CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in gölge kabinesinin ‘içişleri bakanı’ Murat Bakan geçtiğimiz hafta Halk TV’de katıldığı bir programda çeşitli konular hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Murat Bakan, bugün seçim olsa ve CHP iktidara gelse kurulacak kabinenin en önemli koltuğuna oturacak bir siyasetçi, dolayısıyla sözleri çok önemli. Bakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ girişimini değerlendirirken “önceki genel başkan gibi düşünmüyorum bu konuda” dedi ve gerekçesini de “CHP’nin kendisinin yapmadığı hatalardan dolayı helalleşme girişiminde bulunması doğru değil” diye açıkladı.
Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşmeliyiz’ dediği hususlar ortada; bunlarda CHP’nin hiçbir hatasının bulunmadığını söylemek nasıl bir gerçeklik algısının ürünü acaba? Yeni CHP yönetiminden gelen bu ‘tashih’ Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrılarının CHP’nin dışına neden sahici bir tını vermediğini de gösteriyor. Vermedi, çünkü Murat Bakan’ın sözleri CHP teşkilatının ve tabanının çoğunluğunun da hissiyatını yansıtıyor. Bunun delilini Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrılarını neredeyse tümüyle yalnız başına yürüttüğü gerçeğinde bulabiliriz.
CHP’nin gölge kabinesinin içişleri bakanı Murat Bakan, Kılıçdaroğlu dönemine dair en sert eleştirilerinden birini de laiklik konusunda dile getirdi:
“Laiklik konusunda partinin kuruluş esaslarına yani devrim kanunlarına uygun şekilde, tekke ve zaviyelerin kaldırılmasından bugüne, yani Cumhuriyet’in en temel ilkesinden, Cumhuriyet devrimlerinin üzerine inşa edildiği laiklik ilkesine yeterince güçlü bir şekilde sahip çıkmadığını düşünüyorum. (…) Biz cemaatlar, tarikatlar kapatılsın diyemiyoruz, niye? Ya da laiklikle ilgili kaygımız, ‘Türkiye laiktir laik kalacaktır’ derdik eskiden, bu slogan bile atılmaz oldu. Utangaç, mahcup davranıyoruz, bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum.”
Ben bu değerlendirmeleri, bu dizinin ilk bölümünün başlığının (“Tarih, son 13 yılı Baykalizmle Baykalizm arasında yaşanmış ‘tarihsel’ bir dönem olarak kaydedebilir mi?”) bir doğrulaması gibi gördüm ama hüküm vermek için çok erken; önümüzdeki aylarda CHP’nin yeni yönetiminden gelecek açıklamalara göre daha belirgin bir çerçeve oluşacaktır.
Ne var ki ilk yazıda da ima ettiğim gibi ben çok umutlu değilim ve bunun esas nedeni CHP’nin ‘taban sorunu…’ İlk yazının son paragrafında “Baykal ve Kılıçdaroğlu dönemlerinde CHP’nin ‘taban sorunu’ üzerine çok yazı yazdım. Önümüzdeki birkaç yazıda, onlardan da faydalanarak bu tabanın çeşitli dönemlerdeki reflekslerini hatırlatmak ve bundan sonrası için bazı kestirimlerde bulunmak istiyorum” demiştim. Şimdi bakalım, Baykal ve Kılıçdaroğlu dönemlerinde CHP tabanının sergilediği performansı nasıl değerlendirmişim, neden fazla umutlu değilmişim ve o performans bize bundan sonrası için ne anlatıyor?
Baykal dönemi ya da rasyonellik iddiasıyla taban tabana zıt bir performans
CHP’nin Deniz Baykal’lı yılları, yüzeydeki rasyonellik iddialarına karşın derinlerde gerçeklikten kopukluğun ve boş duygusallığın hâkim olduğu bir dönem olarak yaşandı. Parti her zaman yüzde 23-25 civarında oy alıyordu, belli ki mevcut politikalar seti ve siyaset diliyle gidilebilecek fazla bir yol yoktu fakat ilginç bir biçimde ne taban ne yönetim bu politikalarda ve dilde herhangi bir değişime razı olmuyordu. Bu, tabanın ve tavanın ortak irrasyonel tutumuydu ama tabanın irrasyonalizmi bir başka nüansla daha da katmerli bir hale geliyordu: CHP seçmenleri bir yandan mevcut çizgiden ve dilden taviz verilmemesini savunuyor, bir yandan da bunu gerçekten de iyi bir biçimde yerine getiren genel başkanlarından nefret ediyordu. İmkânsızı istiyordu: Liderlik hem yüreğini soğutacak şekilde konuşsun (biraz abartarak: “Laiklik elden gidiyor”dan, “irtica geliyor”dan başka bir şey demesin) hem de seçim kazansın.
