İlkokul çağımızın belleğimdeki yeri -Kırmızı Okuma Kurdelesi kalksa da- kurdeleli… Sistem öyle paketleniyor. Okumayı öğreniyorsun öncelikle. Okuyunca hayatın hafızandaki alanı genişliyor, bacak kadarken öğretilen, “ders”lerde “işlenen” hayatın resmi tarihi, hikâyesi belletiliyor.
Öncelikle bizim kuşağa değinmeye çalışacağım. Önce kendi eğitimimizi, geldiğimiz-gelemediğimiz mertebeyi eleştirelim, onunla yüzleşelim ki derdimizin sadece karşı kamplar, “mektep”ler değil hakikaten, samimiyetle ve büyük harfle Eğitim olduğunu az biraz kabul ettirelim.
Futbol topu kadar dünya
Tedrisata tarihiyle de, ilk adımıyla da baştan bakınca… İlkokuldan yani İptidâi Mektep’ten bu yana eğitimin milli, minik kahramanları her devirde kahramanlık hikâyeleri, her uyağı, nakaratı hamâsî şiirlerle büyüyor. Bre o tarih, vira bismillah o “edebiyat”…
Önlüğünü, formasını evden giyen -izci- bilincin de “Hazırım” diyor bu destana; “Daima daima daima…” Bilincin su yüzüne çıktığı en (can)alıcı yaşlarında okulda da, genellikle evde de dünyan o. Ezeli kaidesinde öyle dönüyor okullara, sınıflara süs olan futbol topu kadar dünya.
Türk’ün Türk’ten başka…
Başka, yani düşman dünyaya, ülkelere de o zırhla, donanımla bakıyorsun. Vakti zamanı gelince Renkli-Resimli Atlas’tan “nazar” atıyorsun. Refleksi-işareti işgalci parmağınla buluyor, gösteriyorsun tahtada öğretmenine: “Buralar hep bizimdi, dutluktu eskiden…”
Hepsi düşman… Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla bi’ Pakistan kadim dostumuz, gitmesek de, kalmasak da kardeşimiz. “Türkî Cumhuriyetler” bile afedersin komünist o zamanlar. Moskof, Yunan, Bulgar Gavuru bileşik isim, gerisi çocuk oyununda tekerleme:
“Bir iki üçler, yaşasın Türkler /Dört beş altı, Polonya battı /Yedi sekiz dokuz İngilizler domuz /On on bir on iki, İtalya tilki /On üç on dört on beş Almanlar kalleş…” Dersiyle, ünitesiyle, bugün de pekiştirilen söylemiyle “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”. Varsın olsun, her birimiz dünyaya bedeliz nasıl olsa.
“Cin Ali”nin okuma fişleri
“Okumayı söktürme” teknikleri de hafızanın demirbaşlarından. Fişlenmişsin… Nostaljisinde bizim kuşağın ortak, sabit cümleleri, prize takılı fişleri “Ali topu at, Ayşe topu tut”tan, “Ali ata bin, Ayşe ip atla”dan âzâde değil. “Cin Ali” öyle olunuyor yavaştan; Kıbrıs Harekâtı’nın parolası bile “Ayşe tatile çıksın”. Çıkarma yapacak değil tabii ip atlayan kızcağız.
Önlükler de tek tip, siyah. İlkokul öğrencilerinin çoğu yarım asırdan fazla öyle geziyor sokaklarda. Niyete, “Niye kara önlük?”e gelince elde-akılda olanıyla, ihtiyacı-işleviyle birçok nedeni dillendirilmiş. Uluslararası ilhamını Ortaçağ’da Cizvit Papazları’nın okullarına, “Kara Gömlekliler”den mülhem “Kara Önlüklüler”e dayandıran art niyetliler de var.
