Soruya cevap vermeden Türkiye’de benzeri çok olan bir hayat hikayesine bakalım:
“Elazığ’ın Keban ilçesine bağlı Bayındır Köyü’nde doğmuşum. İklim şartlarının çok zorladığı ve yolların üç-dört ay kar nedeniyle kapalı olmasından dolayı kasabayla ilişkinin kesildiği bir köydü. Öyle zamanlarda hasta olanlar ölüyor; sağ kalanlar, daha dirençli olanlarsa hayatlarını devam ettiriyorlardı. Mesela bir kız kardeşim varmış; bebekken altı ay boyunca ağlamış ve sonunda vefat etmiş. En büyük mücadelemiz doğaylaydı. Kurtlar köyü basardı. ..Üç kardeşiz, üçümüzün de nüfus káğıdındaki doğum tarihleri yanlıştır. Ben 1958 doğumluyum. Hangi gün doğduğumu bilmiyorum. Doğum tarihimi sordukları zaman 10 Aralık diyorum, nüfus kağıdımda ise 7 Kasım 1960 yazıyor. O dönemde ancak ilkokula giderken nüfus káğıdı çıkarılırmış. İlkokulun ilk üç sınıfını o köyde okudum. Okulda iki sınıf vardı; birisinde dört ve beşinci sınıflar, diğerinde de birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar eğitim görürdü..
Annem ve küçük ağabeyimle köyde yaşarken, babam 1950’lerde İstanbul’da ticaret yapmaya başlamıştı. Önceleri portakal falan, sonraları da sırtında halı satıyordu. Büyük ağabeyim de onun yanında lise eğitimini sürdürüyordu. Yazları köye gelir, yanında kaşar peyniri ve sucuk getirirdi. Evde bir bolluk olurdu. Pazar sabahları özeldi; her gün içtiğimiz çorba yerine çay içerdik.
İlkokul üçüncü sınıftayken babam bizi de yanına aldı ve 1968 yılında Kasımpaşa’ya taşındık. Köyden şehre gelince bir kültür şoku yaşadım.
Piri Reis Ortaokulu’nu bitirdikten sonra Beyoğlu Atatürk Erkek Lisesi’ne devam ettim. Öğrenci hareketlerinin yoğun olduğu bir dönemdi.
O dönem ciddi bir sol sempatizanıydım. Çok iyi konuşurlardı ve ben de çok etkilenirdim. Konuşmaların içeriğinin yanı sıra havası bile beni etkiliyordu. 1976’dan beri hep ciddi işlerle uğraştım. Üniversitede arkadaşlarla çektirdiğim bir tane resmim yoktur; illegalite…
Babamın dükkanı da Galata’da olduğu için o civardaki esnafın yanında çalışıyordum. İlk işim Yüksek Kaldırım’da bir radyo tamircisinin çıraklığıydı. Para biriktirip Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Fakir Baykurt ve Orhan Kemal’in kitaplarını alıyordum.
Lise son sınıfta ise bir tekstil firmasında tezgahtarlık yapıyordum. İşi öğrenmiştim.
1977 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Vatan Mühendislik’i kazandım. Ben de sol kanattaydım.
Çok kavga çıkardı. Her kavgadan sonra da polis alır götürür on-on beş gün evden uzaklaşırdık. Bir keresinde on beş gün sonra eve döndüğümde annem o kadar ümidi kesmiş ki kapıda beni gördüğünde bayılmıştı.
Mühendisliği bilinçli seçmemiştim. En çok Mülkiye’yi istiyordum. Soldaki liderlerin çoğunluğunun bu okuldan mezun olması da kararımda etkili olmuştu. Yazar olmayı arzuluyordum. Sanatçılara ve yazarlara karşı büyük ilgim vardı, şiirler yazıyordum. Şiir yazarken Nazım Hikmet’ten esinleniyordum.
