“Zevkiselim”, yani sözlükteki keskin anlamıyla “(en) doğru, mükemmel, yüksek zevk” melodili kelimelerden. Güzellikten, estetikten, kaliteden, “iyi”den anlama melekesi. Kolay değil. Birikim, tecrübe, idrak, muhakeme, duygusal derinlik ne ararsan var haznesinde.
İşleyişinin de “aklıselim”den daha yaman olduğunu söylemek mümkün gibi. Zevkiselim, temelleri daha belirgin, lafın gelişi “Aklın yolu bir!” görünen aklıselimden daha karışık işliyor. Ona dayalı değerlendirmeler, “zevk sahibi”ni, onun hudutlarını, seçimlerini -daha keskin, doğrudan- akla getiriyor sanki. Zevkiselim bariyerlerinin öznel tercihlere kurulduğu örnekler de bunu düşündürüyor. O yetenek objektifliğin garantisi değil.
Zevk sahibi ile emanetçisi
Beğeni, zevk öyle bir şey, öyle bir bütün zira… Yazımdaki meramım da o. Rüştünü ille de “zevkiselim” nezdinde kanıtlaması gerekmeyen, hatta ve esasında o yüksek katta kolayca hakkının yendiğini düşündüğüm beğeniler.
İnsan “zevk sahibi”, “zevkli” olmayı istiyor tabii. Lâkin kimi “sahibi” oluyor, kimi “emanetçi”si, kimi de militanı. Öyle görünmek istediğinde sallantılı alandasın. O özenilen alanda beğenmediğini beğenmen, beğendiğini de inkâr etmen icap edebilir.
Beğeni deyince hem gönül ferman dinlemiyor, hem de açık etmek riskli bazen. Özendiğin sıfata bürünmenin, hatta “ilerici”, “aydın”, “seçkin”, “çağdaş” ve dahi “entelektüel” görünmenin kestirme, tâlî yolu beğenilerini gizlemekten, ötesi inkârdan da geçebiliyor.
Rozetin iğnesi göze de batar
İnsanı ayaküstü bir sohbette bile ele veren bir yönü var. Tehlikeli… Muhabbet beğenilere geldi mi kiminin dikkati kendinden çok vitrininde. Bir cümlesi, bir “Ne güzel!”i referans grubunun, “sınıf”ının gözünde cici bici vitrinini tarumar edebilir. Gerisini getiremez, izah bile edemez o yüksekten bombardımanda.
Benliğinden kaçıp beğenmesi gereken sanatçıya,şarkı(cı)ya, filme, figüre çekidüzen vermeye çabalaması ondan. Ağzının tadını gizleyen bile görülüyor vitrinine yakışacağını düşündüğü yiyecek-içecek menüsüyle.
İnsanlık hâli. Beğenilerinle de beğenilmek, övülmek, onaylanmak istiyorsun. Böyle meselelerde “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”un ikinci bölümü daha çetrefilli galiba. Kisvendeki kendi, sindirilmiş bir beğeniden ziyade iliştirilen eğreti, emanet bir rozetse, iğnesi karşındakinin gözüne de batabiliyor.
Müzik zevki ve etiketler
Bilhassa müzik zevkinde herhalde. Daha yaygın, ortalıkta olduğu için belki. Yerden yüksek vitrinin için bazı şarkılar da sabıkalı, bazı şarkıcılar, müzisyenler de… Şarkı-şarkıcı sadece müziğiyle değil öznesiyle, hayatıyla, mânâsıyla, hatta türüyle, yoluyla bile etiketlenebiliyor. Münazarası hep güncel.
Misal, “Eseri başka, kendi başka da…” o ayrımın hayatın ortasında, o ânın damarındaki bir meselede izahı, münakaşası müşkül. Kazara “Lambaya Püf De”nin Anadolu Rock’daki ritminden, geçişinden söz etsen, güftesi-nidasındaki koyu erkek nefesinin, ataerkinin altında kalırsın. O yönüyle öyle çünkü. Sazı değil ama sözü öyle.