İmtiyazsız, sınıfsız önlük
Yaygın kaynaklara gelince, siyah önlük klasik, ağır(başlı) bir kere… Hem de krizet denilen Sümerbank mamulü olduğu için o yoklukta yerli ve en ucuz kumaştan. İşlevsel de! Öğrencilerin kıyafetleri arasındaki sınıf, “zümre” farkı, zengin-fakir ayırımı küçük yaştan, ulu orta görülmesin bari.
10. Yıl Marşı’na da yansıyan güftesiyle “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz”. Lâkin kısa sürede farklı kumaş ve fiyattaki önlükler de piyasada. Ucuzsa yakanın naylonu, önlüğün polyesteri kaşındırıyor. Alerji “sınıfsal” o zamanlar. Özel okullarda üstü lacivert-altı gri formalar da podyumda. Kombini renkli kazaklar, hırkalar, süveterler tamamlıyor.
Yaslanmalı eğitim önemli
Normal, özel okul imtiyazı… “Eğitim”i, eğitim süreleri/saatleri, imkânları, sınıflardaki öğrenci sayıları, hatta dili de farklı. “Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da” ama “Zümre” biraz değişik. “Sınıf”, değer, kalite farkı “özel”lere yönelik hususi duyguları da tetikliyor elbet.
“Umumi talebeler”in çoğu onlardan gıcık alıyor, hatta öfkeleniyor. Dışlayan da çok… O günlerde “Bizim köye emperyalist âdet” de der canı isterse, bugün “Müslüman mahallesinde salyangoz” da…
Bugün bizzat tanık olduğumuz gibi Boğaziçi Üniversitesi’ni “Milletin değerlerine yaslanmadığı için” en yüksek perdeden eleştirmek de mümkün misal. O sistemde sana yaslanan rektör de gerekli, kürsüde kendi başına, dik duramayanlar için yaslanmalı eğitim-tedrisat da… Yapılan seri değişiklerle “A”sı çoktan kalktığı için o da normal.
Kara önlük ve sınıf bilinci
Bu mevzudaki -formalı- tartışmaları da hatırlıyorum ilk gençliğimden. Bizim muhitte solcular, devrimciler arasında da: Tek tipi destekleyeni, “milli”si de var… Tersini savunan da, “Küçük yaştan sınıf bilincini geliştirir…” Okulu görür görmez sevmediği için böyle tartışmalara kayıtsız kalan “anarşist”ler pek yok, hatırlamıyorum; olsaydı okulu astığımızda yoldaşımız olur, hatırlardık.
Karşı iki yakada da bayrak rengi ama siyah yerine kırmızı önlük de pek dile getirilmiyor. İnternete baktım, bugün de kırmızı önlük genelde “Atölye Önlüğü, Boyama Önlüğü” olarak satışta. Yani İş Önlüğü… Muhtemelen var bir iş de, bilemedim.
Dost başa, düşman ayağa
Velâkin “imtiyazsız, sınıfsız” meselesi tek tip önlükle de çözülemiyor tabii. Mesele siyah önlükten de kara. Dost başa, bölücü düşman ayağa bakıyor maalesef. O önlüklerin altındaki “ayakkabı”lar, olan-olmayan çoraplar konuşuyor. Yok(sul)luğu kamufle etmek zor. Bir yerden gösteriyor kendini.
Bugün de güncellenen toplumsal arşivimizde ilkokul kıyafetini ayakkabı niyetine giyilen plastik terliklerin, hatta karda yazlık sandaletlerin tamamladığı fotoğraflar çok. Oralarda yazlık-kışlık ayakkabı ayırımı da yok çoğu örnekte. Dört mevsim tek tip. Bir zamanların kara lastiklerinden, gislavedlerinden bugüne evrim süreci. Ama pazardan alınan “Hello Kitty”nin selamı sıcak değil oralardaki her türden ayazda. Dayanmıyor…
“Deniz mavisi” adaletsizlik
Siyah önlük zorunluluğu 1989-90 döneminde kaldırılıyor. Sıra mavi önlükte… Dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol “Siyah önlüğün ilköğretim çağındaki çocukları psikolojik yönden olumsuz etkilediğinin dile getirildiğini, siyah önlük uygulamasına son verilmesi ve yerine deniz mavisi vb. renklerde ve modeldeki önlüklerin kullanılmasının ifade edildiğini” belirtiyor.