1981 yılının eylül ayında okuldan mezun oldum.. İş yeri Tuzla’da, evim ise Kurtuluş’taydı. Mesai 7.30’da başladığından 5.30’da uyanıyor, Elmadağ’a kadar yürüyor ve ilk otobüsle Mecidiyeköy’e, oradan Kadıköy’e ve Kadıköy’den de Tuzla’ya gidiyordum. Sabahın o saatinde sokakta sadece köpekler oluyordu. Kahvaltımı rahmetli babam hazırlıyordu. Saat beşte mesai bitince de yüksek lisans eğitimine gidiyordum. 23 yaşındaydım ve eve ancak saat onda girebiliyordum, hemen uyuyordum.”
Türkiye’de benzerleri çok olan bu hayat hikayesinin diğerlerinden farkı sürprizli sonu.
Çünkü, Elazığ Keban’ın kurt inen köyünde, birleştirilmiş sınıflarda okumuş, gençliğinde solcu olmuş, sabah 5’te kalkıp otobüsle işine gitmiş bu genç mühendis hikayenin sonunda TÜSİAD Başkanı oluyor.
Ama bu bir peri kızının değneğiyle değiştirdiği Sinderalla hikayesi değil.
Ünlü bir soyadı ya da ağzından altın kaşıkla doğmamış Orhan Turan, Türkiye’nin en büyük yalıtım şirketlerinden birini kurarak patronlar kulübüne rica minnetsiz, balkabağı arabasız, kapısından, elinde davetiyeyle girmiş.
Turan’ın başkanlığını yaptığı TÜSİAD’ın yeni yönetiminde, adı TÜSİAD’la bütünleşmiş Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar gibi büyük ailelerden kimse olmaması hemen dikkat çekiyor.
Özyeğin ve Tara ailelerinin yeni neslinin temsilcileri var ama adını bildiğimiz isimler yok.
TÜSİAD’ın bir çeşit mütevelli heyeti gibi olan Yüksek İstişare Konseyi’nin başkanı Tuncay Özilhan, TOGG ortaklığıyla iktidarla en iyi ilişkileri olan büyük işadamlarından biri. Ömer Koç, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Ümit Boyner gibi eski başkanlar da bu konseyde yer alıyorlar. Ama Ankara’daki son Yüksek İstişare Konseyi toplantısında bile olmadıklarına göre artık TÜSİAD kimliğiyle o kadar da birlikte görünmek istemiyorlar.
Anlaşılan Türkiye’nin adı TÜSİAD’la anılmış, zaman zaman iktidarlarla kavga etmiş zengin büyük aileleri, mevcut iktidarla karşı karşıya gelmemek için TÜSİAD’ın arka koltuklarına çekilmiş, ön koltukları da kendi işlerini kurmuş, yeni teknolojilerle büyümüş yeni müteşebbisler ve gençlere bırakmışlar.
Konsey toplantısına katılmak için savaşın ortasındaki Ukrayna’dan gelmiş genç bir işadamı bu müteşebbis ruhunu gösteriyor.
Elazığ’dan gelen, gençliğinde solculuk yapmış Orhan Turan da fildişi kulelerindeki TÜSİAD’ın değil, yeni bir TÜSİAD’ın başkanı.
Bu TÜSİAD, Tanrılar katından fanilere arasına iniyor. Zaten yeni yönetim de bu doğrudan ilişkiyi organik olarak kurabilecek insanlardan oluşuyor.
Orhan Turan’ın “söyleşme” dediği bu doğrudan temasların en kapsamlısı “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına Girerken Türkiye” çalıştaylarıydı.
Birkaç ay önce bu çalıştaylardan Samsun’da yapılanına davet aldığımda çok şaşırmıştım. Ama toplantıya gittiğimde daha fazla şaşırdım.
Toplantılara Mustafa Karaalioğlu, Altan Tan, Mesut Yeğen, Melek Göregenli, Mehmet Kaya, Roj Girasun, Reha Çamuroğlu, Ömer Dinçer, Vahap Çoşkun, Hilmi Demir, Tarık Çelenk gibi isimler de davet edilmişti.
Benim katıldığım tartışmanın başlığı Cumhuriyet ve Demokrasi’ydi.
Başka şehirlerde Refah ve Bölüşüm, Çevre ve Kalkınma, Küresel Dönüşüm ve Ulusal Strateji başlıklı 7 farklı çalıştay oldu.
