak kendilerini temize çekmeleridir. İsviçre, kendini hep “temiz vicdanlı” olarak sunar. Hollanda’da hemen herkesin Almanlara karşı “direniş” gösterdiğini iddia eden bir tarih yazılır. Doğu Almanya, Nazizm’in sorumluluğunu Hitler’in Batı Alman varislerinin sırtına yükler. Komünist Polonya’da kimse Almanların Yahudilere yaptıklarını inkâr etmez ama Polonyalılar kendi savaş acılarını daha fazla önemserler.
Almanların ise soykırımı yok sayacak, “hayır, olmadı” diyecek hali yoktur. İki yönlü mücadele ederler bu ‘sorun’ ile. Bir yandan, kendilerini Hitler’den uzaklaştırırlar, dünyaya Hitler’i günah keçisi olarak sunarlar ve böylelikle hem cezadan hem de ahlaki sorumluluktan yakayı sıyırmaya çalışırlar.
Diğer yandan ise, bu konu elden geldiğince unutulmaya terk edilir. Almanya’nın ve Alman demokrasisinin sağlığı için unutulmasının daha doğru olduğu düşünüldüğünden Yahudi soykırımı kamusal alanda konuşulmaz, okullarda öğretilmez, ebeveynler çocuklarına geçmişten bahsetmez. Mesela Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında tarih dersleri Wilhelm İmparatorluğu ile noktalanır, Nazi dönemine geçilmez. 1950’de Almanya’yı ziyaret eden Hannah Arendt’in gözlemleri çarpıcıdır:
“Nereye giderseniz gidin olup bitenlere yönelik hiçbir tepki olmadığı göze çarpıyor, ancak bunun yas tutmayı bilerek reddetmekten mi yoksa duygularını açığa vurma beceriksizliğinden mi kaynaklandığını söylemek zor.” (s. 961)
“Utancın suç ortağı”
Judt, bu ruh halinin 1950’lerin sonlarından itibaren değişmeye başladığını ifade eder. 1962’de Federal Almanya’nın 10 eyaletinde, 1933-1945 yılları arasında yaşanan -Yahudilerin yok edilmesini de içeren- tarihin bütün okullarda zorunlu olarak öğretilmesine karar verilir. Yeni kuşağın Nazilerin gaddarlıklarını öğrenmesi lazımdır.
Asıl dönüşüm ise 1970’li yılarda olur. 1967 Arap-İsrail Altı Gün Savaşı, Federal Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın Varşova Gettosu’ndaki anıtta diz çökmesi, 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli atletlerin katledilmesi ve Alman televizyonunda soykırımı konu edinen bir dizi filmin yayınlanması, kamuoyunda ciddi bir ilgi ve hassasiyet oluşturur.
Almanya’nın Yahudilere yaptıklarını açıktan kabullenmesi diğer Avrupa ülkelerini de etkiler. Her ülkede gizli kalmış gerçekleri ve Nazilerle kurulan işbirliklerini gün yüzüne çıkaran araştırmalar yapılır. Zamanla iktidarlar kendi ülkelerinin sorumluluğunu itiraf ederler. 1995’te Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, 50 yıllık bir tabuyu yıkar, Avrupalı Yahudilerin yok edilmesinde ülkesinin oynadığı rolü kabul eder. 2005’te Kudüs’te açılan Yahudi Soykırımı Müzesi’nde Fransa Başbakanı Raffarin şu ifadeyi kullanır:
“Fransa zaman zaman bu utancın suç ortağıydı. Sonsuza dek altına girmiş olduğu bu borcu taşımaya mahkûmdur.” (s. 974)
20’nci yüzyılın sonu ve 21’inci yüzyılın başında Brüksel’den Stockholm’e kadar Avrupa’nın genelinde plaklar, anılar yayınlanır ve müzeler açılır. Böylece Yahudi Soykırımı, Avrupalı kimliğinin ve belleğinin merkezine oturur. “Bir grup Avrupalının Avrupa toprağının göbeğinde bir başka Avrupalı grubun her bir üyesini yok etme çabası hâlâ belleklerde tazeliğini korur.” (s. 954)
Batı’nın sorgusuz sualsiz İsrail’in safını tutmasında, geçmişteki bu günahının büyük bir payı var sanırım. Holokost, Batı’nın sadece geçmişini değil bugününü de ipotek altına alıyor. Batı, boynunda taşıdığı soykırımın asli ve ferî faili olmanın utancını, maalesef, başka bir soykırıma el vermekle gidermeye ya da telafi etmeye çalışıyor. Kendi günahının bedelini Filistinlilere ödetirken, yeni ve affedilmez başka bir günahın sahibi oluyor.
Velhasıl, dün de tarihin yanlış tarafındaydı Batı, bugün de.
* Tony Judt, Savaş Sonrası: 1945 Sonrası Avrupa Tarihi, Çeviri: Dilek Şendil, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006.