Bazı insanlar asıl maharetlerinden, “kim”liğinden, hatta eserlerinden çok ona yakıştırılan/yapıştırılan özelliğiyle tanınıyor, varlığına eklenen o sıfatla, isimle anılıyor. Üstüne yapışmış; ne yapsa-ne etse boş. Artık adı sanı da öyle, illüstrasyonu, karikatürü de… Tasvirini öyle yaptılarsa, adını öyle koydularsa gerisi lâf-ü güzaf!
Sinema dünyasında rol aldığı filmdeki karakterden, lakaptan ömür boyu kurtulamayanlar bir yana… Koca bir hayatın, tarihin skeci “Deli” İbrahim’den, “Aksak” Timur’dan, “Sen de mi” Brütüs’ten, “Baltacı Mehmet’in Katerinası”ndan ibaret bazen o sahnede. Öyle tanıştırılıyor, biz de tokalaşıp “memnun” oluyoruz. Ad koyma hevesine, bünyene, değer yargılarına da uygun.
“Burun farkı”yla tarihe geçmek
Hayatının özeti o artık, bir cümle bile yeter: “Olmak ya da olmamak”, işte bütün Shakespeare. “Kim Sağını Solunu Bilmeden Milyoner Olmak İster” yarışmasında sorduklarında ekran heyecanıyla bilemesen bile yüzde (burun) farkıyla seyirci bilir.
Sadece huyunun-suyunun, bir beceri yahut skandalının, ünlü bir vecizesinin ıstampasına uğramıyor o stigma. Boyu posu, saçı-başı, yüzü-gözü, kolu-bacağı bile fazlasıyla yetiyor. Öyle geçiyor artık kayıtlara… Tarihe geçen o özellik bir burun bile olabilir mesela.
Burnuyla müsemma (Hercule-Savinien de) Cyrano de Bergerac… Bileni için de, “genel kültür”de gözü-kulağı biraz gezineni için de “O koca burunlu adam”. Yine de “Milyoner” yarışmasının ısınma/yanma turlarında “Aşağıdakilerden hangisinin burnu büyük?” babından sorulmasını önermem. Bence final sorusu…
Onun yanında iki buçuk asır sonra piyasaya çıkan Pinokyo bile dünkü çocuk. Hem de ahşaptan çakma burun… Google’ın “Görseller”ine tıklayınca tiyatrodan sinemaya, illüstrasyondan karikatüre Bergerac’ın albümündeki burunlar yarışıyor. Dikkatli bakmazsan yüzünü göremiyorsun.
Burnunun dikine giden şair
Oysa burnunu havaya kaldıracak birçok özelliği var. Şair, hiciv yazarı; 400 yıl önce 6 Mart 1619’da Paris’te doğuyor. Balık burcu, fena halde hassas, duygusal, bir de hayalperest herkesten ama o günlerde burçlardan haberi var mı, bilinçli mi bilmiyorum.
Burnunun dikine gidiyor; o devirdeki romanı bilimkurgu misal. Bugün bizim de ucundan tırtıkladığımız “Aya seyahat” fantezisi… Lâkin o düşü Jules Verne’den bile 200 yıl önce kurmuş. Biz biraz geç kalmışız.
Milli hayaller üfürmenin, filmkurgular çevirmenin, uzay taksisine binmenin, füzeyle ayı vurmanın da yeri-zamanı var ülkelere göre. Geleneklerimiz de var. Uzayla “dünyayı (yani günü) kurtarma” takıntımız bile Malkoçoğlulardan Cüreklibatur’a emanet. (Siyaset perdemizde oynattığımız bu projeksiyonumuza Serbestiyet’teki “Mehtaplı gecelerde…” yazımda değinmiştim biraz.) https://serbestiyet.com/featured/mehtapli-gecelerde-155135/
Türkçe değil Türkiyeli çeviri
Neyse… Bergerac 22 yaşında Muhafız Alayı’nda silâhşor. Düellocu da… İki kez yaralanınca edebiyat ve felsefeyle daha çok ilgileniyor. Ama Fransız şair, oyun yazarı Edmond Rostand 250 yıl sonra onu gıyabında sahneye çıkarıp dünyaya tanıtmasa, meraklısıyla mahdut kalacak, belki de unutulacak.
Bir bakıma 1890’ların tiyatro gişelerindeki yarışta da başlangıçta burun farkı var. Ardından da 300 geceyi aşan gösterimiyle Victor Hugo’nun, Alexandre Dumas’nın oyunlarıyla bile açıyor arasını. Büyük olay.