Tabii bu başlıklar tabii Davos Zirveleri’nin fakirin derdi zenginlerin çenesini yorar türden başlıklara benziyor.
O garanticilik burada da vardı.
Bugüne kadar muhtemelen TÜSİAD’ın kapısının bile önünden geçmemiş isimlerle yapılan çalıştaylar 90’ların Siyaset Meydanları gibi bir ortamlara döndü.
Siyaset Meydanlarındaki kadar cesur ve yeni fikirler söylenmedi, doğrudan ülkenin yarısını temsil eden fikirler bu toplantılarda pek duyulamadı ama kutuplaşmış, cemaatlere bölünmüş bir toplumda bu diyalog ortamı bile yeterince cesurdu.
Bizim çalıştayın ana gündemi olan Cumhuriyet ve demokrasiyi biraraya getirmek her Türk entelektüelinin hayatının bir döneminde olur mu diye denediği naif ve iyiniyetli bir çaba. Demokrasi varken cumhuriyeti araya sokmanın anlamını bir yabancıya anlatmak kolay değil ama Türkiye’de tabii bunun tarihsel bir arka planı var, hepimizin bunu hemen anlıyoruz.
İlginç olanı bu tartışmanın yıllar içindeki evrimi.
90’lar ve 2000’lerin ilk 10 yılında Anadolu şehirlerinde ve farklı kesimlerden isimlerle benzer toplantıları MÜSİAD organize ederdi.
Demokrasi ve Cumhuriyet başlığı o zamanlar da muhafazakar kesimlerin yaptığı panel, konferans gibi toplantıların en revaçta başlıklarından biriydi.
En az 30 yıl sonra TÜSİAD’ın çalıştayı için Cumhuriyet ve Demokrasi başlığının seçilmesi Cumhuriyet’in demokrasi ile yapısal problemleri hakkında yeterince fikir veriyor.
Ama 90’lardaki MÜSİAD’ın Cumhuriyet ve Demokrasi toplantılarıyla TÜSİAD’ın 2023’teki aynı başlıklı toplantısı arasında bir fark var.
MÜSİAD ve muhafazakar kesimlerin temsil edilemiyordu ve kendilerine ülkenin kamusal alanında bu şekilde bir alan açmaya çalışıyordu.
Ama fark bu değil. Hatta bu benzerlik. TÜSİAD da bugün karar merkezinde temsil edilemiyor, temsil ettiği sınıf kamu üzerindeki gücünü büyük ölçüde kaybetmiş durumda.
Fark ise şu.
MÜSİAD, Askerlerin vesayetindeki, yasakçı, otoriter Cumhuriyet’i demokrasiyle dönüştürmek, daha doğrusu frenlemek istiyordu.
TÜSİAD ise her ne kadar bunu da amaçlasa da, esas talep demokrasiyi cumhuriyetle frenlemek. Yani Cumhuriyet değerlerinin demokratik seçimlerle gelmiş iktidar tarafından eritilmesine karşı ikisini birleştiren bir formül bulmak.
Son 30 yıllık AK Parti iktidarı deneyimi ve TÜSİAD’ın hassasiyetleri düşünülünce bu çaba anlaşılır.
Ama bu değişime direnç değil, değişim iradesi.
Çünkü 30 yıl önce başörtüsünün üniversitelerde serbest olmasına bile ayak sürten bir TÜSİAD vardı, şimdi bu meseleleri aşacak bir ortaklık kurmaya, iktidarla diyalog içinde olmaya çalışan bir TÜSİAD var.
Aslında TÜSİAD da özellikle Kürt meselesi ve askeri vesayete karşı hazırlattığı raporlarla, TESEV’e verdiği destekle 2000’lerin ilk onyılında cesur girişimler yapmıştı ama bu girişimler genelde rapor sahiplerinin yalnız bırakılması veya korkuyla frene basılmasıyla bitmişti.
TÜSİAD o dönemlerde, tıpkı MÜSİAD ve benzer muhafazakar STK’lar gibi ‘statüko’yla mücadelede liberal kamusal entelektüellerle birlikte yol yürümüştü.