Ama bu kez de Çapanoğlulardan aklım “deniz mavisi”ne takılıyor. “Gökyüzü mavisi” desek Başkentteki öğrencilerin de psikolojisine uygun, daha adil ve kaynaşmış olmaz mıydı mesela? Yine bi’ İstanbul Türkçesi, boğazlardan gelen bir ayrımcılık var sanki! Alınıyor insan bozkırda.
Bu kez de mavi önlüklüler dolduruyor sıraları. Sonra kıyafetlerde serbestliğe giden değişiklikler dönemi. Bir bakıma ve bir o -nispeten- “serbest” desem bence tuhaf durmayacak. Okuluna göre onun da (üni)forması, yasağı, “makbul”ü, tek tipi bâki. “Milli eğitim” okulda bitmiyor. Yasaklar, disiplin kurulları da… Karşılarında maddi bir yana “devletlû, milli, manevi eğitim”in de yüksek, kalın duvarları var.
Karnenin dayanılmaz ağırlığı
Hafıza belgelerimiz, fişlerimiz/fişlenmemiz arasında karneler de önemli yer tutuyor olmalı. Büyüklerin küçüklerle ezeli diyaloğu öyle zira. “Okul nasıl gidiyor?”, “Karneni aldın mı?”, “Büyüyünce ne olacaksın?” çocuklarla ilgilenmenin, sıra savma kabilinden “Na’ber” faslının ana başlıklardan. O kadar.
İlginin olmasa da ilgisizliğin yelpazesi sonuna kadar açık. Yarım asır önce “Astronot olacağım” bile büyüklerin tebessümü, sempatisiyle muteber. Öngörülüydüler diyemeyeceğim ama… Yıllar sonra parası neyse verip olanı da gördük. Ayda yürüyemese de, yerel seçimde bir yerlerde yürür, “mehtâba çıkar” tahminimce.
Lâkin karneler o günlerde her çocuk için takdir-iftihar vesilesi değil. “Hepsi Pekiyi” deyip bir anda büyüyen de var, o soruyla iyice ufalıp yutkunan da… O devirde önlüklerin kolalı yahut naylon yakalarının baskısıyla da, karnesindeki “Orta”lar, “Zayıf”larla, hatta dudak bükücü ebeveyn mahkemesinde “İyi”lerle bunalanlar, yargılananlar az sayılmaz.
Beden de mi Orta örtmenim!
Notla değerlendirme eskiden daha ciddi, daha “örtmenim örtmenim” bir mesele sanki. Bana öyle geliyor yani. Türkçe, Aritmetik, Hayat Bilgisi’nde “Pekiyi”yi, “İyi”yi zaten bulamayanlar, Resim’den, Müzik’ten “Orta”yla da yiyebiliyor darbeyi. Karneyi nereye koyacağını, saklayacağını bilemiyor.
O dönemde -belki de henüz tanı almayan, adı konmayan “hiperaktifliği” yüzünden- Beden’den “Orta” alanı da biliyorum. Uymuyor/uyamıyor atlama beygirli, “Sıraya gir, Hazır ol”lu düzene, düz duvara tırmanıyor. O maharet de zaten müfredat dışı.
Talebe uygun “talebe”ler
Öğretmen merhametini, müsamahasını “Hal ve Gidiş”e,Temizlik, Beslenme, İntizam, Kurallara Uyum’a filan otomatik sıraladığı “Pekiyi”lerle gösteriyor genellikle: Tembel, havai, belki az durgun ama iyi çocuk aslında… Sınıftaki duruşu, sırasında eriyen mum gibi oturuşuyla talebe uygun “talebe”.
