Ergin kasabanın ortaokuluna yazılıyor. 12 yaşında… İlk gün sınıfta adını-soyadını soruyor Türkçe Öğretmeni: “Ergin Gürcü…” İkinci sorusu, “Gürcü ne demek?” Çocuk sınıfın ortasında süklüm püklüm, “Gürcistanlı demekmiş…” Üçüncü soru daha bunaltıcı: “Neden bu soyadını almışsınız?”. Ergin’in yanıtı usulca: “Bilmiyorum efendim.”
Aynı köyden başka bir çocuk parmağını kaldırıyor, hevesli: “Ben söyleyeyim mi öğretmenim… Onun ailesi göçmen. Gürcüler gâvurdur. Biz bunları hiç sevmeyiz. Bizim köydeki Hoca söyledi.” Öğretmen “Bilmeden, aklın ermeden başkasına hakaret etme” dese de sorgusunu sürdürüyor: “Bu köye neden geldiniz?”
Çocuğun yanıtı her devirde hazin: “Kaçıp gelmişler…” Sonrasında öğretmen meseleyi “Birçok memlekette Türkler vardır” diyerek, bir güzel “Hepimiz Müslümanız…”a bağlıyor. Çocuklar da çıkıyor kerevetine, vakıf oluyor kıssadan hissesine.
Bu hikâyeden bize de “hisse” düşüyor: “Gavur” var tabii ama bunlar fazla gavur sayılmaz. Türksen, Müslümansan ön sorguyu -teoride- atlatıyorsun bazen. Lâkin çapraz sorgudaki, hayatın bağrındaki durumun yine şüpheli, tehlikeli.
“Göçmen Kızı”nın mahcubiyeti
Çocukluktan bildiğimiz Kemalettin Tuğcu’nun “Göçmen Kızı” kitabı bu satırlarla başlıyor. Bugün göz atarken Gürcülüğü “kimliğinde bir şıklık” olarak gören Reha Mağden’in o esprili “kıssa”sı aklımda: “Gürcü’ye sormuşlar, ‘Gürcü olmasaydın ne olurdun?’ diye, ‘Mahçup olurdum’ demiş.” Soyadlarının aslını da öğrenip çıkarmıştı ortaya: Madişvili…
Bizim mahalledeki bereketli, her telden kitap dolaşımında Tuğcu’nun kıssadan hisselerine, finaliyle o “mutlu düzen hikâyeleri”ne pek itibar yok. Okulda ders babından üstelik; nasıl sevesin. Bu ülkede bir şey ders olarak okutuluyorsa kalbinin kapakçıkları kapanıyor. Toplu ezber zerk ediliyor kan dolaşımına… Eh herkesin ezberi kendine bazen.
“Düzen”li Yurttaşlık Bilgisi
Tuğcu romanını böyle, diyalogları bir piyes gibi sıralayarak aktarıyor. Sorular-yanıtlar; sorgu tutanağı gibi… Peş peşe tırnak içi konuşturulan kahramanlarının hissiyatı okura bırakılmış da… Kitaplarındaki duygu dünyası “düzen”li, devletlû, katlanmalı Yurttaşlık Bilgisi. “Ara”yı o katta bulucu.
“Ama”sı, “ayar”ı çok, mutlu sonu, kurdelesi hep “düzen”e bağlandığında. Kıssası; bir adım onlar atacak, sen de birkaç geri, aksak, yarım adım filan, intibak edeceksin nihayetinde. Aldım-verdim, ben seni yendim… Katlanacak, uyacaksın o “ben ben”li hâkimiyet oyununa. Adımlarını ona göre ayarlayacaksın.
“Çingene Kızı”nın renkli etiketi
Tuğcu’nun “Çingene Kızı” kitabında da o “düzen”, arabuluculuk, esmerinden kıssadan hisseler çok. Anlatıyor: “Şükrü Efendi cuma günleri Cuma Namazı’na giderdi. Hatırını soranlara ‘Hamdolsun’ derdi. Çingene rengi yüzüne bakanlar tereddüde düşerlerdi. Ama onun dili tam bir vatandaş ve inançlı insan dili idi.”
Aması da olsa “Şükrü Efendi” Bey’lerin dünyasındaki rolünü, o tablodaki “figür”ünü kavramış yani. Ötekiler gibi değil. “Çingene rengi yüz” de romanaTuğ’unu dikiyor, Kemâl’ini serpeliyor… Biz onu “pembesi”yle biliyoruz.
