Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gülen Cemaati için “Tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanet” formülasyonunu ilk olarak 22 Ekim 2015’te, Hukuki Araştırmalar Derneği heyetini kabulünde kullanmıştı. O sözlerin devamında yer alan “Bakıyorsun tabanda ibadet var, ortada ticareti görüyorsun ama tepede, tavanda ihaneti doğrusu tespit edememenin zaafı içinde olduk" cümlesini ise birçokları gibi ben de Gülen Cemaati’ne karşı mücadele ederken “teşkilat” ile sempatizan ağına karşı farklı tavırlar geliştirileceği biçiminde yorumlamıştım.
Buna göre, devlet, Cemaat örgütlenmesinin tavandaki “ihanet” boyutu ile tabanda yer alan ve o boyuttan haberdar olmayan geniş kesimler arasında fark gözetecek; ince ayarlı yaklaşımlarla, “tavan”ın propaganda ağına malzeme sağlayacak uygulamalara girişilmeyecekti.
Erdoğan bu değerlendirmeyi yaptığında henüz 15 Temmuz darbe girişimi olmamıştı. Dolayısıyla, 15 Temmuz’da, Cemaat’in “kriminal” tavanının Cemaat tabanının şaşkın bakışları arasında sahne aldığı koşullarda Hükümet’in bu ayrımı titizlikle yapıp, tabanla tavanın ayrışmasını teşvik eden bir mücadele çizgisi izlemesini ummak makul bir beklentiydi; ilk haftalar ben de öyle bir beklenti içerisindeydim.
Tuhaf şeyler…
Fakat sonrasında tuhaf şeyler olmaya başladı. Savcılar, iktidardan gelen telkinler ve yol göstermelerin ışığında 17-25 Aralık’ı bir kırmızı çizgi olarak belirlediler ve o tarihten sonra Cemaat’in bankasıyla, okullarıyla, yayın kuruluşlarıyla vb. ilişkisini devam ettirmeyi suç kategorisi içine alan bir iddia retoriği geliştirdiler.
Böyle bir suçlama karşısında hemen akla gelen şu savunma çizgisi tabii ki geçersiz sayıldı: “Mademki bunlar terörist bir organizasyonun parçasıydılar, neden devlet 17-25 Aralık’tan sonra bunları yasaklamadı? Vatandaşların, devletin ‘yasal’ saydığı kurumlarla ilişki kurması nasıl ‘suç’ oluyordu?”
İktidara yakın bazı gazeteciler dahi 17-25 Aralık’ın milat ilan edilip, o tarihten önce “suç” sayılmayan şeylerin o tarihten sonra “suç” sayılmasındaki tuhaflığa işaret ettiler. Mesela Ersoy Dede, “Cemaat’in gerçek yüzünü 17-25 Aralık’tan sonra görme hakkı”nın neden bu “gerçek yüz”ü 15 Temmuz’dan sonra görenlerden esirgendiğini sorguladı.
15 Temmuz’dan iki ay sonrası
Darbe girişiminin üzerinden iki ay kadar geçtikten sonra, artık “FETÖ” olarak adlandırılan Cemaat örgütlenmesine karşı mücadelenin yukarıda tarif ettiğim “ince ayarlar”dan yoksun bir biçimde, “koy çuvala” tarzıyla yürütüleceğine dair ciddi emareler ortaya çıkmaya başladı. Bu “tarz”ın yalnız “adalet” açısından değil, Cemaat’in devlet içindeki örgütlenmesine karşı yürütülen mücadele açısından da yanlış olduğuna dair ilk yazım Serbestiyet’te 5 Eylül 2016’da yayımlandı. Şu satırlar, Teşkilatı mı cezalandıracaksınız, zihniyeti mi? başlıklı o yazıdan:
“FETÖ soruşturması sürecinde ortaya çıkan kimi uygulamalar ve hatalar, Ergenekon ve Balyoz davalarını murdar eden eski uygulamalara ve hatalara fena halde benzemiyor mu? Aynı hataları yapıp her seferinde farklı sonuçlar beklemek, Türkiye’de neredeyse milli bir spor… Fakat bir önceki örnek bu kadar tazeyken, ondan ders çıkarmayıp bir kez daha aynı tuzağa düşülmesini anlamak çok zor.”