Herkes onu önce burnuyla tanıyor. Burun ki ne burun; Rostand’ın “Cyrano De Bergerac” oyunundaki burun buruna tiradı da efsane, onunla (da) tarihe geçiyor. Beş perdelik tiyatro eseri Sabri Esat Siyavuşgil’in harika çevirisiyle sadece Türkçe değil Türkiyeli oluyor sanki. Lezzeti farklı…
“Asıl iş edâda”…
Tiradları -burnuyla da- dünyaya meydan okuma… Rostand’ın kılıç gibi keskin kalemiyle o sahne Bergerac’ın burnuna bakan bir burjuvayı rezil etmesiyle başlıyor. Cüretkârlığı, unvan, makam, sınır tanımamasıyla yaşanan gerginlik, “skandal”a tanık olan Kont De Guiche’nin “Buna haddini bildirecek kimse yok mu?” çıkışıyla tırmanıyor.
O da Kont’una sırtını yaslayan Vikont (yavrukont) De Valert’in üstüne vazife. O gazla, takviyeyle de olsa kerhen, çekinerek, usulca sataşıyor: “Burnunuz ne kocaman!” Bergerac da ona dönüp “Evet! Pek kocaman… Hepsi bu mu? Halbuki neler neler bulunmaz söylenecek. Asıl iş edâda…” diyerek farklı karakterlerin replikleriyle sıraladığı tiradına başlıyor. Vikont’la burun buruna:
Tiradıyla da efsane
“Mesela bak; Hoyratça, ‘Burnum böyle olsaydı mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!’ Dostça, ‘Yana yatmaz mı? Senden önce davranıp kadehe batmaz mı?’ Tarifle, ‘Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!’
Mütecessis, ‘Acaba ne işe yarar bu alet?’ Zarifhane, ‘Kuşları sevdiğiniz besbelli! Yorulmasın diye yavrucaklar, temelli tünek kurmuşsunuz!’ Pürneşe, ‘Birader şu koskocaman burunla tütün içince, komşu yangın var demiyor mu?’ Müşfik, ‘Yaptırın ona küçük bir şemsiye, yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!’
Nobran: ‘Zaten bilirim, sen misafir seversin. Bu şapka asmak için ne mükemmel bir icat!’ Şairane: ‘Ey burun, bütün cihana inat. Seni baştan aşağı nezle etmeye kadir. Tek rüzgâr bulunamaz, karayel müstesnadır!’ Hazin: ‘Bir de kanarsa, Kızıldeniz! Ne belâ!’ Hayran: ‘Lavantacıya ne mükemmel tabelâ!’ Lirik: ‘Bu Tanrıların bindiği bir gemidir!” Tiradı 1990 Fransız yapımı aynı adlı filmde ödül alan Gerard Depardieu’dan dinlemenin tadı da başka.
O burnun hakkını vermek
Rostand’ın onun ismini taşıyan oyunu yıllara meydan okuyor. Öyle ki uyarlanan sayısı belirsiz oyunlar bir yana, 20. Yüzyıl’da 20’yi aşkın filmin konusu oradan. O burnun hakkını veren beyazperdede de büyüyor.
Eserin ilk kez sergilendiği 27 Aralık 1897 gecesi, Fransız edebiyatı ve tiyatrosu için yeni bir devrin başlangıcı. Siyavuşgil çevirisinde o günün kritiklerine de yer vermiş: “Zamanın en müşkülpesent münekkitlerinden biri olan Emile Faguet, ertesi günü, büyük bir şairin doğduğunu cihana müjdeliyordu: Göz kamaştırıcı bir zaferle XX. yüzyılı açan bu şaire, Avrupa gıpta ile Fransa gurur ve ümitle bakıyor.”
“Burun”a Abdülhamid yasağı
Eleştirmen Débats da coşkulu. Yeni nesle dokundurmayı da ihmal etmiyor: “Eğer evlâtlarımız vaktinden önce bunamazlarsa, 1930’da ve hatta daha sonraları bile aynı vecd ve heyecanla seyredecekleri bir eser.” Rostand’a da anında “Légion d’Honneur Chevalier rütbesi”…
Hemen her dile tercüme ediliyor. Tiyatro efsanelerinden -burnu büyük- Constant Coquelin’in Avrupa’da, Amerika’da yaptığı turnelerin programında Türkiye de var. II. Abdülhamid döneminde Coquelin efsane Sarah Bernhard’la geliyor İstanbul’a ama Rostand’ın başka oyunuyla, konusunu Kitabı Mukaddes’ten alan La Samaritaine’le. Zira benzetmek gibi olmasın… Cyrano’nun o aktörle (de) büyüyen burnu da, eserin keskin nükteleri de sarayın yasağını, sansürünü aşamıyor.
