AGOS gazetesi, Hrant Dink’i mahkûm eden Yargıtay kararından yıllar sonra, Aralık 2012’de kararın altında imzası bulunan Yargıtay yargıçlarına ulaşıp, altı yıl önceki kararları hakkında şimdi ne düşündüklerini sormuştu.
Aşağıdaki “okuma parçası”nda yargıçların söylediklerinin tam metnini okuyabilirsiniz… Şunlar da benim altını çizmek istediğim bölümler:
Salih Zeki İskender: O dönemde HSYK’ya adaydım, hatta tartışmaları çok net hatırlıyorum. Esen hava farklıydı, bugünkü gibi değildi. Sohbet havası içerisinde birçok kez Dink’e mahkûmiyet yönünde oy kullanmazsam seçimlerde ters etki yapacağı söylendi. Dosyada ne yazdığını, ne olduğunu biliyorduk. Kurulda çok aşırı bir milliyetçilik havası vardı.
Muvaffak Tatar: Çok önemli bir davaydı. Çünkü konu çok gündemdeydi. Herkes neyin ne olduğunu ve ne anlama geldiğini biliyordu.
Ali Suat Ertosun: Biz o dönemde, 301. maddeye göre yazının suç unsuru oluşturduğuna karar verdik. Özel bir kasıtla bu kararı vermedik. Bilirkişi raporu hâkimi bağlamaz. Bu tür davalarda hâkimin kendi görgüsü yeterlidir, hâkim kendi bilgisiyle karar verebilirdi aslında. Ayrıca şunu da söyleyeyim, hukuk matematik değildir. Zamana göre değişir.
Ersan Ülker: Her dosyanın gerektiği gibi incelenip tartışıldığını sanmıyorum. Bilirkişi raporları dosyadadır ama biz sadece dosyanın özetine bakarız. Öyle yapmakla yetinildi. O anda öyledir. O zaman yeterince vakıf olduğum kanaatiyle verdim ama bilmiyorum. İş yoğunluğumuz çok fazla, çoğu zaman iş bitsin diye bakıyoruz. Sonrasında çok tartıştık. Üzüldüm. Belki aceleye getirdik diye düşündüm iş yoğunluğundan. İmzaladığımız karar mutlak doğrudur diye bir şey yok. Keşke bu dosyayı daha iyi inceleseydik dediğimiz oldu.
Hasan Gerçeker: Aradan çok zaman geçti. O zaman öyleydi, pozitif hukuk öyle gerektiriyordu. Yıllar geçtikten sonra bu konuları karıştırmanın âlemi yok. Sıradan bir davaydı bizim için. Bilirkişi raporu hâkimi bağlamaz, bunu kabul etmiyoruz. Karar doğru da olabilir yanlış da olabilir, bu tartışılabilir.
“Bugün olsa aynı kararı veririm” diyen yok
Aşağıdaki ‘okuma parçası’nda tümünü okuduğunuzda daha net göreceksiniz: Kararın altıncı yılında “Bugün olsa yine aynı kararı veririm, o ‘Türk’ün zehirli kanı’ ibaresi bizim o zaman yorumladığımızdan farklı bir biçimde yorumlanamaz” diyen hiçbir hâkim kalmamıştı. Nasıl kalsın ki? Abartmadan söylüyorum, ilkokul değil belki ama ortaokul seviyesinde birinin, okuduğunda asla çıkartmayacağı bir anlamı çıkartarak Hrant Dink’i ölmeden evvel öldüren bir karardan söz ediyoruz.
Mahkûmiyet yönünde oy veren Yargıtay üyelerinin “Bilirkişi raporu hâkimi bağlamaz, hâkim kendi kanaati doğrultusunda oy verir” savunusu da çok ilginç. Aslında, davanın göründüğü günlerde, Dink’in nasıl bir hukuk cinayetine kurban gittiğini anlatmak için “bilirkişi raporu”nun Hrant Dink lehinde olduğuna işaret etmek ve özellikle bunu vurgulamak yanlıştı. Çünkü o zaman işte yargıçlar da “bilirkişi raporunun bağlayıcı olmadığı”na vurgu yaparak sıyrılıyorlardı işin içinden. Yapılması gereken, Hrant’ın “Türklüğe hakaret” ettiğine delil gösterilen o meşhur paragrafı didik didik edip kamuoyu bilgisi haline getirmekti. Fakat sanıyorum bizlere mesele o kadar bariz geliyordu ki, Yargıtay’ın o paragraftan Hrant’ı mahkûm edecek bir anlam çıkarmasına imkân vermiyorduk. Sanıyorum bu ‘güven’le o gün yapılması gerekeni yapmamıştık.
