Türkiye yargısında bir iç savaş yaşanıyor. Gündeme düşen her haber de bu savaşın cephe cephe genişlediğine işaret ediyor. Görebildiğim kadarıyla savaşın iki hali var: İlk olarak, artık varlığına ve yaygınlığına neredeyse herkesin kani olduğu, yargıdaki hukuksuzluk ve yolsuzluk ağları üzerinden bir savaş veriliyor.
FETÖ düzeni, yargıda bir çürüme yaratmıştı. 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra bu meşum düzeni tasfiye etmek için düğmeye basıldı. Ancak bir kötülüğü bertaraf etmek için bir başka kötülükten medet umuldu; yargıda siyasi ve ideolojik olarak militan bir kadrolaşmaya gidildi. Yani bir militan kadro gitmiş, yerine bir başka militan kadro gelmişti. Eskilerinin hukukla irtibatı ne kadar zayıfsa yenilerinin irtibatı da o kadar zayıftı.
15 Temmuz sonrası bu yeni yargı, başlıca iki sorun doğurdu: Bir taraftan, militan hukukçular, gözü kara bir şekilde hukuku siyasetin hizmetine koştular. Hukuk, her kesimden muhalifi (Kavala’dan Kuytul’a, Demirtaş’tan İmamoğlu’na kadar) bastırmanın ve iktidarın oyun sahasını genişletmenin bir aracı olarak kullanıldı. İktidara bu hizmeti veren hukukçular, ışık hızıyla terfiler aldılar ve yargı mekanizmasının kritik noktalarına oturtuldular.
Diğer taraftan ise, yargıda yolsuzluk, rüşvet aldı başını yürüdü. Muhtemelen çürümenin bu denli hızlı gerçekleşmesinde, militan yargı mensuplarının siyaset tarafından korunmalarının ve korunacaklarına dair büyük bir özgüven duymalarının ciddi bir payı vardı. Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları kısa sürede her tarafa yayıldı. İddialar sadece muhaliflerin dilinde kalmadı. Muhaliflerden ziyade iktidar üyeleri dillerine doladılar hukuksuzlukları, mesela yargıda kurulan borsaları ifşa etiler. Hangi karar için ne kadar para ödenmesi gerektiği bilgisi kamusal dolaşıma girdi. Farklı adliyelerden çıkan kokularla birlikte toplum yargının rayiç bedeline vakıf oldu.
Bir noktada artık mızrak çuvaldan taştı. Öyle ki, ülkenin en büyük şehrinin başsavcılarından biri, kendi adliyesinde dönen dolapları Hakimler ve Savcılar Kurulu’na şikayet etmek durumunda kaldı. İsimleri ve vakaları ihtiva eden dilekçesi, çürümenin korkunç bir boyuta vardığını cümle aleme gösterdi. Savcının haklarında ihbarda bulunduğu kişiler ise, savcının kendisinin kirli işlere bulaştığı iddiasını ileri sürdüler. Deneyimli bir yargı muhabirinin bir haberinden ötürü tutuklanması, yargıdaki savaşın -birçok kelleyi götürmeye matuf- kanlı bir savaş olduğuna delalet ediyordu.
Yavuz hırsız!
Savaşın ikinci hali ise, yargının üst katlarında cereyan ediyor ve bir yetki savaşı biçiminde kendisi gösteriyor. Hedefte, Anayasa Mahkemesi (AYM) var. Derece mahkemeleri AYM’ye karşı pozisyon almış durumda; Atalay Kararı’nda bu, bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi, AYM kararının gereğini yerine getirmediler. Daha açık bir deyimle AYM’yi tanımadılar. Anayasal (m. 153) ve yasal (6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun m. 50) hükümler esas alındığında, bu durum, Anayasanın bariz bir ihlalini ifade ediyor. Her iki mahkeme de Anayasal düzene karşı geliyor ve anayasal bir suç işliyorlar.
Yargıtay bununla da yetinmiyor, el yükselterek, AYM üyeleri (Atalay Kararı’nda hak ihlali yönünde oy kullanan üyeler) hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Hakikaten akıl alır bir iş değil; Türkiye hukuk tarihinde böyle bir garabetle ilk defa karşılaşıyoruz.
Evet, bir garabet; çünkü Anayasaya göre, AYM üyeleri görev suçlarından ötürü AYM’de yargılanır. 15 üyeli AYM’de Atalay Kararı’nda 9 üye ihlalin olduğu, 5 üye ise ihlalin olmadığı yönünde oy kullanmış, 1 üye de oturuma katılmamış. Şimdi Yargıtay, 6 üyenin 9 üyeyi yargılamasını talep ediyor.