Ayrıca Aritmetik’te “Pekiyi” ile “İyi” arasındaki fark bir nebze de, “Hal ve Gidiş”te ikisi arasında dağlar var gibi. İlgisi huylu velinin zihninde “Acep ne yaptı ki (ne halt etti ki) anca İyi?” sorusu derin. Dert… Halin vaktin varsa özel Aritmetik Öğretmeni tutuyorsun da, “Hal ve Gidiş Hocası” bugünkü kadar “özel”, yaygın, Diyanet Projesi filan değil o devirde. (¹)
“Gelişmekte Olan Ülke”nin notları
İlkokulda not sistemi şimdi ferah… Öğretmenler, Milli Eğitim elini bol tutuyor gibi: Bari o “Çok iyi” olsun. Hem eğitim bütçesi düşünüldüğünde notun maliyeti kısa vadede neredeyse bedava. Bedeli yıllar sonra çıkıyor ama kim öle-kim kala o zamana kadar.
Çevremdeki çocukların ilkokul karnelerine, öyle muhabbetlere denk geldiğimde hepsinin karnesi harika. Belki şimdiki çocuklar çok çalışkan, yarışçı… Yahut çevremdeki form(a)lar, okullar, öğretmenler, eğitim hep özel. Çocukken oturduğun üç katlı Fazilet Apartmanı Fazilet Koleji olmuş, apartman görevlisini özel güvenlik yapmışlar. Çoğunun adı özel ve karneler baştan aşağıya “Çok iyi”.
“Çok iyi”yi yanlışlıkla yazmadım. Zira Milli Eğitim’deki bitmeyen değişmelere notlar da eklenmiş. Not sistemindeki “Pekiyi”miz de kaldırılmış “Çok iyi” olmuş. “Orta”, “Zayıf” da yok. Not verme “Geliştirilmeli, İyi, Çok iyi” şeklinde. İyimser, kırıcı olmayan söylemiyle biteviye “Gelişmekte Olan Ülkeler”e uygun bir sistem.
İyi, çok iyi olmayanı bize “Yeterli”
Kaynaklara göz atıptam böyle yazarken içime kurt düştü, üşenmedim bir öğretmenimize de sordum. İyi ki… Meğer geçen yıl da “Geliştirilmeli” ile “İyi”nin arasına “Yeterli” eklenmiş. Eğer yazım yayınlanana kadar durum değişmezse ilköğretimde başarıyı ölçme biçme sistemimiz böyle.
“İyi, Çok iyi” olmayanı, “Orta”sı da bize “Yeterli” anladığım kadarıyla. Kısaca bu devirde, bu ülkenin yetiştirdiği “vasatî” çocuk da yok, hâşâ “zayıf” da. Demek sonradan, büyüyünce bir şeyler oluyor, bozuluyorlar.
MEBeveyn: Eti-kemiği senin, beyni benim
Nitekim elindeki iki satırlık notu heceleye heceleye okumaya çabalayan, dar haznesine sığmayan kelimeleri önündeki kâğıttan, “prompter”dan bile okuyamayan, tahtaya, ekrana iki kelimeyi “bildiği” (yani bilemediği) gibi yazan yükseklerden mezun “yetişkin”ler, “hatip”ler de görüyoruz. Bize “Yeterli”.
Bir de “Davranış Notu” var ama o da karnelerde genellikle “Çok iyi” olarak seyrediyormuş. “Geliştirilmeli” notunu verirsen derdi, sorusu-sorgusu çok olmalı. Veliler bizim nesle göre daha aktivist. “Çocuğumun ne kötülüğünü gördün hoca!” diye dayanabilirler kapıya. Öyle “Eti senin, kemiği benim” devri geçti artık. Tedrisatında “Beyni benim”le yetiniyor MEBeveynler.
Zam geldikçe düşen enflasyon
Daha bir sürü değişiklik, sınavların kalkması, genelgeler, mevzuatlar ibadullah ama üzerinde çalışmaya sabrım, tahammülüm, hevesim yok. Bu yazımda gereği de… Kalkıp çalışacaksın tam yazıya otururken “müfredat” değişmiş. Daha beteri yayınlandığı gün değişebilir, iltisaklı yazınsal bölücü olursun.
