İki hafta önceki ve “AB ile yeni başlangıç?” başlıklı yazımda, AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in AB Devlet ve Hükümet Başkanlarının isteği üzerine hazırladığı Türkiye ile ilgili durum tespiti (state of play) raporunu incelemiş, bu raporun öneriler kısmının pek fazla somut bir şey içermediğini, sadece 5-6 yıldır kesintiye uğramış üst düzeyli diyalogun tekrar başlatılması ve Türk vatandaşlarına vize kolaylığı istikametinde bazı hazırlıklar yapılması ile sınırlı olduğunu belirtmiştim. Raporla ilgili gelişmelerde en fazla dikkatimi çeken husus, Dışişleri Bakanlığının bu önemli belge ile ilgili suskunluğuna karşı Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek’in içerdiği önerilerin ülkemizi tekrardan AB çıpasına bağlayacağından duyduğu memnuniyeti dile getirmiş olmasıdır. Sayın Şimşek’in ülkemizin şiddetle ihtiyaç duyduğu taze sermayenin tüm gayretlerine rağmen gerekli miktarlarda Körfez ülkeleri veya başka cıvar kaynaklardan gelemeyip ancak Batıdan gelebileceği kanaatine vardığı, bunun için de uzun bir süreden bu yana krizden krize atlayan Batı ile ilişkilerimizin normalleştirilmesi gerektiğini ve Borrell raporunun bunun için bir çeşit yol haritası sağladığını düşündüğü yapılan yorumların ortak noktasını teşkil etmektedir.
Borrell raporu üzerinde Dışişleri Bakanlığının yorum yapmamış olması, raporun 14-15 Aralık Brüksel’de yapılan AB Zirvesine sunulacak olmasına ve ancak orada kabul gördükten sonra resmi hüviyet kazanacağı hususuna bağlandı. Tabii raporun tespit bölümünün 8 Kasım’da yayınlanan AB Komisyonun yıllık Türkiye raporuyla nerede ise bire bir uyuşması ve bu rapora Dışişleri Bakanlığının çok sert bir tepki göstermiş olması işini güçleştirmiştir.
Bu arada Ukrayna ile Moldova ile müzakerelere başlamak, Bosna-Hersek ile üyelik kriterlerine ulaştığında müzakerelere başlamayı kararlaştırmak, Gürcistan’a da adaylık statüsünü tanımak Zirvenin öncelikleri iken, Türkiye ile ilişkilerin bir önceliği olmadığı, Borrell raporunun ve önerilerinin incelenmesinin ileriki bir tarihe bırakılmasından açıkça görülmektedir. Bu konunun genişleme bahsi altında değil de ayrı bir başlık altında yer alması, AB’nin artık ülkemizi fiilen aday ülke olarak görmediğinin açık kanıtıdır. AB kurumlarının yıllardan beri ve her fırsatta, ülkemizin AB değerlerinden ve dış politikasından uzaklaşmakta olduğunu vurgulamaları neticesinde AB’nin artık ülkemizi güvenilir bir komşu olarak dahi görmediği anlaşılmaktadır. Sanırım ülkemizin Rusya’ya uygulanan yaptırımları dikkat çekecek şekilde delinmesine katkıda bulunduğuna ilişkin mevcut algı, ayrıca AB’nin terör örgütü olarak gördüğü Hamas’a koşulsuz destek beyan etmesi bardağı taşıran son damlaları teşkil etmiştir.
Borrell raporunun yayınlanmasından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Atina’yı ziyaret etti ve orada Başbakan Miçotakis ile bir bildirge imzaladı. Bu bildirgenin hukuken bağlayıcı bir anlaşma olmadığını metnin kendisi ifade etmektedir. İyi niyete bağlı bir yol haritası içermekten ibarettir.
Borrell raporu ile Atina bildirgesi yan yana konduklarında aynı şablondan çıktıkları izlenimini edinmemek mümkün değil. Tabii Cumhurbaşkanı tarafından imzalanacak Atina bildirgesinde onu incitecek, Borrell raporunun tespit bölümünde yer alan hava sahası ve deniz alanlarında egemenlik ihlallerinin sona ermesinden memnuniyet duyulduğuna dair ifadelerin yer alması mümkün değildi. Bununla birlikte her iki tarafın bölge barışına zarar verecek eylem ve söylemlerden kaçınacaklarına dair bir ifade Atina bildirgesinde yer almakta. Bir bakıma bu ifadenin aynı kapıya çıktığı söylenebilir.
