“Oyun Kurucu olmak… Büyük Oyuncu olmak… Dünya Lideri olmak…” Bu sözleri son yıllarda ne çok işittik değil mi? İnsanoğlu efsane üretmeyi seviyor. Üstünlük iştahı fıtratında mevcut. Terbiye edilemezse, böbürlenmeye, kibire bulanmaya çok uygun biçilmiş kumaşımız…
Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma soğukkanlılıkla bir bakalım. Ne görüyoruz? Ekonomik krizi, hukukun trajik çöküşünü, medya felâketini, ağzına kadar dolu cezaevlerini geçelim. Dünya ve bölge içinde nerede duruyoruz? Ne durumdayız? Bunu düşünelim.
İşler iyi gidiyor diyebilecek bir tek Allahın kulu bulabilir misiniz? Bunu ilk önce bu ülkeyi yönetenlerin söyleyebilmesi gerekir, değil mi? Peki, işler iyi gidiyorsa neden biz son senelerde gittikçe artan tonda bir “beka korkusu” yaşıyoruz? Neden, yönetenler bir “varlık yokluk sorunu”ndan daha çok bahseder oldu? İyi yönetilen bir ülkede beka korkusunun olması biraz tuhaf değil mi? Bir tek Türkiye mi, ulus-devletlerin zaten kaderi olan çıkar çatışmalarını yaşıyor? Kendi refahını arttırmaya, küresel zenginlik içindeki payını büyütmeye çalışan tek ülke biz miyiz? Sadece Türkiye’de mi, farklı inanç toplulukları, farklı etnik kimlikler, gelir eşitsizlikleri, birbirinden farklı siyasi düşüncelere sahip sosyolojiler var? Şunu da sorayım: Ortadoğu’ya yeni mi taşındık; bu ülke yirminci yüzyıl boyunca başka bir coğrafyada mıydı?
“İşler çok iyi gidiyor, şahane yönetiliyoruz, bakın nihayet varlık yokluk ikilemiyle karşı karşıyayız…” Bu, ancak bir stand-up cümlesi olabilir.
“Bütün dünya, liderimize gıcık kaptığı için üstümüze geliyor…” Şahane bir açıklama.
Bütün dünya neden liderimize gıcık kapsın? “Çünkü O bizim çıkarlarımız için mücadele ediyor…” Bu da başka bir şahane açıklama. Peki, (sadece) “bizim çıkarlarımız” ile “bütün dünyanın çıkarları” mı çelişmekte? “ABD, Fransa, Almanya, Hollanda, Yunanistan, Suriye, Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve nihayet İran, daha da kötüsü Rusya ile çıkar çatışmamız var.” Bu çıkar çatışması yaşadığımız söylenen ülkelerin kendi aralarında çıkar çatışmaları yok mu? “Var tabii…” Onlar neden “beka sorunu” yaşamıyor? Neden hiç birisi bizim kadar sıkışık, bizim kadar yalnız, bizim kadar ittifaksız ve geleceği belirsiz değil?
“Oyun kurucu” olduğumuz için mi? Çok iyi yönetildiğimiz, en doğru stratejik tercihlerde bulunduğumuz, güç-çıkar dengesini en gerçekçi terazilerde tarttığımız, gerekli zamanlarda en hayati manevraları yapabildiğimiz için mi, biz ve sırf biz, varlık/yokluk endişesine sürüklendik?
Bu durumumuzu, bir “dünya liderliği”ne sahip olmanın başarısı olarak mı okuyacağız?
Bırakalım bu büyük lâfları. Mütevazı olalım. Kurucu babalardan bu yana kendini aktararak süren ve giderek kanlı bir trajediye dönüşen Kürt sorununu kucağında bulmuş, bir ara çözmeye yönelse de nefesi ve kalibresi yetmemiş bir yönetim yüzünden, biz buradayız. Belki tek neden bu değil. Fakat listenin birinci sırasını hak ediyor. Milliyetçiliği ayaklar altına aldık iddiasıyla yola koyulan, ama Haziran 2015’de MHP’nin yüzde 16, HDP’nin yüzde 13 oyu karşılığında iktidardan düşme tehlikesi yaşayınca, çareyi ezdim-ezeceğim dediği milliyetçiliğe dümen kırmakta bulan bir yönetimle geldik, bu “beka” söylemli günlere.
