Abu Nazir: Nesilden nesile acı çekmek, ölmek… Biz bunlara hazırız. Siz hazır mısınız?
Carrie Mathison: Ne gerekiyorsa.
Abu Nazir: Gerçekten mi? Emeklilik planlarınız ve organik gıdalarınızla, sahil evleriniz ve spor kulüplerinizle mi? Azminiz, kararlılığınız, inancınız var mı? Çünkü bizim var. Bizi bombalayabilirsiniz, aç bırakabilirsiniz, kutsal yerlerimizi işgal edebilirsiniz ama biz inancımızı asla kaybetmeyeceğiz. Biz Tanrı’yı kalplerimizde, ruhlarımızda taşıyoruz. Ölmek ona katılmaktır. Bir yüzyıl, iki yüzyıl, üç yüzyıl sürebilir ama sizi yok edeceğiz.
Abu Nazir, daha önce dizinin ana karakterlerinden, Amerikalı vatansever Nicholas Brody’yi hem Müslüman hem intihar bombacısı olmaya ikna ettiği gibi, Carrie’yi de ikna edeceğine dair derin bir güven duyuyor. Karşısındakiyle kurmaya çalıştığı duygusal bağla oyunlarla Hannibal Lecter-esque, neredeyse Tyler Durden sözleriyle bir o kadar anti-kapitalist. Küçük bir sekansta dahi özgüvenli: “Biz nesiller sürecek bir acıya hazırız”, “sizi yok edeceğiz”. Mutlak kötü de değil; çileciğiyle empati kurulabilir de bir karakter: Bombalama, aç bırakma, kutsal yerleri işgal – görüyoruz ki Abu Nazir’in haklı sebepleri var.
Homeland, ABD’de haklı İslamofobi eleştirilerine de maruz kaldı. Laila al-Arian’ın diziyle ilgili yazısının başlığıysa şu: “Televizyonun en İslamofobik dizisi.”
Bu türden etiketlerle anılmamak için otantik çözümler üretilebilir: Müslüman’ı hiç var etmemek bunun için kötü bir yol gibi görünüyor.
995 km, kabaca, bir tetikçinin hikâyesi; biraz daha açarsak, evvela ülkenin bir dönemine ‘ayna tutma’ aracı olarak Müslüman bir tetikçiyi merkez alan bir ‘yurdum panoraması’. Murathan Mungan, romandaki hangi karakterin Türkiye’nin geçmişindeki hangi figüre denk düştüğüne dair küçük ekmek kırıntıları bırakarak çiziyor romanının hattını. Romanın övüldüğü birçok yazıda, nedense bu bulmacaya önem atfedilmiş. Süreyyya Evren şu cümleleri kullanmış mesela: “Mungan bunları yaparken gerçek hayatın gerçek kişi ve kurumlarına referanslarla her yönden gidebilir kurmaca arasındaki dengeler konusunda da kendine özgü bir yol inşa etmiş.” Orhan Koçak, Tilgi Agit’in kim olduğu bilmecesini de çözmüş ve yazısında bunun gibi başka örneklere de yer vermiş, Sırma Köksal cinayeti Anter cinayetiyle bağdaştırmış: Temsillerin hepsi böylece masaya yatırılmış. Peki, kitabın onun uyanmasıyla başladığı ana karakterimiz; o kimdir, neyin necisidir?
Romandaki karakterimiz şu: Beyni yıkanmış Müslüman bir tetikçi. Karmaşık bir karakter değil; açmazları yok, çıkmazları belirsiz. Kitaptaki varlık sebebi, kitabın sayfaları arasında bir tutkal görevi görmek neredeyse. Bir terör örgütü mensubu denebilir, ama sorunu şu: Kullanışlı bir aparat olarak dahi var olmuyor kitapta. Bu yönüyle, Kathryn Bigelow’un Zero Dark Thirty’sinde water-boarding’e maruz bıraktığı Müslüman imgesinden bile daha geride bir yerde duruyor – dövülen, dayak yiyen, işkence gören fakat işkence gördüğü ölçüde var olan terör şüphelileri, işkenceye direnen ya da karşı koyan ya da çözülüp itirafçı olan karakterler olarak filme dahil edilirken, Mungan’ın karakteri sayfalar arasında sadece cismani şekilde dolaşan, yazarın politik birtakım sunumlarını gerçekleştirmesi için bir yerden bir yere ulaştırılan bir kargodan ibaret. Haliyle, yazarın bakışını, en basitinden oryantalist görmek dahi mümkün değil; çünkü bu türden bakış, ontolojik-epistemolojik bir ikiliğin olduğu varsayımına dayanır. Mungan buna bir set çekmişe benziyor: Müslüman ana karakteri hiç var etmeyerek.
Karakterimizin uyanışıyla başlıyor roman, biz de ilk cümleden, karakterimizin uyanışından başlayalım. Sabah namazına uyanıyor. Boy abdesti alıyor. Besmele çekip dua okuyarak evden çıkıyor, sağ ayağıyla. Camiye varıyor. Namazını kılıyor. Nasıl? Huşu içinde. Namazını kılmıyor da aslında: Edaediyor. Eda ederken, secdeye bütün benliğiyle varıyor. Secdeye derin bir vecd halinde kapanıyor. Gönlünü Allah dolduruyor. Merak ediyor: “Namaz sırasında rabbiyle kurduğu o derin bağ yüzüne fazladan bir anlam katıyor muydu? Katıyorduysa, bunu bir tek yüce Allah görüyor olmalıydı.” Her şeyi duyan Semi, her şeyi gören Basir, her şeyi bilen Habir olan o Allah. Düşünüyor: Allah’ın evi benim evim. Düşünüyor: Bu dünya fanilerin, geçici. Kurşunları, namaz sonrası tesbihat eda edercesine sayıyor; ve tabii ki bunu da huşu içinde yapıyor. Bu onun için bir çeşit ayin. Şu son kısmı bir kez daha tekrarlayalım:
Huşu içinde namaz sonrası tesbihat eda edercesine kurşun sayıyor ve bu onun için bir çeşit ayin.