Sonrası, Ahmet Taşgetiren’in o günlerde kaleme aldığı bir yazıda dile getirip temenni etmediği bir doğrultuda gelişti: “’Güven sorunu’ doğru, FETÖ yapılanması söz konusu olduğunda, en hayati problem niteliğinde. ‘Kime güveneceksiniz?’den herkese her türlü suçlama yöneltilebilir noktasına gelmek ve buradan da güvensizliğin daha da derinleşeceği bir alana savrulmak mümkün. Buradan varılacak olan şey ise, çok geniş bir gayrı memnunlar zümresinin oluşmasıdır.” (Star, 24 Ağustos 2016).
Bylock ve gayrı memnunlar sayısında patlama
15 Temmuz darbesinin hemen sonrasında kaleme alınan sınırlı sayıdaki uyarı yazılarının işaret ettiği “gayrı memnunlar zümresi”, cep telefonunda Cemaat’in şifreli haberleşme programı Bylock bulunanların “terör örgütüne üye” sayılmaya başlamasıyla birlikte hızla büyüdü.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan, medyanın da sosyal medyanın da büyük ilgi gösterdiği bir olay, Bylock’un yol açtığı söylenen çok sayıda mağduriyet hikâyesinin haklı ve gerçek temellere dayanıyor olabileceğini gösterdi.
Medyada “pazarcı teyze” diye adlandırılan yaşlı bir kadın, yürütülen bir Bylock soruşturmasında telefonuna bu programı indirdiği gerekçesiyle gözaltına alınmış, o programı gelininin indirip kullandığının anlaşılmasından sonraysa serbest bırakılmıştı.
Bu olaydan önce sayıları binleri bulan benzer mağduriyet hikâyeleri “surda gedik açmamak” gerekçesiyle görmezlikten gelinmişti. Ne var ki son zamanlarda, cep telefonundaki Bylock programının “terör örgütüne üyelik formu” olarak kabul edilmesini savunan bazı yazarlar bile “ancak” diye rezerv düşüp bazı kimselerin haksız yere Bylock kullanıcısı olmakla suçlanmış olabileceğini yazmaya başladılar. Bu yazılardan birini de geçtiğimiz haftalarda Serbestiyet’te Atilla Yayla kaleme aldı.
Çoğu, bilgisi ve rızası dışında cep telefonuna Bylock indirilmesiyle bağlantılı olan Bylock mağduriyetlerini bazı somut örneklerle birlikte Pazartesi günkü (14 Ağustos) yazımda ele alacağım.
Fakat üzerinde pek fazla durulmayan bir nokta daha var: Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) saptayıp ilgili makamlara bildirdiği 215 bin 92 kişilik Bylock kullanıcıları listesinden “mağdurlar”ı düştükten sonra kalanların tamamını aynı çuvala koyup hepsine aynı suçu isnat etmek ne kadar doğru? Bu, doğru bir ölçü mü? Tam bu noktada akla gelen “Bir gizli örgüt, en mahrem sırlarının 215 bin kişi tarafından paylaşıldığı bir platform kurar mı?” sorusu yanlış bir soru mu? Şayet bu soruya karşılık, “Örgütün sırları bu platformda fâş edilmiyordu; burası, ‘taban’ın sosyalleştiği, aidiyet duygularını pekiştirdiği bir yerdi” gibi bir cevap veriliyorsa, o takdirde bu kişilerin tamamı nasıl örgüt üyesi olmakla suçlanıyor?
İşte yine başta konuştuğumuz, Gülen Cemaati’ne karşı mücadele ederken ‘teşkilat’ ile sempatizan ağına karşı farklı tavırlar geliştirmek gerektiği noktasına gelmiş bulunuyoruz. Baştan böyle bir çizgi benimsemeyince, Bylock da bir “çuval” olarak görülüyor ve içindeki herkes eşit derecede “suçlu” ilan ediliyor.
Pazartesi günü devam edeceğim.