“O Furtuna” Sovyet Marşı olsaydı
“Devrimci dönem”in marşları, o dönem marş niteliği kazanan türküleri, şarkıları (şarkı-türkü marşları) da bir bakıma öyle. Carmina Burana’nın “O Fortuna”sı Sovyetlerin bestelediği, güftesi tabiattan derlenmiş Proletarya Marşı olsa bugün nasıl değerlendirilir, kulağa aynı ahenkte, evrensellikte, müzikalitede gelir miydi acaba? Nereye koyardık yahut koyamazdık onu…
Marşların, “şarkı marşları”nın adı üstünde “rap rap”ıyla, hamasetiyle karanlık bir mirası, sağdan-soldan “mehter”i, nasibini hep marşlardan almış bir ülkede muhakemeyi, hatta vicdanı, aklıselimi sağırlaştıran vurmalı bir müziği elbette var. Ama bazenmüzikal yeterliliği/niteliği, yitirilen bir duygusal derinliği de var.
Belge’nin “Enternasyonal”i
Böyle durumlardaki dilemmayı belki en hissedilir, hoş haliyle Murat Belge ifade etmiş bence: “Enternasyonal’in güftesini değilse de bestesini akılda tutmak ve ara sıra mırıldanmakta yarar var.” Bu cümleyi hangi vesileyle kurduğunu da özetlemeliyim tabii:
“Popülist politikalar ve politikacılara girmedik. Bir kısmı Soğuk Savaş döneminden, bir kısmı ise onu izleyen ‘Kapitalizmin Zaferi’ döneminden biriktirerek getirdiğimiz bir yığın soruna girmedik. Bence en büyük sorun olan ‘Paylaşma Kültürü’ eksikliğine (ya da ‘yokluğuna’) hiç girmedik. (…) Bunların hepsi aslında ‘eski’ sorunlar, ama eski sorunlara çözüm bulmadan ‘yeni’ bir dünyanın şarkısını bestelemek ya da söylemek mümkün değil. Onun için, ‘Enternasyonal’in güftesini değilse de bestesini akılda tutmak ve ara sıra mırıldanmakta yarar var, derim.” (“Korona Çağı”, Murat Belge, Birikim, 20 Nisan 2020)
Hayata “ses perdesi” çekmek
Benim öyle etiketlenen bazı eski türkülere, şarkılara, hatta “El Pueblo Unido…” gibi bazı marşlara hissiyatım Belge’nin cümlesinden de “romantik” olabilir. İçimi kıpır kıpır eden o senfonik marşı, Şili’de Başkanlık seçimi öncesinde Santiago’daki “Haysiyet Meydanı”nda toplanan on (yüz?) binler, Inti Illimani’yle birlikte söylüyor mesela: “El pueblo unido jamas sera vencido (Birleşen halk asla yenilmez).” Faşizme, diktatörlüğe, seçimde ilk turu kazanan aşırı sağcı Pinochet hayranı adaya karşı. İkinci tur, tabiri şahsımdan caiz olsun “şarkılar”ın.
O marşı, havayı hissetmek için ille sosyalist, “öyle sosyalist”, komünist filan olmak, güftesini duvara asmak gerekmiyor. Melodisi, ritmiyle, dile, kuytularına hep birlikte gelişiyle içimdeki yankısı önemli. Müzik, yankısı içine işleyen, içindeki dağların, tepelerin arasında yankılanan bir vadi zira.
Ruhi Su’yu eleştirmek kolay
Uzakta kalsa da, Ruhi Su da bazen, bazı ezgileriyle bana öyle gelir, nefesi, sesi, türküleriyle “o mevsim”in dışında da tatlar getirir. Bir “ses perdesi” çekmem aramıza. Hatta ânıyla da denk düştüğünde lezzet verir, gezdirir.
Kolay görünür sözünü, sazını, o enstrümandaki tarzını eleştirmek. Mektepli, basbariton sesini yabancılamak, kanıksamak da… Dinlememek, sevmemekle müziğini mahkûm etmek arasındaki mesafeyi yok etmek bile kolaydır bazen. Oysa türkülere kendi nefesini verir, o günlerde türküyü evine sokar. Öyle de kıymetlidir.
Sınırlı sesin mektepli stili
Belki o dönemde bile teatral nağmeleriyle, sesiyle, stili, hatta smokini-papyonu, kisvesiyle kolay sevilemeyen, itici gelebilen Timur Selçuk da tipik örneklerden biri. Serbestiyet’te 2020’de yayınlanan “Şarkılarımız bizden vefalı” yazımı düzenleyerek/genişleterek yeniden ele almamın nedeni de o. Yâd etmek, hatırlatmak istedim. Timur Selçuk üç yıl önce bugünlerde, 6 Kasım 2020’de öldü. Uykusunda kalp krizi geçirerek, 75 yaşında.