Evet, bir garabet, çünkü burada biri anayasa hükümlerini pervasızca ihlal eden (Yargıtay), diğeri ise anayasal yetkilerini kullanan iki mahkeme bulunuyor. Ve anayasayı ihlal eden mahkeme, yavuz hırsız misali, anayasa hükümlerine göre hareket eden mahkemeyi suçluyor. Nerden tutsanız elinizde kalacak bu karar, mahkemeler arasındaki yorum farkıyla açıklanamaz, bu bir savaş ilanı! Elbette bu savaşın hukuki ve siyasi sonuçları olacak.
Çöküşün resmi
Evvelen, hükmünde “Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararına UYULMAMASINA” ifadesine yer veren bir mahkeme söz konusu. Anayasal bir kriz bu ve eğer bu kriz aşılmazsa, artık her mahkeme AYM kararlarına uymama hakkını (!) kendinde görebilir. O vakit de hukuk güvenliği ortadan kalkar. AYM kararına diğer mahkemelerin uyup uymayacaklarının, AYM kararlarının hüküm doğurup doğurmayacağının belirsiz olduğu bir yerde, hukuk güvenliğinden bahsedilemez.
Saniyen, AYM, AİHM tarafından “etkili bir yargı yolu” olarak kabul ediliyor. Eğer, derece mahkemeleri, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ile Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yaptığı gibi AYM kararlarını ellerinin tersi ile iterlerse, AYM bu özelliğini kaybeder; bu Türkiye yargısına telafisi zor bir zarar verir.
Salisen, yaşananlar cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yargı alanındaki çöküşünü de resmediyor aynı zamanda. Yapısı bütünüyle iktidar tarafından tanzim edilmiş bir mahkeme, üyelerinin kahir ekseriyeti Cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir başka mahkemenin üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Her iki mahkeme de birbirlerini anayasayı ihlal etmekle itham ediyor.
Hülasa, anayasa hükümlerinin ayaklar altına alındığı, ülkedeki en yüksek yargı merciinin itibarsızlaştırıldığı, yargı organları arasında bir kaosun hüküm sürdüğü ve yargıya güvenin dibe vurduğu bir tablo var karşımızda. Mevcut sistemin yargı mimarisinin iflasını belgeleyen bu tablonun, iktidar cenahını etkilememesi beklenemez. Orada bir dalgalanma beklenebilir, ipuçları da görüldü zaten. Şöyle ki:
Kokan tuz
Yargıtay kararının hemen ertesinde verilen tepkilere bakıldığında, MHP’nin topyekûn Yargıtay’ın arkasında durduğu görülüyor. Zaten eğer bugün AYM’ye “yoksun” demekle iktifa edilmiyor, üstüne üstlük bir de ona suçlu muamelesi çekiliyorsa, bu cüretin altında –hiç kuşkusuz- ikide bir “AYM’yi kapatalım, AYM’nin yetkilerini budayalım” diyen MHP siyaseti yatıyor.
AK Parti’de ise birbirinden farklı iki tavır var. Bir yanda “milli” ibaresini bir sopa gibi kullanan bir grup var. Çok cevvaller, lafı eğip bükmüyorlar; doğrudan Yargıtay’a kol kanat gerip AYM’ye had bildiriyorlar. Diğer yanda ise, hukuki bir çizgide durmaya çalışan bir grup bulunuyor. Onlar ise Yargıtay’ın bu kararından da, yargıdaki bu çatışma halinden de, daha genelde MHP’nin yargıdaki etki ve ağırlığından da rahatsızlık duyuyorlar.
İlkine göre bu ikinci grubun zaafı, karnından ve ortaya konuşmaları! Mesela bu son krizde, ilk grup, anayasal düzene karşı bir kalkışma içinde olmasına rağmen Yargıtay’ı cansiperane savunurken, ikinci grup kendini yargı mercileri arasındaki çatışmanın hukuka ve devlete zarar vereceğini belirtmekle sınırlıyor. Ama bu kadarı bile, partide bir rahatsızlığın olduğuna delalet ediyor. Dolayısıyla AK Parti’nin bu mevzuda, MHP gibi, yekpare bir tutum alması zor görünüyor.
Tuz kokmuş durumda, bir şeyler çatlayacak…