Hatırlayalım şimdi o meşhur paragrafı…
Her şeyden önce her hafta bir bölümü yayımlanan sekiz bölümlü bir dizi yazıdan söz ettiğimizi unutmayalım. Hrant’ın Türklüğe hakaret ettiği söylenen paragraf, beşinci bölümün son cümlesiyle altıncı bölümün ilk cümlesinden oluşuyordu. Paragrafın beşinci bölümde bitirilmeyip devamının altıncı bölümde getirilmesi ciddi bir talihsizlik olmuştu. (Neden öyle olduğunu anlatacağım, fakat önce o paragraftan çıkartılan ‘imkânsız’ sonuca bakalım.)
Bir yazar düşünün, sekiz hafta sürmesini planladığı uzun yazısının ilk beş bölümünde, her fırsatta ifade ettiği, Ermenilerdeki, özellikle Diaspora Ermenilerindeki Türk algısının ve düşmanlığının Ermeni kimliği üzerindeki olumsuz etkisini anlatsın, bunun ‘zehirli’ bir etki olduğunu ve mutlaka kurtulunması gerektiğini söylesin…
İlaveten, bağımsız bir Ermenistan’ın bulunmadığı koşullarda (yani 1991’den önce) bunun mümkün olmayabileceğini, fakat şimdi onun verdiği manevi güçle, bilhassa da Diaspora’daki Ermenilerin Ermenistan’la ilişki kurması sayesinde Ermenilerin bu zehirli duygudan (yani Türk düşmanlığından) kurtulmasının mümkün olduğunu anlatsın. Ve yazısının beşinci bölümünü (ki başlığı ‘Türk’ten kurtulmak’tır) şu satırlarla bitirsin: “Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: ‘Türk’le uğraşmamak… Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Bundan böyle Ermenistan’la uğraşmak.”
Ve yazının altıncı bölümü…
Diyelim ilk beş bölümü okumadınız ve altıncı bölümde şu cümleyle başlayan bir yazı çıktı karşınızda (evet, altıncı bölüm bu cümleyle başlıyordu): “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.” Böyle bir cümleyle karşılaşsanız ‘Türklerin kanının zehirli olduğunu’ söyleyen bir Ermeni ırkçısıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünüp ürperebilirsiniz… Fakat ilk beş bölümü okuyup da bu cümleyle ‘Türklerin kanının’ değil, tam tersine ‘Ermeni kimliğindeki Türk algısının zehirli olduğunun’ kast edildiği sonucunu çıkarmamak mümkün müdür?
Bu kadar açık bir metinden, yazarının asla kast etmediği ve onun bir yıl sonraki katli için idam fermanı niteliğinde bir hüküm üretmek nasıl mümkün olabilir? 24 yüksek yargıçtan 18’inin bu idam fermanını imzalamış olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Benim aklıma iki ihtimal geliyor… Aslında üç ama üçüncüyü, yani bütün diziyi okudukları halde oradan samimiyetle Hrant Dink’in Türk kanının zehirli olduğunu söylediği sonucunu çıkardıkları ihtimalini eliyorum. Çünkü ilk okuldan beri “ana fikir” çıkarma tedrisatı içinde yetişmiş yüksek yargıçların, Türkçeden bu metindeki ana fikri çıkartamayacak kadar nasipsiz olduklarına inanmam mümkün değil.
Öbür iki ihtimali şöyle formüle ediyorum: Ya yazı dizisini okumadan sırf o cümleye bakarak hüküm verdiler ya da ‘madem devletim böyle istiyor” diyerek…
Davaya bakan yargıçların karardan altı yıl sonra söylediklerinde bu iki ihtimali de haklı çıkartacak şeyler var. ‘Yoğunluk’, ‘dosyayı değil de özeti okumak’ gibi cümleler birinciye, ‘o günlerdeki milliyetçi hava’ tanıklıkları da ikinciye işaret ediyor.
Talihsizlik nerede?
Yukarıda, Hrant’ı ölüme götüren mahkûmiyet kararına temel teşkil eden paragrafın ikiye bölünüp ilk parçasının beşinci bölümün son cümlesi, ikinci parçasının da altıncı bölümün ilk cümlesi olarak sunulmasının talihsizlik olduğunu söylemiştim. Neden? Çünkü dönemin ulusalcıları ve milliyetçileri altıncı bölümün ilk cümlesini, yani “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” cümlesini alarak, beşinci bölümün sonundaki cümleyi ‘görmeyerek’ büyük bir propaganda kampanyası örgütlediler.