Sol çevrelerde “marş” söylediği, o saftaki yeri için kabullenildi muhtemelen. Öyle ki o dönem sol külliyattaki ezgilerde, marşlarda sık sık detone olması da dert edilmedi. Sesi sınırlı ama etkisiz değil. Hatta Münir Nurettin Selçuk ilk konserinden sonra oğluna, “Senin besteciliğin şarkıcılığını geçmiş; ya şarkıları başka biri söylesin ya da şarkı söylemesini öğren” demiş.
Timur Selçuk da Opera sanatçısı Saadet İkesus Altan’ın öğrencisi olmuş, şarkı söylemeyi, aslında sınırlı sesini kullanabilmeyi ondan öğrenmiş. Beş yaşından beri evinde, Türkiye’de, Paris’te aldığı sağlam eğitimiyle, sesini mektepli kullanabilen stiliyle, özgün besteleri, yorumu, icrasıyla Selçuk çocukluğumuzun, ilkokula giden erken aşklarımızın, gençliğimizin, kavuşmaların, ayrılıkların seslerinden de birisi benim için. “Devrimci”liğinden önce…
Bestelerde şiirin gücü
Öncelikle Selçuk şiirleri, duygu dünyasının melodik dizelerini bestelerine taşıyan bir müzisyen. Şiiri müzik yoluyla insanlara tanıştıranlardan. O günlerde sayısı fazla değil. Şiirlerden bestelediği özgün 45’liklerini çıkardığı yıllarda “Altın Mikrofon Ödülleri” “Helvacı helva /şeker lokumlu helva”yla “Çayır çimen geze geze” dolanıyor.
Elbette bir kıyas değil ama sınırlı sesinden çok stiliyle, besteleriyle, sözleriyle Leonard Cohen geliyor aklıma. Şair Cohen’in “Şiirlerimi okutamadığım için onları şarkı yapmaya karar verdim” mealinde sözleri… Şiir okur gibi söylüyor şarkılarını.
Selçuk’tan “Mikrofonda Tiyatro”
Selçuk sağlam eğitimi, müzisyenliğiyle de farklı. Benimsenmesinde şiirin(in) yeri önemli. Gücü özgün bestelerinin, eğitimli sesinin yanında şiirinden, şiirselliği yorumuyla, baladlarıyla yaşatmasından belki. Kendine has sesi de ona ters, uzak, yabancı değil.
Selçuk’un icrası aynı zamanda bir performans sanatı… Radyo Tiyatrosu, Mikrofonda Tiyatro; seslendirdiği şarkıyı bazen kelime kelime hissediyorsun. Bunun için Karantinalı Despina’yı dinlemek bile yeter.
Türkü girmeyen evlerin kapılarını Ruhi Su (da) araladıysa o dönemde… Şiirden uzak gönüller de dizelerin gücü, derinliğiyle onu güftesine alan, besteleyenlerin katkısıyla (da) tanıştı belki. Bugün şiirle müzik arasındaki yitirilen alışverişin de duygusal zekâ ve derinlik tartışmaları açısından elverişli, bereketli bir alan olduğunu düşünüyorum.
“Devrimci”lik öncesi Selçuk
İlk 45’liği “Ayrılanlar İçin (1967)” Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiiriyle ilk plaklarımız arasında: “Her şeyi evet her şeyi, her şeyi unutabilirsin /Hatta bütün yazdıklarımı, satır satırına /Kalırsa içinde bir derin sızı kalır.”Altı yıl bekledikten sonra “Böyledir Akşamları İstanbul’un”, iki yıl sonra, 1972’de de “Bugün Yarın Daima” geliyor. Timur Selçuk’un aynı yıl çıkardığı o unutulmaz 45’liği İspanyol Meyhanesi hemen her pikapta. Çığlık çığlığa…
Arka yüzünde, mavi göklerden yere doğru süzülüp omzumuza konan, elimize alıp usul usul okşarken gençliğimizi yeniden yaşadığımız “Beyaz Güvercin”le zirveye çıkıyor. Açsak ellerimizi uçacak; eğilip kulağına “Dur gitme” diyoruz, hareli gözlerinden öpmek istiyoruz. Güftelerinin müzikal ifadesiyle, Selçuk’un dizeleri yaşatan sesiyle de dokunuyor, öyle de değiyor hayatımıza.