Sözü hemen PKK’nın totalitarizmine, hainliğine, terör yöntemlerine getirip konuyu kapatmak; “durun şu işi daha sakin düşünelim” diyeni linç edip susturmak, alışkanlık haline geldi.
Kürt politikasının tartışılması PKK terörizmi üzerinden baskı altına alınmamalı. Çünkü bu mesele Türkiye’nin bütün bölge politikasını rehin almış; ülkeyi büyük güçlerle karşı karşıya getiren bir sürüklenişe yol açmış bulunuyor.
Kendinizi ne kadar haklı görürseniz görün, sonuç odaklı olmak, bütün ülke için en iyisini sağlayacak gerçekçi yollar bulmak zorundasınız. İşler haksız gördüğünüz tarafın kazançlı çıktığı, sizin ise kendinizi haklı bulurken zarara uğradığınız bir yere gelmişse, bunun sorumluluğundan kaçamazsınız. İyi yönetememişsiniz demektir süreci.
Nitekim Türkiye’nin ne yazık ki iyi yönetilemediği apaçık ortada.
Mevcut iktidar, Kürt millî siyasallaşmasını, Suriye iç savaşının Kürt coğrafyasına etkisini, Batı dünyasıyla çıkar dengesini gözeten ama istikrarlı bir işbirliğini sürdürmenin önemini doğru değerlendiremedi. PKK’nın “halk ayaklanması” trajedisinin yarattığı çok zorlu açmazların da, Batı’nın çifte standartlı politikalarının da farkında olan bir insan olarak, kişisel kanaatim budur. Zaten her aktörün haklı olduğu, bu hakların birbirine uyum gösterdiği, bütün güçleri bağlayan etkin bir ahlâkın işlediği bir dünyada yaşıyor olsaydık, belki siyaset sektörüne de gerek kalmazdı. Ama siyaset, işte bu karmaşa içinde zararlardan, yıkımlardan kaçınma, yarar elde etmenin yollarını bulma faaliyetidir. Siyasetçiyi papazdan veya imamdan ayıran budur. O, ahlâkî vaazlar için değil, sorumluluğunu yüklendiği toplumun berbat bir dünyada hasar görmeden yol alabilmesine rehberlik etmek için vardır.
Asıl büyük kaybımız ise, konuşamayan, tartışamayan bir topluma dönüşmekte oluşumuzdur.
Biz, linç ve ceza korkusu yaşamadan, birbirimizi hain ilân etmeden, Kürt meselesinin nasıl çözülebileceğine ilişkin hiçbir anlamlı soru soramaz olduk. Meselâ “Evet, o hendekler rezaletti; evet, ayaklanma siyaseti Kürtlere de ihanetti. Fakat o hendekler kapatılırken başka neler oldu? Başka yolu yok muydu?” gibi soruları soramıyoruz. Kendi milliyetçiliğimizle yüzleşemiyoruz. Kendimize her türlü manevra hakkını tanıyor; Kürt milliyetçiliğinin büyük güçlerle ittifak arayışını ise sadece “terör ve ihanet” kalıpları içinde değerlendiriyoruz.
Bu ülkenin çoğunluğu Türkler ile Kürtler arasındaki bu eşitsiz hak dağılımını makul ve ahlâkî bulabilir. Bulan bulsun, yapacak bir şey yok. Milliyetçilik, zaten bunu meşru bulma ideolojisi. Fakat bu yaklaşım ahlâk sınırını aşıp siyaseti belirleyen motivasyona dönüştüğünde, başımıza işte bugün gelenler geliyor. Önce “Kürt koridoru”na, sonra daha da ürpertici bir isimle “terör koridoru”na izin vermem diye ordumuzla bölgeye abanıyoruz. Kürt milliyetçi hareketi biraz geri çekiliyor, toprak kaybediyor. Ama gücü ve ittifakları bozulmayıp aynı kalıyor. Türkiye ise alabildiğine yalnız, alabildiğine sıkışmış, Fırat’ın doğusunda ABD ve batısında Rusya’yla kafa kafaya geliyor.
“Gömleğin yanlış bağlanmış ilk düğmesi” metaforunu hatırlatıp kapatıyorum burada.
Kötü yönetilme örnekleriyle devam edeceğim.