Her yıl, her an değişiyor. Bu mevzuda da enflasyon inanılmaz; “zam” geldikçe kalitesi, arttıkça uluslararası sıralamalardaki yeri, yüzdesi düşüyor resmen. Yeni Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin de koltuğuna oturur oturmaz açıkladı. Bu yıl yine değişecek. “Ders müfredatı çok ağırmış, derslerde sadeleştirilmeye gidilecekmiş”. Lafın gelişi “Merakla bekliyoruz” diyeyim: “Bakalım sadesi nasıl olacak?”
Karma eğitim ve de-da ayırımı
Böyle bir değişikliğin neden yapıldığını düşününce de kafam karışıyor. Laf Bakan Tekin’den açılınca “kız çocuklarını erkeklerle aynı okula göndermek istemeyen velilerin” sesi olmasının yarattığı “karma eğitim tartışması” da geliyor aklıma.
Çocukluğunu, gençliğini, ömrünü yiyen eğitimde “De-da ayırımı” bile öğretilemeyince bitişik olması gerekeni ayırmak, ayrılanı bitiştirmek de kolay oluyor, normal geliyor sanki. Bu aslında “karma eğitim”den derin bir mesele; birlikte yaşama duygusunun, niyetinin olmamasının milli eğitimdeki tezahürü, kanıtı.
Çocukların o “cemaat”in dışındaki yaşıtlarıyla, her anlamda karşısı dâhil “başka cins”le yan yana olmamasını arzulayan bir sistem. Oysa eğitim, birlikte, karşılıklı gelişime-değişime uygun ilişkiler/iletişimler üretmenin zemini değil mi?
Dağa çıkmayı önleyen sistem
Bunları da bir kıyıya bırakıp yazıma yine serbest dalışla, “Pekiyi” ile “Çok iyi”den devam edeceğim. Bakan Tekin’in iki ay önce söylediği sözler de aklımda. Bütçe görüşmelerinde bakanlığının cemaat ve tarikatlarla protokol yaptığı eleştirilerine verdiği yanıt da tepki toplamıştı:
“Sizin tarikat, cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılarla protokol yapıyoruz. Hukukta bu iki yapı sivil toplum kuruluşu olarak kabul ediliyor. Onlarla da protokol yapmaya devam edeceğiz. Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor. Onlardan siz bunun için rahatsızsınız.” Bahane bir yönüyle uygun; bizde ve artık tarikatlar, cemaatler dağa çıkmıyor. Niyeti her türden şiddet, baskı, istismar olanı bile meskûn mahallerde, muhkem yerlerde yapıyor yapacağını.
Cemaatlerin not sistemi
Milli Eğitim Bakanı hemen ardından da “hukuken geçerli tüzel kişiliği olan bir yapının bir siyasi parti tarafından ‘iyi’ ya da ‘kötü’ kategorisine konulmasından (tarikatların, cemaatlerin notunun öyle verilmesinden Y.S.) duyduğu rahatsızlığı” dile getiriyor.
İşte not sistemindeki değişikle havalanan aklım buraya da konuyor. Tarikatları değerlendirirken de kötü notlar yerine “Geliştirilmeli” demeye getiriyor. “Yeterli” demiyor zaten. Neyse, tarikatların, cemaatlerin STK olarak adlandırılmasındaki tartışmaları, 15 Temmuz gibi acı tecrübeleri hatırlatarak konuma döneyim.
“Pek iyi değil”deki nüans
Öncelikle “Pekiyi” ile “Çok iyi” arasında nüans var bence. Sözlükte “Pek” kelimesi de “Sağlam, çok, fazla, ziyâde” anlamına geliyor ama yine de kullanımında “Pek çok” gibi bir anlam pekiştirmesine ihtiyaç duyuluyor.