Kibirle tevazu kılıç sırtı…
Rostand’ın aynı eserindeki “İstemem, eksik olsun” şiiri de dillere destan. Cyrano’yu öyle anlatıyor ki, dikkatli baksan, arasan bulursun bayrağını devralan bir “şövalye”yi. Öyle bir büyüsü, şiiri var ki, yazarı, çevirmeni de “Varsın romantik, şövalyece, burnu şöyle böyle desinler” demeye getiriyor.
Türkiyeli hâlinde bir “Üstü kalsın” edâsı da var sanki. Şairin 36 yaşında öldüğünü düşününce Cemal Süreya’nın şiiri geçiyor aklımdan: “Ölüyorum tanrım /Bu da oldu işte. /Her ölüm erken ölümdür /Biliyorum tanrım. /Ama, ayrıca, aldığın şu hayat /Fena değildir… /Üstü kalsın…”
Belki kınında da olsa, kibirle tevazuun bıçak, kılıç sırtı hâlleri… Olsun, burun kıvırmanın en melodik, güçlü, büyüleyici örneği. “Stil”i var, herkese nasip olmaz. Ne demiş Büyük (70’lik) Bukowski; “Stil herşeydir. Stil her şeye cevaptır… Aptalca bir şeyi stille yapmak tehlikelidir. Ama tehlikeli bir şeyi stille yapmak… İşte ben ona sanat diyorum.”
İsyanı bugüne de uygun
Şiire, hikâyesine gelince… Bergerac’ın hayatında da, Rostand’ın oyunundaki atfıyla da kadim dostu, sırdaşı Le Bret başına gelenleri görünce arkadaşına biraz çekinerek mırıldanıyor: “Biraz daha az nobran mı olsan… O zaman para, şöhret…” Bergerac kesiyor arkadaşının sözünü, o ünlü tiradını homurdanıyor. Duygusu, isyanı, başkaldırısının başlıkları bugüne de uygun: “Ne yapmak lâzımmış? /Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi, /Bir ağaç gövdesini tıpkı sarmaşık gibi, /Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı? /Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı? /İstemem eksik olsun!
Herkes gibi, koşarak, /Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak /Yoksa nâzırın yüzü gülecek diye bir an /Karşısında takla mı atmak lâzım her zaman? /İstemem eksik olsun! /Ricaya mı gitmeli? /Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli? /Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim? /Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim? /İstemem eksik olsun!
Tazıya tut, tavşana /Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana /Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi /Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi? /İstemem eksik olsun!
Çiçeklerin, kendi bahçenin malı
/Yahut şan olsun diye, /Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye /Şiir mecmuası mı bastırmalı? İstemem /Eksik olsun! /Acaba bulup bir alay sersem /Meyhane köşesinde dâhi olmak mı hüner? /İstemem eksik olsun! Bir tek şiirle yer yer /Dolaşıp ta herkesten alkış mı dilenmeli? /İstemem eksik olsun! /(…) Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı /Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün? /Yahut sayıklamak mı lâzım: Adım görünsün /Aman! /İstemem eksik olsun!
Ve tâ son nefesinde /Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek, /Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun! /Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya, /Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya, /(…) Kalemine sarılmak ve ancak duya duya /Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine: /Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine, /Hoş gör bu çiçekleri, hattâ bu kuru dalı, /Bunlar yabanın değil kendi bahçenin malı!
Varsın küçücük olsun fütûhatın (fethin, zaferlerin), /Ara hakkını hattâ kendi nefsinden bile. /Velhasıl bir tufeylî zilletiyle /Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar, /Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar? /Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına /Boy ver, dayanmaksızın, tek başına!”
Efsane hayatı yaşayamamak
Aman hey… Bildiri olarak bastırıp elden dağıtası, poster yapıp burnunun ucuna asası geliyor insanın. Zira sustuğu bir dakika, sonradan saat, hatta ömür gelebiliyor bazen insana. Hep eğildiğinde kolayından doğrulamıyor bir daha…
Siyavuşgil çevirisinde Bergerac’ın yazdığı, farklı yayınevlerinden “Aya Seyahat (Ay ve Güneş Devletleri ve İmparatorlukları) ” olarak basılan romanını da hoş hatırlatıyor: “Rostand’ın Cyrano’su bir tipti, bir karakterdi, yoksa XVII. yüzyılda yaşayan mahut Cyrano’nun kopyası değildi. Rostand’ın Cyrano’su, tarihin Cyrano’sundan belki yalnız burnuyla, aya seyahatini almıştı. Fakat buna karşılık, ona neler vermemişti ki!”
Cyrano gerçek hayatında bir saldırıda yaralanınca toparlanamıyor, 36 yaşında ölüyor. Yaşayamıyor o efsane hayatı. Çoğu öyle; öyle oluyor efsaneler işte, öyle olunuyor biraz da… Bize de kerevitine çıkıp masallar dinlemek, yeni masallar anlatmak düşüyor.