Devamındaki satırda eşi “Safiye Hanım”la sürüyor hikâye. Kocası kadar olmasa da o da Esmer Safiye; “hayli şişman, kara kaşlı, kara gözlü”… Renkli etiketlerinden o da dertli, çok tedirgin. Hayatlarını kâbusa çeviren bir dikkatle, hanelerindeki “örfi idare”yle saklamaya çalışıyorlar kimliklerini. Ülke, iklim, mevsim, roman normalleri… Dört başı -yığma- kâgir Roman romanı.
“Senin rengin de açıldı…”
Taşınmadan önce gecekonduda kolunda sepet, sokak sokak çiçek satıyormuş “Safiye”. (Hayatının o kısımlarına gelince Tuğcu’nun başta bize öyle tanıştırdığı “Safiye Hanım”, romanda da “Safiye” oluyor birden!) Orada da esmerlikleri başa bela olmuş. Dayanamamışlar… Kaçmışlar.
Safiye Hanım “o kibar semt”e taşıdıklarında da hep diken üstünde: “Keşke başka bir yerde daire tutsaydın. Burada beni tanıyan çıkabilir.” Zamanında o sokaklarda da dolaşmış. Namı diğer “Çiçekçi Safiye”. Komşuları “ev hanımı”, “beyi”.
Safiye Hanım eşi ve kızına oranla fazla dikkat çekmiyor. Rengindeki ton meselesi… Şükrü Efendi arada “Senin rengin de açıldı” diyor eşine. “Safiye buna da çok seviniyordu. Aslında o tam bir esmer değildi. Güneş yanığıydı yüzü. Kimsenin aklına ondan şüphelenmek gelmiyor”.
Renginin açılmasını “hiç dışarı çıkmamasına, güneş yüzü görmemesine” borçlu… “Sosyal inziva”sının nedeni çok.
“Kanlarında olan o şey”
Ama “Ah” işte, yazarın deyimiyle “kanlarında olan o şey”, o müzik sevgisi… Safiye Hanım ut çalıyor arada. Kocası da kemanını alıyor. “Kanlarında var…” Usul usul çalmaya dikkat etseler de kızları Reyhan hep tedirgin: “Komşular duyacak…” Çıkacak ortaya kimlikleri.
Kemanıyla konservatuara kaydolduğunda hocası da azarlamış kızı zaten: “Kemanın yayını Çingeneler gibi kavrama öyle…” Öğrencilerin hepsi alay etmiş. İki yıl sonra bırakıyor konservatuarı. “Şeytanın kemancısı” Paganini’nin konçertoları çınlasın, kemanın da rengi biraz şüpheli.
Hayır, ben Antilop’um…
Soyadları da esmerlikleri gibi etiketli, Karaca. Örgüsü belinde siyah saçlarıyla okula gider gitmez sormuş öğretmeni (Göçmen Kızı’ndaki aynı “Türkçe Öğretmeni” herhal. Adını da koyalım bari, Bihaber Hanım): “Ne demekmiş Karaca, esmer mi demek?”
Telaşla “Hayır” demiş kızcağız, “Antilop”! O daha iyi, münasip tabii… Bu ülkede öyle yaşayacaksın; Karaca tedirginliğinde… Ürkek, kaçmaya-göçmeye hazır. Sonra da öğretmeni “Bakımı zor” gerekçesiyle kestirmiş yıllardır makas değdirmediği siyah saçlarını. Az uysun ortama Karaca. Sadece bakımı değil, öğretmenin/sınıfın ona “bakması” da çok zor olmasın.
Kız Karaca, oğlan “Akkibar”
Reyhan dışlanmayla, tedirginlikle, korkuyla, kimliğini inkârla geçen o ortamda büyüyor. Müfit’e âşık oluyor, hisleri karşılıklı. Mutlu bir yuva, hayırlı bir izdivaç kuracaklar, kısmetse -baba tarafından- rengi açılmış, beyaz Türk çocukları büyütecekler ama… Yine adını koyarsak müstakbel damat “Akkibar”lardan. Beyaz adam.
Gerçek kimliğini açıklayamayacağı için kızcağızın aşkını feda etmesi lazım tabii. Gerçek olayları dilek kurdeleleriyle süsleyip Yeşilçam yapan filmlerde bile öyle. Neyse ki Şükrü Efendi sonunda dilinin altındaki baklayı çıkarıyor. Yeşilçam baklası: “Sen Çingene değilsin kızım.”