1974’de başucumuzdaki bir şarkıyı da bu kez Faruk Nafiz Çamlıbel’in dizeleriyle seslendiriyor: “Sen Nerdesin”… “Caddeden sokaklara doğru sesler elendi /Pencereler kapandı kapılar sürmelendi /Bir kömür dumanıyla tütsülendi akşamlar /(…) Senin için kandiller tutuştu kendisinden /Resmine sürme çektim kandillerin isinden”. Oradaki kandil gönlümde “Lambada titreyen alev üşüyor”la birlikte yanar.
“Karantinalı Despina”nın işgali
O yıl “Karantinalı Despina” da bizi yine İspanyol Meyhanesi’ni andıran kararmış tahta masalara, o masadaki bir şişe şaraba, o sarhoşluğa, çığlık çığlığa şarkı söyleyen incecik elli, kalın dudaklı kadınlara götürüyor.
Bu kez Attilâ İlhan’dan geliyor şiiri: “Bir gül takıp da sevdalı her gece saçlarına /Çıktı mı deprem sanırdın kara kız kantosuna”… O şarkının sessiz bir çığlık gibi hazin dizesi; “Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması” kim bilir kaç kuşağın efkârına yadigâr.
Çığlık çığlığa “Hürriyete Doğru”
Aynı 45’liğin ön yüzünde ise başka bir ipucu, müzikte yeni döneminin habercisi var. 1970’lerin sert rüzgârı, Orhan Veli’nin şiiriyle esiyor Selçuk’ta. “Hürriyete Doğru”, askeri darbeden sonra ilaç gibi birçok insana: “Birden, /Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. /Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; /Bayramlar seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi? /Gelin alayları, teller, duvaklar, donanmalar mı?” diye başlayıp…
Sonra ayağa kalkıp, iki elini de öne uzatarak, “Heeeey! /Ne duruyorsun be, at kendini denize; /Geride bekleyenin varmış, aldırma; /Görmüyor musun, her yanda hürriyet; /Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; /Git gidebildiğin yere” nidasıyla deniz gibi köpüren o dönem.
AST’la ironi, hiciv esintisi
Bir yıl sonra, 1975’de Nâzım Hikmet’in Varna’dan karşı yalıya, oğluna seslendiği “Memet, Memet…” var. Benim için en “zorlama”, itici duran bestelerinden, yorumlarından birisi. Hemen ardından Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) perdesi müziğini Timur Selçuk’un yaptığı “Nereye Payidar”la açılıyor. Selçuk’un imzası artık AST’ın oyunlarının müziğinde. “Bıktım dünyayı sırtımda taşımaktan”, “Ekonomi tıkırında”yla dillerde. Fırtına öncesinde protest müzikte ironi, hiciv meltemi…
Çiğdem Talu’nun sözleri, Melih Kibar’ın bestesi ve Selçuk’un düzenlemesiyle “Özgürlük (1978)” ise marş döneminin habercisi: “Özgürlük vazgeçilmez bir sevda, yüreklerimizde”… O dönem Selçuk’un ODTÜ’de, Kızılay’da, Emek Mahallesi 8. Cadde’deki Yıldız Düğün Salonu’nda gittiğimiz konserleri biletli-biletsiz korsan miting gibi.
Kalabalıklar marşlara, “şarkı marşları”na sadece güftesiyle değil, sloganlarla da eşlik ediyor. Elen ele dolaşan, çoğaltılan kasetleri de konserden canlı kayıt. Birbiriyle yarışan, şarkıları fondaki bir sese dönüştüren sloganlar dâhil. Öyle ki, o dönemin konserlerine katılan Ruhi Su türkülerini söylerken araya gümbürtüsüyle giren sloganları defalarca uyarmasına rağmen susturamayınca, “Sloganlarınızı bari türkülerin aralarında, bitince atın gençler” demek zorunda kalıyor.
“Dostların arasında”ki müzik
Nâzım’ın “Türkiye işçi sınıfına selam, selam yaratana! /Tohumların tohumuna, serpilip gelişine selam”ıyla başlayan, “Hürriyet (Beyazıt Meydanı) Marşı”yla süren konserleri, piyanosuyla seslendirdiği “1 Mayıs Marşı”yla hep bir ağızdan noktalanıyor. Bence çırpınan sesiyle, duygularıyla etkileyici yorumlar. Yerleri onun okuyuşla sağlam.