Öneriler bölümlerinde paralellik daha da çarpıcı oluyor. Atina bildirgesinde aynen Borrell raporunda olduğu gibi somut öneri kısmı yüksek düzeyli diyalog ile vize kolaylığıyla sınırlıdır diyebiliriz. Ancak Atina bildirgesini imzalamakta Cumhurbaşkanının amacının aynen Borrell raporunda öngörüldüğü gibi ilişkileri normalleştirmek, bu suretle Batı sermayesini Türkiye’ye çekmeye ve ABD Kongresini F16 satışlarını tamamlamaya ikna etmeye çalışmak olduğu açıktır.
Aslında iki metin arasındaki paralellik şaşırtıcı değildir. Ülkemizde bildim bileli resmi politika Yunanistan, hatta Kıbrıs ile ilgili sorunların AB ile ilişkilerimizden farklı tutulması iddiasına sımsıkı yapışmıştır. Ancak bunun gerçeklere uymadığı, Yunanistan ile Kıbrıs özellikle AB üyesi olduktan sonra onlarla ilişkilerimizin AB ile ilişkilerimizden soyutlanamayacağı iyice belli olmuştu. Atina bildirgesinin mimarı ve iki ülke arasındaki arabulucunun Almanya olması gerekiyorsa ilave bir kanıt teşkil etmektedir. Türkiye AB ile değil üyelik, iyi komşuluk ilişkisi istiyorsa ve oradan taze sermaye çekmeyi hedef edinmişse, Yunanistan ile iyi geçinmek, Kıbrıs sorununa da AB tarafından makul sayılabilecek bir çözüm bulmak mecburiyetindedir. Ne yazık ki Kıbrıs 2004 yılında AB üyesi olmadan elimizde olan çözüm fırsatları değerlendirilememiş, o zamanki BM Genel Sekreteri Annan’ın adıyla anılan plan gerektiğinde değil, tren kaçtıktan sonra kabul edilmiş ve Kıbrıs sorunu AB ile ilişkilerimizde muazzam bir engel olarak karşımıza çıkmıştır. Bu nedenledir ki, Borrell raporunda Kıbrıs sorunundan uzun uzun bahsedilmekte, ülkemizin iki devletli çözüm ısrarı kenara itilerek BM parametreleri çerçevesinde bir çözümden bahsedilmektedir.
Ne yazık ki Türk dış politikası sadece son yirmi yılda değil, son kırk yılda sorun üstüne sorun eklemiş, uzağı görememiş, fırsatları arka arkaya kaçırmıştır. Kendi aymazlığımız nedeniyle Yunanistan rahatlıkla AB üyesi yapılmış, bu yetmiyormuş gibi ondan 22 yıl sonra da yine hatalarımızın neticesinde bu defa Kıbrıs sorunu çözüme ulaşılmaksızın ada AB üyesi yapılmıştır. Bazen Türkiye’yi son kırk yılda yönetenlerin esas amacının ülkenin çıkarlarını değil, Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının çıkarlarını savunmak olduğunu düşünmekteyim acı acı. Niyetleri belki bu değildi ama netice ne yazık ki o oldu. Şimdi kozlar Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının elinde biz de eli boş vaziyette etrafı seyretmeye mahkûm olmuşuz. Ne Yunanistan’dan taleplerimizin karşılanması ne de Kıbrıs sorununa arzu ettiğimiz cinsten bir çözüme ulaşılması artık mümkün değildir.
Atina bildirgesi hakkında yapılan tüm yorumlar karşılaştığımız sorunların çözümünün pek mümkün olmadığı, en iyi ihtimalle Mavi Vatan ile adalarla ilgili sorun ve iddiaların buzdolabına kalkacağı konusunda görüş birliğine rastladım. Ben de doğrusu aynı kanaatteyim. Yorumcuların pek azı konunun AB boyutuna değindi. Sanırım AB ayrı, Kıbrıs ve Yunanistan ayrı refleksi sadece siyasiler ve diplomatlarda değil medya mensuplarında da mevcuttur.