Bugünkü TÜSİAD ise entelektüel çabalarında, AK Parti ve muhafazakar kesimle diyaloğu olan, ama Atatürk, cumhuriyet konularında da kritik olmayan sosyal demokrat entelektüellerin rehberliğini tercih etmiş görünüyor.
Hatta bu yeni fikri ittifakla TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında, Türkiye’nin önde gelen sosyalist ekonomistlerinden Erinç Yeldan’ı bir panelde görmek mümkün oldu.
Çalıştayların fikri koordinatörlüğünü ise Bekir Ağırdır, Ali Yaycıoğlu, Murat Somer gibi önemli isimler yaptılar.
Çalıştayların ilk fikrinin Ağırdır ve Yaycıoğlu’nun Oksijen gazetesi yazılarından çıkması da bu yeni entelektüel tartışma alanı hakkında dikkat çekici bir ayrıntı.
Hafta sonları çıkan, Macro gibi üst segment marketlerde özel kioskları olan Oksijen, bir süredir büyükşehirlerdeki şehirli, AB grubu ya da hadi daha fazla uğraşmadan o klişeyle söyleyelim Beyaz Türklerin yeni fikri fikri rehberi.
Neredeyse hiç siyasete girmeyen ama Ekrem İmamoğlu’nun siyasi mesajlarını vermek için bir mecra olarak seçeceği kadar sınıfsal temsiliyeti olan bir gazete.
Her ne kadar haber ver yazıları iklim krizi, adil kalkınma, sürdürülebilirlik gibi DAVOS zirvesi klişeleri etrafında dolaşsa da ve okurlarının gazeteden beklentisi kamusal kaygılardan çok depremde bile “bir podcast dinledim iyi geldi” gibi kişisel gelişim ve kaygıları olsa da, özellikle Türkiye’deki laiklerin öncü sınıfı olan Beyaz Türklerin ve onların kulaklarını açtığı kamusal entelektülerin bu gazetede dünyalı, kimlikleri aşmaya çalışan, diyaloğa açık, sosyal demokrat çizgisi içe kapanmacı, öfkeli laik muhalifliğe savrulmuş Beyaz Türkleri de etkileyecektir.
CHP’nin sadece üst yönetiminde, pragmatik olarak yaşanan köksüz, tabansız değişim çabalarının fikri bir altyapısı bulması için bu öncü sınıfın Atatürk ve Cumhuriyetle barışık bir liberalleşmeyle dönüşmesi önemli.
TÜSİAD’ın sahici bir burjuva sınıfının yapması gerektiği gibi diyalog içinde olduğu entelektüellerle buna öncülük etmesi, alan açması Türkiye’de kutuplaşmayla kilitlenmiş siyasi denklemde değişimlerin kapısını açabilir.
Bu çabanın nereye evrileceğini yerinde görmek için dün Ankara’daki TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısına katıldım. Benim gibi çalıştaylara katılmış herkes de davetliydi. Çalıştay katılımcıları ile işinsanları farkı çıplak gözle birle görülebiliyordu. Norveç standartlarındaki salondaki GSMH, salona katılımcılar girdiğinde Bulgaristan düzeyine kadar geriledi.
70 saat süren 8 çalıştayın sonuçlarının sunulduğu toplantıda işinsanlarının anlatılanlara ilgisi fazla yüksek değildi. Onların çoğu kamusal meselelerle ilgilerini ümitsizlikle çoktan kesmiş, kendi işlerine bakıyordu.
Ama hepsine dağıtılan çalıştay sonuç raporu Türkiye’de söylenecek bütün sözlerin sansürsüz bir toplamıydı. TÜSİAD’dan bazıları riskli ve tehlikeli bu kavramları ve tartışmaları duymak bile onların kamu tartışmasındaki temsili için önemliydi.
Yeni Türkiye’nin yeni TÜSİAD’ı, 90’larda MÜSİAD’ın yaptığı gibi tabana yayılan tartışmalar yürütüyor, Anadolu’da toplantılar düzenliyor, kendi dar kabuğundan çıkıp farklı kesimlerden insanlarla temas kuruyor, bu tarz toplantılarda ezbere sıralanan en garanti laflarla da olsa kapsayıcılığı dert ediyor.
Sonu merak uyandıran, sürprizli bir hikaye bu.