Oysa AGOS’un sunumunda o paragraf bölünmeseydi paragraf şöyle olacaktı:
“Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: ‘Türk’le uğraşmamak… Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Bundan böyle Ermenistan’la uğraşmak. Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.”
Ve tabii paragrafın bu haliyle Dink’e düşmanlık besleyenlerin işi o kadar da kolay olmayacaktı.
Parantez: Davanın iddianamesinde sadece “Türk’ten boşalacak zehirli kan” diye başlayan altıncı bölümün ilk cümlesi yer alıyordu. Avukatların, bu cümlenin bir yazı dizisinin parçası olduğu, yazıların tamamı okunursa iddia edilenin tam tersinin geçerli olduğunun görüleceği, dolayısıyla dava dosyasına yazıların tamamının konması gerektiği yönündeki talepleri güç bela kabul ettirilmişti ilk derece mahkemesine.
Ne tuhaf, değil mi?
***
OKUMA PARÇASI
Hrant Dink’i mahkûm eden Yargıtay üyeleri karardan altı yıl sonra ne dediler (AGOS, Aralık 2012):
Salih Zeki İskender (Yargıtay üyesi olarak kaldı): Yazıların bütününü dikkatle okumuştum ve düşünce özgürlüğü sınırları içinde değerlendirmiştim. O dönemde HSYK’ya adaydım, hatta tartışmaları çok net hatırlıyorum. Esen hava farklıydı, bugünkü gibi değildi. Sohbet havası içerisinde birçok kez Dink’e mahkûmiyet yönünde oy kullanmazsam seçimlerde ters etki yapacağı söylendi. Ben böyle bir şeyi ne vicdanıma ne de meslek ahlakıma sığdıramadım ve oyumu o şekilde verdim. Bugün ombudsman seçilen Ömeroğlu’nun “Adının Hrant olduğunu bilmiyordum, Fırat yazıyordu” şeklinde açıklamalarını da hayretle okuyorum. Dosyada ne yazdığını, ne olduğunu biliyorduk. Kurulda çok aşırı bir milliyetçilik havası vardı. Hrant keşke bugün yaşasaydı, çünkü bence o Ermenistan ile Türkiye arasında bir köprü işlevi görüyordu.
Muvaffak Tatar: Altı kişi suç olmadığına dair bir tespitte bulunmuştuk ancak oy çoğunluğu aksi yöndeydi. Ben suç unsuru olmadığını düşünmüştüm. Çok önemli bir davaydı. Çünkü konu çok gündemdeydi. Herkes neyin ne olduğunu ve ne anlama geldiğini biliyordu. Ömeroğlu’nun ombusdman olmasını Dink kararına bağlamak doğru değil ancak bu atama kamu vicdanını tatmin etmeyecek.
Osman Şirin: Yoldayım, cenazem olduğu için konuşamayacağım. Sonra da müsait olmam.
Muhlis Karakaş: Görüş belirtmek istemiyorum.
Hamdi Yaver Aktan: Müsait değilim, sonra konuşalım. (Sonra aradığımızda) Müzakeredeyim hanımefendi, görüşemem, lütfen.
Zeki Aslan: Ulaşılamadı.
Ali Suat Ertosun: (Dink aleyhine oy kullandıktan sonra HSYK üyesi seçildi) Binlerce davadan biriydi. Ben o sekiz yazının hepsini okudum. Hatta köşesinin adı bile aklımda. Şaprigce (Doğrusu ‘Şapparigce’ – Agos). Ben bir anlamı olduğunu sanıyordum. Ama geçenlerde bir yazıda okudum, bir anlamı da yokmuş Şaprigce’nin. Biz o dönemde, 301. maddeye göre yazının suç unsuru oluşturduğuna karar verdik. Özel bir kasıtla bu kararı vermedik. Bilirkişi raporu hâkimi bağlamaz. Bu tür davalarda hâkimin kendi görgüsü yeterlidir, hâkim kendi bilgisiyle karar verebilirdi aslında. Ayrıca şunu da söyleyeyim, hukuk matematik değildir. Zamana göre değişir. O malum cümle, hani “Türk’ten boşalacak zehirli kan”… sonra diasporayla bağlantılar kurulması… Biz o sekiz yazıyı hassasiyetle okuduk ve o karara vardık. Bugün aynı kararı verir miydim bilemem. Ben kendim de Balkan göçmeniyim. Biz de bu tür olaylar çok acılar yaşadık. Yani Dink’in öldürülmesinden insan olarak çok üzüldüm tabii.