Ülkenin durumuyla ilgili de “Pek iyi değil” dediğimizde bu fikrimce “Çok iyi değil”i karşılayan bir psikolojinin ifadesi değil. Değişiklikte notların nesle-niyete uygun bir dil olması da etkili olabilir. Zira “pek” eski, kozmopolit dil. “Çok” ise ilk kez “Orta Asya Türkçesi”nde ortaya çıkmış.
145 milyarı 139’a yükseltmek!
Ayrıca bugünkü düzenin tınısıyla “pek”e değil “çok iyi”ye ihtiyacı var kanımca. Değişen, yeni “enflasyon aritmetiği” de ondan. Müjdelere ihtiyaç var… Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen yılın sonunda yılbaşı müjdesi olarak açıklamıştı: “Merkez Bankası rezervlerimize dair müjdeyi de paylaşmak istiyorum. Rezervler 145 milyar 456 milyon dolara ulaşarak rekor kırmıştır.” Rekor, çok iyi yani…
Devletin Anadolu Ajansı (AA) da 28 Aralık 2023’de 145 milyar 453 milyon dolarla tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşıldığını duyurmuştu. Velâkin 18 gün sonra yine AA “Rezervimiz 139 milyar 799 milyon dolara yükseldi” haberini yayınladı. Şimdi kalkıp “6 milyar dolar nerede?” demeyeceğim tabii ama… O ünlü “128 milyar dolar nerede?” meselesi anı olamayacak kadar taze hafızamda.
Asıl önemlisi AA’nın 28 Aralık’taki haberindeki “145 milyar”ın 18 gün sonra “139 milyara yükselmesi”ni de anlayamıyorum. Evet, ilkokul dışında matematiğim hiç “Pekiyi” olmadı, “Orta” bana müjde gibi gelirdi bir yolla halledersem. Ama parmak hesabı da yaptım, devletin ajansının aritmetiğini tutturamadım.
Devletlû eğitimin derinliği
Milli deyince baştan karışıyor eğitim. Milliliğinde “dindar nesiller yetiştirme hedefi” de var. Tamam, bugünkü kemaline/cemaline, o yetersizlikle celâline bakınca o konuda da nitelikli, düşünceye, dünyaya açık “Eğitim şart”. Ama niyet, yol yordam, hedef, tedrisat o değil. O kalıba itiraz eden dindarın da hali ortada.
Yeri gelince “Yüzde 99.5’u Müslüman” olan ülke demek ki yeni not sisteminde “Yeterli” değil “Geliştirilmeli”. Nereden, nasıl geldiği belli, nereye, nasıl gideceği belirsiz bu yolda nesillerin sırasını beklediği sisli istasyonlar… Değişip duruyor.
Bu hengâmede eğitim sisteminin devletlû, “milli” sorunları pas geçilerek dini-manevi arızaları, sosyal medyadaki popüler kımıl zararlıları üzerinden yürüyor genellikle tartışma. Zira gündemden indirilmeyen, her şeye-her yere çekilebilen “beka”, elbet Milli Eğitim’de de devletlû, derin bir alan yaratmış. O alana dokun(dur)mak için önce tarihinle yüzleşmen lâzım.
Sadece duvardaki tuğla
Eğitimde de sonsuz imar izniyle biteviye inşaat… Çok katlı, ruhsatı da hep hazır. İnşa etmek deyince insan kendini o duvarlardaki bir tuğla gibi hissediyor. Genç fidanlarken Pink Floyd’un “The Wall”u öyle de sar(s)mıştı bizi. Katı, istismarcı eğitime, zihin kontrolüne ünlü tepki. Sertti. Tuğla gibi…
“Düşünce kontrolüne, beyin yıkamasına ihtiyacımız yok /Sınıfta karanlık alaycılığa, aşağılamalara da /Hey öğretmen, çocukları rahat bırak /Hepsi sadece duvardaki başka bir tuğla /Sonuçta sen sadece duvardaki başka bir tuğlasın”. Nakarata “çocuk korosu” da katılınca o sahnenin hazmı zordu dünyanın “milli eğitim”inde. Memleketinde bile…
“Işık -ışıklar içinde- ılık süt iç”
Konu eğitim olunca da yazım daldan dala… Okuma fişleri de değişmiş sonraki nesillerde; “Işık ılık süt iç” var aralarında. Espri yapmıyorum, hakikaten… Işıklar içinde okunsun, “Düz ünlüler”i belletiyormuş. Süt tozundan bu yana önemli aşama da… 2015’de Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğle “Okul Sütü Programı” da kaldırılmış yürürlükten. Bugünün şartlarında “Işık ılık su iç” olmalı esasında, imtiyazlılara özenmesin çocuklar. Eğitimde ihtiyacı da görür, hem daha gerçekçi olur.