Sorun bence Kıbrıs ile Yunanistan’ın AB üyeliğine büyük ölçüde bizim sayemizle sahip olduktan sonra arkalarına onu almaları değil sadece. Türkiye’de elli yıldır yaratılan, gerçekleşemeyen ve gerçekleşmeleri mümkün olmayan beklentilerden halkı geri döndürmek pek kolay olmayacaktır. Yunanistan ile Kıbrıs’ın “Mavi Vatan”ı kabul etmeleri mümkün değil. Haritaya bakınca dahi Girit ve Kıbrıs’ı yok farz eden bir projenin bugünkü dünyada geçersizliği belli oluyor. Tahkim yoluna gidilecek olsa, çok farklı bir çözüme varılacağı açıktır. Biraz hukuk okumuş olanlar bu konuda örnek teşkil edebilecek birçok mahkeme kararı bulunduğunu bilirler. Bu kararlar iki taraf arasında denge ve hakkaniyete uygun bir çözüm önerirler, hiçbir zaman bir tarafı tamamen haklı, diğerini tamamen haksız bulmazlar. İktidarımız da bunun farkına varmış olacak ki birkaç yıldır tartışmalı deniz alanlarından fiilen çekilmiş durumda. Ancak geçmişte o kadar atıp tutuldu ki maksimalist iddiaların gerisinde kalacak bir çözümü kamuoyuna izah etmek zor olur. Aynı şekilde Ege adalarının silahlandırılması ve aidiyeti ile ilgili ihtilaf mevcut anlaşmaların yorumu ile ilintili olup bu yorumu yapacak mahkemenin Türk tezlerini aynen benimsemesi ihtimali pek kuvvetli değildir. Zaten tahkime gidecek konular üzerinde yıllarca yapılan müzakerelere rağmen iki taraf arasında mutabakata varılamadı. Bu yüzden sorunların en iyi ihtimalle buzdolabına kalkacağı bellidir. Yunanistan’ın Türkiye’den herhangi bir toprak talebi olmadığı için eli rahattır. Lozan Antlaşmasını mevcut durumdan farklı yorumlayan, gazete sayfalarında ada peşinde koşan Yunanistan değil, Türkiye. Gerçi o konuda da artık resmi ağızdan bir şey pek duyulmuyor.
Azınlık hakları da tek taraflı bir sorun oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1925 yılında yapılan ilk nüfus sayımında bir milyonluk İstanbul’da 200.000 Rum yaşadığı ortaya çıkmıştı. Nitekim Lozan Antlaşmasında Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları arasında bir denge öngörülmüş ancak zaman içinde bu denge bozulmuştur. Bugün İstanbul’da Rum sayısı iki bin cıvarında. Rum okullarındaki toplam öğrenci sayısı 180. Dolayısıyla denge kalmamış, azınlık haklarını karşılıklı bir pazarlık çerçevesinde iyileştirme imkanı ortadan kalkmıştır.
Bu nedenledir ki, 2002 yılından 2016 yılına kadar devam eden ve 60 tur müzakere şeklini alan Türk-Yunan “istikşafi” müzakereleri sonuç vermemişti. Şimdi bırakılan noktadan ancak teknisyenler değil bakanlar düzeyinde yeniden başlayacak yeni müzakerelerin bir sonuç getirmesi pek beklenmemelidir.
Kıbrıs sorununda da ne yazık ki kozlar karşı tarafın elinde. Nitekim geçenlerde 40ıncı yıldönümünü kutlayan KKTC’ni Azerbaycan dahil hiçbir ülke tanımamakta, tanıması da beklenmemektedir. Verilen çeşitli sözlere rağmen hiçbir yabancı ülke Ercan havaalanına uçak yollamamaktadır. Böyle bir durumda iktidarın son yıllarda gündeme getirdiği Kıbrıs’ta iki eşit devlet arasında müzakere talep ve ısrarı en azından boşta kalmaktadır.
Sonuç olarak, diyalogun gerginlikleri azaltmak ve iktidarımıza kaybolmuş olan dış güvenin bir ölçüde geri gelmesini sağlamak dışında bir etkisi olması beklenmemelidir. Nitekim Borrell raporu eski söylem ve davranışlara geri dönülmesi halinde diyalogun kesileceğini açıkça söylemektedir. Yunanistan’ın da bunu yapacağına şüphe yok.
Amacın yabancı sermayeye güvence vermek ve F16’lar konusunda ABD Kongresini ikna etmek olduğunu yukarıda hatırlattım. Ancak hedef bu ise dış politikanın bir bütünlük içinde yürütülmesi ve tüm adımların aynı hedefe yönelik olarak atılması gerekmez miydi? Oysa bunu değil, tersini görüyoruz. Hamas’ı bir terör örgütü olarak gören Batıyı rahatsız edecek şekilde ona arka çıkıyor iktidar. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Gerçi fiiliyatta bir şey yapılmadığını, İsrail ile ekonomik ilişkilerin bozulmadığını zaman geçtikçe görüyoruz. İsrail’in de Batı dünyasında başlangıçta sahip olduğu desteğin erimekte olduğu da bir gerçek. Ancak iktidar gerçekten Batı ile ilişkileri normalleştirmek istiyorsa ilk iş vakit kaybetmeksizin İsveç’in NATO’ya katılma protokolünü TBMM’den geçirmek ve onaylamaktır. Ne yazık ki bu konuda gerçekleşmesi mümkün olmayan beklentiler yaratılarak kamuoyu yanlış yönlendirilmişti. Bu yönlendirmeden geri dönüşün kolay olmayacağı açıktır.