Ersan Ülker: (Karar sırasında 11. Ceza Dairesi Başkanı iken daha sonra Yargıtay Başsavcılığı seçimlerinde en çok oyu aldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Sezer, Ülker’in yerine daha az oy alan Abdurrahman Yalçınkaya’yı seçti) Neymiş ombudsman tartışmaları anlamadım. O anki yorum şeyimiz o şekildeydi. Farklı oy kullananlar da oldu. Benim oyum demek ki öyle tezahür etti ki öyle oy kullandım. Ama yönetim başkandadır, tam olarak şey olmamış olabilir. Sonrasında çok talihsiz şeyler yaşandı, üzülmedim değil. Her dosyanın gerektiği gibi incelenip tartışıldığını sanmıyorum. Bilirkişi raporları dosyadadır ama biz sadece dosyanın özetine bakarız. Öyle yapmakla yetinildi. O anda öyledir. O zaman yeterince vakıf olduğum kanaatiyle verdim ama bilmiyorum. İş yoğunluğumuz çok fazla, çoğu zaman iş bitsin diye bakıyoruz. Sonrasında çok tartıştık. Üzüldüm. Belki aceleye getirdik diye düşündüm iş yoğunluğundan. İmzaladığımız karar mutlak doğrudur diye bir şey yok. Keşke bu dosyayı daha iyi inceleseydik dediğimiz oldu.
Hasan Gerçeker: (Karardan sonra Yargıtay Başkanı seçildi) Aradan çok zaman geçti. O zaman öyleydi, pozitif hukuk öyle gerektiriyordu. Yıllar geçtikten sonra bu konuları karıştırmanın âlemi yok. Sıradan bir davaydı bizim için. Eğer çok rahatsızlarsa 159. madde kaldırılabilirdi. Ama o dönem AİHM çok özümsenmemişti. Bilirkişi raporu hâkimi bağlamaz, bunu kabul etmiyoruz. Karar doğru da olabilir yanlış da olabilir, bu tartışılabilir.
Muhittin Mıhçak: (Kamu denetçisi seçildi) Toplantıdayım. Birden telefonum çaldı. Çok konsantre bir şekilde toplantıdayım. Telefonum çaldı ve birden irkildim. Sonra sizinle bu görüşme gerçekleşti. Yanlış anlaşılmaktan korkuyorum, konsantreyim bu yüzden değerlendirme yapmak istemiyorum. (Daha sonra kendisine ulaşamadık).
Ö. Raci İmamoğlu: Aradan çok zaman geçti. Emekli oldum. Şehir dışındayım. İstirahatteyim. Yaş itibariyle de rahatsızım. Konuşma durumunda değilim.
Şükrü Türktemel: 2009 yılında emekli oldum. Basından okuduğum kadarıyla bir şeyler hatırlıyorum ama hatırlamıyorum.
Hasan Erbil: (Karardan sonra Yargıtay Başsavcılığı seçiminde en çok oyu aldı ve Cumhurbaşkanı Gül tarafından Başsavcılığa seçildi) Toplantıdayım, konuşamayacağım.
Yılmaz Çamlıbel: Görevdeyim, bu konuda bir değerlendirme yapamam.
Mehmet Ekmekçi: Ancak yüzyüze olursak konuşabilirim. Telefonda konuşamam.
Turan Demirtaş: Ne gazetesi? (Agos) Haa, müsait değilim.
Nasuhi Kurdoğlu: Müsait değilim, kusura bakmayın.
Refik Dizdaroğlu: Ben o zaman bir şey söyleyemeyeceğim, kusura bakmayın.
Ekrem Ertuğrul: (Karardan sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanı seçildi) (Telefonu kalemi yanıtladı) “Görüşmek istemiyor, kendisine iletildi. Görüşmek istemediğinin yazılmasını da istemiyor.”
Metin Kaya: (Konuyu aktardık, değerlendirmesini istedik) Onun bir alakası yok. (Neyin neyle alakası olmadığını sorduk) Peki oldu, teşekkür ederim.
Erkan Öztürk: Dosya hakkında konuşmak istemediğini iletti.
Şule Başoğlu: Dosya hakkında konuşmak istemediğini iletti.
Emine Saba Ertuğrul: Görüş bildirmeyeceğini iletti.