Bizim buralara gelince hafızamdaki o ünlü şarkı da, “Duvar” da değişiyor, imarı da sınır tanımayıp orman oluyor: “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde /Biz gideriz ormana, hey ormana /Yaşlı kütük keseriz, testereyle biçeriz /Biz gideriz ormana, hey ormana…” En çok da doğa stajyeri Yavrukurtların “marş”ları arasındaydı o zamanlar.
Kaan Tangöze yorumuyla “Baltalar elimizde /İmarı cebimizde /Biz gideriz ormana, hey ormana” oldu sonradan… İmarımızda var bir arıza. Kafa karışıklığım da oradan, temelden. Çocuklar, küçük, genç yaşta fidanlar… Başka pencereden bakınca hepsi sadece bir tuğla o inşaatta. Sıvanmış…
Hey, bi’ serbest bırakın
Hatta Edip Cansever dizesi: “Kapının arkasında ne var /- Bir duvar, tuğlasız, unutmuş dülger malasını.” Eğitimde kolonlar desen yaşanan korkunç depremin ilk yıldönümünde o da temel, acı mesele. Övünün büyükler.
Son yerine, Pink Floyd’un o şarkısının güftesini serbest çağrışımla mırıldanıyorum: Hey, bi’ serbest, rahat bırakın çocukları… Durma sınırlamayın, çekin elinizi, yumruğunuzu, malanızı eğitimden, yıkın, kaldırın duvarları. Nafile gelse de… Artık yeni şeyler, yeni şarkılar söylemek lazım.
(¹) Genç gönüllülerden ev ödevi: Diyanet geçenlerde “Genç Gönüllüler Çocuk Gönüllülerle Buluşuyor” adıyla yeni “değerler eğitimi” projesini açıkladı. Proje kapsamında ilkokul 3. ve 4. sınıf öğrencileri için Diyanet gençlik merkezleri ve camilerde faaliyetler gerçekleştirilecek.
Etkinlikleri, “sohbet”leri din görevlileri, manevi danışmanlar ve lise-üniversite öğrencilerinden, ağabeylerden-ablalardan seçilecek “Diyanet Genç Gönüllüleri” yürütecekler. Ev ödevlerinde ilkokul öğrencilerine rehberlik edecekler, “kadim oyunlar” da oynatacaklar. O oyunların provası Diyanet’in geçen yaz Kuran kurslarında eğitim gören 4-6 yaş grubu çocuklar için düzenlediği “Kadim Oyunlar Şenliği”yle yapılmıştı. Bakalım fişler-fişlemeler, oyunlar nasıl değişecek?
Yaş yelpazesi de artık ilkokulla sınırlı değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan 4 Şubat’ta Gaziantep’te Şahinbey Millet Camii açılışında altını çiziyor: “Her ne kadar birileri hala verilen hizmete şaşı bakıyor olsa da camimizde bilhassa 4-6 yaş arası çocuklarımıza yönelik imkânların sunulmasını ben çok kıymetli buluyorum.” Mâlûm, 4-6 yaş bilincin devreye girdiği, “doğaüstü”ne de kapısını açtığı kritik eşik. Çocukları hayaletlere de, “Süper Adam”a da büyükler inandırır.