Baykal nefretinin zirveye çıktığı 2008’de (çünkü çok ümit bağlanan 2007 seçimleri de kaybedilmişti) kaleme aldığım Deniz Baykal portresinde bu tuhaflığı şöyle anlatmışım:
“İnternet forumlarında, sözlüklerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal hakkında yazılmış irili ufaklı binlerce değerlendirme okudum. Bunların çok ama çok büyük bir ekseriyeti (kabaca yüzde 90’ı) öfke doluydu, gene hemen hepsi Baykal’ı istifaya çağırıyordu.
“Değerlendirmeler, sahiplerinin siyasi kimlikleri hakkında az çok bilgi veriyordu ama ben başka bir şey daha yaptım: Kimliklerini ‘solcu, sosyal demokrat, laik’ vb. sıfatlarla anabileceğimi düşündüğüm kişilerin başka konularda neler yazdıklarına baktım. Sonuç çok ilginçti: Hepsi Deniz Baykal gibi konuşuyordu. Varsa yoksa Cumhuriyet değerleri elden gidiyor, laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor… Birkaç istisna dışında hiçbirinde çağdaş bir solculuğun salt kaba bir laiklik savunuculuğuna indirgenemeyeceğine ilişkin en küçük bir eleştiri dahi yoktu. Hepsi Bekir Coşkun, Emin Çölaşan hayranıydı ve hepsi AK Parti’ye bakınca ‘irtica’dan başka bir şey görmüyordu. O kadar ki, Deniz Baykal, ‘Bu ordu hâlâ ne bekliyor’ diye hayıflanan ‘solcu’ tiyatrocu Ferhan Şensoy’a bile yaranamamıştı: ‘Yakında CHP’yi C, H ve P şeklinde üçe bölerek muradına erecek.’”
“İşte bu nedenle Deniz Baykal son yıllarda bana hep, Türkiye’nin çok garip noktalara savrulmuş bulunan ‘sol ve sosyal demokrat’larının siyasi günahlarının kefaretini ödeyen bir İsa figürü gibi görünüyor… Düşünsenize, bir siyasi parti lideri, asla iktidar şansı bulunmayan bir ideolojiyi ve siyasi programı tam da sizin dile getirdiğiniz cümlelerle ve çok etkili bir belagatla savunuyor… Sonra seçim oluyor ve mukadder sonuç bir kez daha tecelli ediyor… Ve siz, sizin cümlelerinizle siyaset yapan lideri ‘neden iktidara gelemiyorsun’ diye taş yağmuruna tutuyorsunuz…”
2008’de CHP’de genel başkanı değiştirmek imkânsız gibi görünüyordu, yani aslında taban nefret etse de Baykal ancak kendi istediği zaman gidecek bir lider konumundaydı.
CHP’nin eski genel başkanlarından Altan Öymen, bu müşkül işi şöyle anlatmıştı Radikal’de (15 Nisan 2008):
“CHP’de genel başkanın karşısına aday çıkma barajı, ülke seçimlerindeki ‘yüzde 10’ barajından daha yüksek. Son tüzük değişiklikleriyle, bir ‘aday adayı’nın ‘adaylık’ statüsüne geçmesi için, kurultay delegesi sayısının ‘yüzde 20’sinin imzasını alması gerekiyor. Hem de o imzaların, daha önce atılsa bile, kurultay sırasında ve kurultay başkanlık divanı önünde yeniden atılması gerekiyor. Ayrıca, bir aday adayına imza veren delegenin ikincisine imza atması da yasak…”
Fakat işte hatırlıyoruz, tüzükle olamayan kasetle gerçekleşti ve Baykal’ın koltuğuna Kılıçdaroğlu oturdu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun mevcut politikalarla ve mevcut dille seçim kazanılamayacağını anlayıp parti teşkilatını ve tabanını bu doğrultuda ‘eğitmeye’ koyulması için aradan kabaca bir 7-8 yılın geçmesi gerekti. Son yıllarında ise bildiğimiz değişiklikleri yaşadık. Peki Kılıçdaroğlu CHP toprağını ne kadar yumuşattı? Hiç yumuşatamadı diyemeyiz, fakat taşlaşmış bir toprak ne kadar yumuşatılabilirse o kadar…
Bu dizinin üçüncü ve son bölümünde Kılıçdaroğlu’nun ‘Baykalcı’ dönemini atlayıp partisini dönüştürme çabalarına ve bu çabaların neden ikna edici olamadığına bakacağız.