Vay canına! Okur, seyirci yazarın bu mutlu, münasip sürpriziyle, o imkânsızlıkta bulduğu “çözüm”le alkış-kıyamet ayakta… Meğer Karacaların Reyhan, yanlarında çalıştıkları “çok zengin bir işadamı” olan Rahmi Bey’in kızıymış (herhalde Hulusi Kentmen’in akrabası; gerçi o da Bulgaristan göçmeni ama olur o kadar). Henüz altı aylıkken karısıyla birlikte öldüklerinde Karaca ailesi onu evlatlık almış. Bu gerçek üzerine onlar huşu içinde evlenip muradına eriyorlar, biz de çöktü-çökecek kerevetine çıkıyoruz ikinci kez.
Onu da Allah yaratmış da…
Öykü boyunca sağa sola sallanan, hissiyatında sürekli bir “Ama”, “Maalesef”, “Ne yapacaksın işte” barındıran “Çingene’yi de Allah yaratmış” türünden cümleler kitabın mutlu finaline, son cümlesine de gram altın gibi yerleşiyor: “Çingeneler de insandır…” Bakın bu önemli işte! Muhtemelen Türkçe Öğretmeni de Ölü Ozanlar gibi kürsünün üstüne çıkıyor: “Neymiş çocuklar, ‘dahi’ anlamındaki ‘de’leri ayrı vurgulayarak hep beraber tekrar edelim…”
Romanda en gerilimli sahnelerde müzikten yararlanılmış. Finalde bile Şükrü Efendi gerçeği müstakbel damadına, onun ailesine açıklarken müzik var: “Reyhan Çingene değil bizden aldığı tek şey müzik sevgisidir.” Korkmayın, müsterih olun yani. O usulca-gizlice çalmaya alışık, hatta o uğurda konservatuarı bile bıraktı. Emredin, kırar kemanını.
Tuğcu dünürlerin duygu durumundaki kerhen kabullenmişliği, o şartlı “hoşgörü”yü de “hisse”liyor, kıssacık bir cümleyle hissettiriyor. Cümlesinde alkış efekti de var. Rahmi Bey Akkibar adam: “Yalnız Reyhan’ın değil sizin de (afedersiniz) Çingene olmadığınızı sanıyoruz.” Kibar semt, kibar dünür… Buluyorlar arayı: Bize öyle olduğunuzu hissettirmeyin, gizleyin de… İdare ederiz, ettiğimiz kadar.
Kemanın-udun vahim soruları
İşte bir pencereden de böyle Tuğcu tedrisatımız. Müzik de hep tehlikeli, gerilim yaratıyor… Zira Karaca aile(si)nin evinin kapısından-penceresinden dışarıya, hayata sızan, ele veren bir şey. Tuğcu’nun deyimiyle “Kanında olan o şeyi” Çiçekçi Safiye gibi “allı güllü giyinmekten vazgeçerek” saklayamıyorsun.
Ki o da şüpheli. Romanda rastlıyoruz o çabanın nafileliğine: “Kılık kıyafet değiştirmekle Çingenelikten kurtulduğunu mu sanıyorsun?” Ve uduyla kemanıyla romanın da her yerine elinle koymuş gibi Attila İlhan’ın dizeleri yerleşiyor: “Keman yanlış anlaşılmaktan tedirgin /utlar vahim sorular soruyor.”
O “şablon” da kurtarmıyor
Bu iki hikâyeyi de iyi biliyor, en kalın sürümüyle güncelliyoruz durmadan. Göçmenlere, “gelenler”e karşı ezelden bildik diyaloglar tırnak içi “zenginleşerek”, “Hepimiz Müslümanız”a bile sığmayarak berdevam. “Esmerim biçim biçim”in topraklarında özellikle esmerinden göçmen nefreti, düşmanlığı… İlginç bile sayılmıyor artık.
Geçen pazar “Sokağı(n) bağrına basan tuşlar” yazımdaki akordion havasına, “Tuna Dalgaları”na katılan Ciguli’nin hayatı, çocuklarının psikolojisi de Tuğcu’nun hikâyelerinden uzak değil: “Evleri Romanların yaşadığı blokların 8’nci katında… Ciguli’nin büyük oğul İbrahim Tatlıses bir Bulgar gazetesini alıp önüme koydu ve manşeti gösterip, ‘‘Gazeteci abi bu Bulgar gazetesi babama, bize Roman diye yazmış. Biz Roman değiliz. Bir Türk muhaciriz, Romanlığı asla kabul etmiyoruz.” (“İşte Ciguli’nin ailesi”, Hürriyet, 7 Temmuz 1999, röportajı yapan gazetecinin adı yok)
Sütçü Pandelli’nin damadı Taki
Bir de Müslüman olmayanlar, o saçağa bile ilişemeyenler var elbet. Önceki yazımda değindiğim kökeni “Türk” olduğu için “doğuştan Müslüman” kabul edilen muhacir akordeoncuların eğreti safında duramayanlar da… O zorlu şartlarda en münasip hâliyle bir köşeye sığınmaya çalışanlar da… Dimdik durup bize dünyayı, insanı öğretenler de.