Marşların yükselen yerlerinde detone olsa da o döneme damga vuruyor. Nâzım’ın “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü”sü, onun nidası, “Hey hey, hop hop”uyla “Dostların arasındayız, güneşin sofrasındayız /(Bakır) Tasları birbirine vurun çocuklar /Doldurun çocuklar, doldur içelim /Başları göklere atalım /Serden geçelim”i kaç masaya oturmuştur, kim bilir…
“Şarkı marş”larının anti-tezi
“Devrimci müzik”in yelpazesinde, Mahsuni, İhsani, Rahmi Saltuk’ların yanında Selçuk’u “sonradan” görenler, dudak bükenler de oldu… O dönemdeki aksayan konser performansı, marşlarıyla onu dinleme listelerinden çıkaranlar da. Ömrü boyunca haz etmeyenler, hep itici, yapay bulanlar da. İçindeki “dilemma”yı kesip atanlar da…
Gerekçesi repertuarıyla, bazen iyice zorladığı sesiyle, stiliyle, hatta siluetiyle, mimikleriyle olsun hepsini anlamak mümkün. Lâkin kabullenmek öyle değil. Eğitimli, özgün, çok sesli, yenilikçi, sağlam müzisyenliğiyle bir devrin benzersiz simgesi. Marşlarıyla (da) eleştirilen Selçuk aslında dönemin tek makamdan uygun adım, “tek sesli” yürüyen müziğinin anti-tezi.
Elma-armutlu müzikal külliyat
Ben onu o dönemlere de uzanan müzikal külliyatımın içinde, bağrında görüyorum, öyle de yâd ediyorum. Her yönüyle… O külliyatın sol yanında bazı türküleriyle Ruhi Su, Cem Karaca da var, Inti Illimani, Pete Seeger’ın 1968’li bançosuyla, İngilizce açıklamalı-izahlı L’International’i de, Mamak Türküsü, Hasta Siempre, o sevimsiz, bence “V for Vendetta” serumlu “La Casa De Papel” dizisindeki harika versiyonuyla Belle Ciao da, hakkıyla “Hey, teacher, leave them kids alone” da… Kıpır kıpır.
Müzikalitesi farklı farklı. Aynı ağaçta görünse de, toplamda elma-armut-kızılcık bir arada… Kimi tek şarkısıyla, kimi güftesiyle değil müziğiyle, kimi bir dizesi, nidasıyla da olsa onlar benim müzikal soyağacım. Bazen isyanıyla soyağacım, huylu-huysuz, geçimli-geçimsiz dallarım; bazen Müslüm Gürses’e de kulak veren “itiraz”ım… Müzik içindeki dağların, tepelerin arasındaki yankı vadisi çünkü.
“Kalkan her vapurda giden bir yolcu”
Bir dönemi tümüyle, körü körüne, tüm hücrelerinle savunmak kadar beter olamaz belki ama onu külliyen reddetmek, yok saymak da adil, hatta doğru değil. Aklıselimin-zevkiselimin yolu da duygularını daraltmadan, körleştirmeden, onlardan ibaret olmayan gençliğine tekme-tokat girişmeden, değişmek, genişlemek, yargılarını, ezberini yıkmak sanki. Yeni yargılara, ezberlere sığınmadan… Yoksa her sorguda gençliğini ihbar ediyor insan.
“Yeni”nin, mücadelenin, muhalefetin, diriliğin,direnişin de her zaman müziğe, meydan okuyan sanata ihtiyacı var. Duygulara, o derinliğe… Yeni duygular da bir toprak, farkındalık, duygusal donanım gerektiriyor. Elverişlilik… Unutulmuş, körelmiş, gönlü de mağlup hissiyatlar değil.
Yazımı Timur Selçuk’un Attilâ İlhan’dan fazla bilinmeyen bir bestesiyle bitirmek istiyorum; hissiyatım, meramım, yazım, “tez”im-tezenem öyle bir bakıma. “İhtiyarlar Balladı”: “Onlara ün mü gelir bazı bir ses mi duyarlar /yumuşak bir kedere ufalır bakışları /(…) yaşayıp durmaktan gizlice utanırlar /(…) kaç kere hesabını çıkarırlar bir ömrün /bırakılan her resim bütün bir ömrü saklar /birazdan yalıda sanki buluşacaklar /bir yerde saat çalsa o sevgili görünür /(…) bir pencere açılsa unutulmuş şarkılar /kalkan her vapurda giden bir yolcu var”.