Bu ülkenin akordeonla tanışmasında, benimsenmesinde de onların payı tartışılmaz. “Çok sesli”yi birlikte aynı notaya basan, aynı nağmeyi bağırtan “saz-söz” kalabalığı/topluluğu olarak bilirdik biz. Siyaseten de herhalde… Farklı nağmeleri Hilton’da, Burgazada’nın o ünlü Paradisos Gazinosu’nda her hafta sahne alan dönemin efsanevi akordeonisti, İstanbul Radyosu sanatçısı Taki Cenerini ve Arkadaşları’dan da öğrendik.
Giovanni Demetrio Cenerini. Kimliğini hiç saklamayan, yazar Bercuhi Berberyan’ın e-mailine yıllar sonra coşkuyla “Bendeniz sütçü Pandeli’nin damadı akordeonist Taki Cenerini’yim” girişiyle yanıt veren “yabancı”. (¹) Belli ki öyle olmasa, o da mahçup olurmuş. Müziğe düşkünlüğü berber babasından miras. Esmerinden Burgazadalı…
Yorgo’ya körüklenen aşk
Madam Anahit de ayrı tabii… Eğlendiriyor bizi çünkü. İstediğimiz şarkıları söylüyor. Esnaf kovalamadıysa çağır gelsin masana… Sana o hoş edası-sedasıyla “Yıldızların Altında” mutluluktan sarhoş hayaller armağan etsin. Sabaha ayılırsın nasıl olsa, o da uslu usul devam eder bilmediğin hayatına.
Kaptanzâde Ali Rıza Bey’in o asırlık şarkısında öyle bir tarih var zaten. Seyyan Hanım’ın telaffuzunda “Benim göynüm sarhoştur” olan -koşar adım- güftesinde var: “Yanmam gönlüm yansa da”… Seyyan “eşit(lik)” demekmiş, o da zaten “gölgede bir salıncak”.
Ecnebiyse zevkin Madam Anahit’te Edith Piaf’tan “La Vie en Rose” filan da mevcut. Doğma büyüme İstanbullu. 1926’da Taksim’de doğmuş, Talimhane’de eski Niagora Manavı’nın karşısındaki bir evde… Hep Tarlabaşı’nda oturmuş. Yazları Heybeliada’da kalıyorlar ailesiyle. Orada akordeoncu Yorgo’ya âşık oluyor 16-17 yaşlarında… Güzel çalıyor delikanlı.
“Güzel evliya”ya akordeon adağı
Ondan özenip annesini Yüksek Kaldırım’da ikinci el enstrüman satan Papajorci’ye sürüklüyor. Cezmi Ersöz Madam Anahit’le yaptığı röportajı ilk baskısı 1990’da yayınlanan “Son Yüzler” kitabında aktarıyor: “Fiyatı 170 liraydı. Çok heyecanlanmıştım… Hemen Saint Antoine’a gidip, adak yaptım. Mum diktim… Saint Antoine, güzel evliyadır.”
Adağı tutuyor, kullanılmış Hohner marka bir akordeon alıyorlar: “Papajorci bana, Artepenon diye çok değerli bir hoca vardı; onu buldu… Kadıköy’deki Halkevi’nde ondan klasik müzik eğitimi aldım. Bakmayın şimdi, vahşi şeyler çalmak zorundayız… Ekmek parası. Ne yapacaksınız?” O günden ölümüne, 77 yaşına kadar kucağından bırakmıyor akordeonu…
Müzikal evlilikler-boşanmalar
İlk eşi de müzisyen Noray. Akordeon, kontrbas, piyano çalıyor. İstanbul’da “Samsun”, “Ankara” vapurlarında, Büyükdere’de Beyaz Park’ta çalmış uzun süre… 17 sene evli kalmış ama adam çok sinirli; küpesinden giyimine her şeye karışıyor. “Boşamış onu”… Sonra yine müzisyen “Solak Hüseyin”. Onu da boşamış, yine evlenmiş.
O da olmamış, ilk kocasına dönmüş: “Boşandığına varma derler, ama ne yapacaksın!.. O da öldü. Çok içerdi. Bilirsiniz, müzisyenler nasıl içer… Şimdi bir talibim var. Kim biliyor musunuz?.. Fahrettin Aslan’ın şoförü… 15 yıldır severmiş beni. Ne yapalım kısmet artık.” En çok rahmetli Ayhan lşık’ı severmiş. O da gelir dinlermiş onu.
Önemli bir düzeltme!
Maalesef o mesele de hazin bu ülkede. Ayhan Işık’ın ölümünün ardından “herkesin şefkatli, vefalı amcası” Nubar Terziyan duygu dolu, zarif bir taziye ilanı vermiş gazetelere. “Ruhuna Fatiha, nur içinde yat” diye biten ilanının altına “Amcan Nubar Terziyan” yazınca kopmuş kıyamet.
Aileden gürültülü bir tekzip ilanı gelmiş hemen. “ÖNEMLİ BİR DÜZELTME” başlığıyla… Özetle, “Çıkan ilanla Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. Akrabalarımız bellidir”. Ailesi Selanik göçmeni olan Işık’ın da aslında “Işıyan” olan soyadını yanlış anlaşılmasın diye değiştirdiğini yazıyor kaynaklar. “Ses uyumsuzluğu”yla da olsa iltisak tehlikeli, hoş da gelmiyor anlaşılan.
Tarihi yuvasına biçilen paha
Anahit’in Ersöz’le röportaj yaptığı günlerde de zormuş hayatı. “Cümbüşçü dayısı ve samimi dostu sağlık memuru Müyesser Hanım”la kalıyor: “40 yıldır iğne yapardı… Şimdi yaşlandı artık; dayımla kendisine fukara aylığı veriyorlar. Gördüğünüz gibi biz bu Tarlabaşı’ndaki evde; güçlükleri de olsa bir hayat sürüyoruz…
Fakat mutluluğumuz pek uzun sürmeyecek gibi. Geçende yıkım kâğıdı geldi… Gelin, bankadan paranızı alın, diyorlar… Şaşırdık yıkıldık tabii. Burası yüz senelik bina. Tarihi bina… Hiç yıkılır mı efendim? Evet, bu daireye 1.5 milyon lira paha biçtiler… Kümes bile alınmaz. Ne kadar komik değil mi? (O günlerin en ucuz ev fiyatlarına baktım, hakikaten öyle. En ucuzu çift haneli milyonlarda…)” O ev sonra, bugün ne oldu, bilmiyorum. Tahminlerim var tabii.
Cenazesindeki 30 kişi
“Anahit Yulanda Varan”. Çiçek Pasajı’nın yakasındaki kırmızı çiçekle, dudaklarına bol gelen o kırmızı rujla, kocaman gözlükleriyle, tizlerde kısalıveren o buruk sesiyle, tiril tiril elbiseleriyle en çok da akordeonuyla unutulmaz simgesi. Birçok esnaf ona kötü davransa, kovalasa da Sokak müzisyenlerinin tanrıçası belki. Mitolojide bile onlara vefa altüst zaten. Bir kıvılcıma bakıyor.
Beyoğlu’nun “akordeoncu kadın”ı 29 Ağustos 2003’de ölüyor, mide kanseri, kalp yetmezliği… Cenazesinde 30 kişi varmış sadece! Şaşırdım okuduğumda… Bu ülkeyi tanısam da inanamadım. Öyle fırsatlarda sabit bir gösteri kadrosu-kalabalığı vardır İstanbul’un. Mezarı bile vefadan nasibini alamamış.
“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar”
Savaş Ay yazmış yıllar önce, uğraşmış da mezarının düzeltilmesi için (“Parev (merhaba) eski dostlar”, Sabah, 4 Ekim 2011): “Bir mezar taşı bile olmayan Çiçek Pasajı’nın ünlü sembolü akordeoncu Madam Anahit’in köhne mezarına da rastlıyorsunuz… Bunca bakımlı, zengin mezarı arasında Anahit’in mezarı toprak, üstüde ot bitmeyen, isimsiz, paslı istavrozu bile yan yatmış halde. Niye ki?”
Şişli Ermeni Mezarlığı’nda yatıyor. Bugün ne haldedir, yine bilmiyorum. Ne diyeyim; “Yanmam gönlüm yansa da /Ecel beni alsa da /Gözlerim kapansa da /Yıldızların altında”… Bizi “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar” da aydınlatıyor çoğu kez. Onların o şarkıda “Belki duyulur sesim” diye dile gelen nağmeleri de… Değil mi ki, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal /Bâkî kalan bu kubbede bir hoş seda imiş”.
(¹) “Taki Çenerini ve Arkadaşları (Giovanni Demetrio Cenerini-Taki Abi)”, Bercuhi Berberyan, Adalı Dergisi, Mart 2022.