Evet, tam olarak böyle.
Buradaki, ayıp diyelim, karikatürleştirmeyi, bilmiyorum daha iyi anlaşılması için uyarlayıp örneklendirmeye gerek var mı, fakat kimse görmediğine göre bu bariz tipleştirmeyi, açmamız da gerekir: Bu karakter eşcinsel bir erkek olsaydı, gördüğü herkesten ayol diyerek makas alan, önüne gelen her erkekle flört eden, crop -top giymiş dar taytlı biri olurdu. Bir feminist olsaydı bu karakter, mor saçlı olurdu, mor giyinirdi, sabahları slogan atarak uyanırdı, her gün-her saat eyleme giderdi ve erkeklerden nefret ederdi; uzatamıyorum, hayal gücüm tek tip karakter yaratamamayla sınırlandırılmış durumda. En önemlisiyse, böyle bir feminist ya da eşcinsel karakter, kitap piyasaya çıktığı gün eleştirilir, en azından eleştirmenlerin birkaçının kitaba dair eleştirilerde kendine yer bulurdu.
Ama bu, şimdi hepten ayyuka çıkacak olanlarla birlikte tüm bunlar, bu karakter, yazılanlar, kimsenin dikkatini çekmedi. Neden?
Karaktere biraz daha bahsetmeli; işte, orada öylece duruyor, tam karşımızda, fark edilmemesi imkânsız: 995 km romanının baş kahramanı, kolunu oynattığı anda “kolunu oynatan birine” dönüşüyor. Her hareketi, yaptığı anda onu o yapan, onu oluşturan başat bir unsur haline geliyor.
Karakterimiz sabah namazına uyanır: “Çocukluğundan beri hiç mahmurluk çekmeden birdenbire uyanırdı. [Uyandı hep böyle uyanırdı; çocukluğundan beri.] Uyku sersemliği nedir hiç bilmedi. [Şu zamana kadar, hiç. Yani: Hep.] Yüzünde yeni uyanmış bir insan ifadesi olmadı hiç. [Şu zamana kadar, hiç. Yani: Hep.]
Karakterimiz abdest alır: “Abdest alırken ayaklarını uzun uzun yıkar [hep] parmak aralarını özenle hilallerdi.”
Karakterimiz camiye girer: “Camiye her [hep] varışında duyduğu o derin huzur onu bir kez daha dünyanın zincirlerinden kurtardı.”
Karakter namaz kılar: “Namazını eda ederken bütün benliğiyle varırdı secdeye [hep]” Çocukluk yıllarından bu yana [hep] namaz sırasında Allah’la arasına hiçbir şey girmez, her zaman derin bir vecd halinde kapanırdı secdeye. Kendisini ancak namazda gafil avlayabileceklerini düşünüyor hep.”
Karakterimiz, aynanın üstünü örter: “Öteden beri edindiği bir alışkanlıkla kaldığı odada ayna varsa uyumadan üstünü örterdi [hep].” (…) “Ne zaman aynaya bakacak olsa kendine güveni yenilenirdi [hep]”
Karakterimiz, bir cama bakar: “Eskiden beri, Deliler Hanı’nın az ilerisindeki Foto Kamer’in vitrine baktığı her seferinde [hep] cama yansıyan suretiyle…”
Karakterimiz içlenir: “İçlendiği zamanlar [hep] ‘Allah’ın evi benim evim’ diye düşünürdü”.
Listeyi sonlandırmadan bir not düşmeli: Orhan Koçak kitapla ilgili yazdığı eleştiri yazısında, karakterin ilk cümleden itibaren, yaptığı her hareketin bir karakter özelliği haline gelmesini, tam da bahsettiğim konuyu yani, şöyle görmeyi uygun bulmuş: “İlk cümlesinden itibaren başkişisinin karakter inşasına sımsıkı odaklanıyor Murathan Mungan’ın 995 km’si.”
Devam edelim:
Karakterimiz yola çıkar: “Ne zaman bir yola çıksa [hep] Seyyid Kutub’un ‘Yoldaki İşaretler’ kitabı düşer aklına.”
Karakterimiz soruyu yanıtlar: “Çocukluğundan beri [hep] her yerde her zaman olan biten hakkında bir şey sorulduğunda [hep] öyle derdi: ‘Haberim yok.’ ‘Haberim yok,’ derdi her seferinde.”
Uzattıkça yakışıksızlaşan bu sıralamaya devam etmek yazının objektifliğinden, benim iyi niyetimden götürür; haliyle, şahsileştirmemek de adına bu kısımdaki notlarımı şu korkunç hakikati belirterek noktalıyorum: Henüz kitabın 25. sayfasındayız.
Anlayacağınız karakterimiz Groundhog Day filmindeki gibi yaşıyor gününü: hep, her zaman, her daim.
Sahi, tekrar tekrar sormalı o soruyu: Kimseyi neden, nasıl rahatsız etmez bu tipleştirme? Bu, basit bir okur yazar olamama haliyle, eleştiri kültürünün eksikliğiyle açıklanabilir mi? Yoksa, bu denli aşikâr olanın dahi görülemediği başka duvarlar mı var görülmeyen? İnanın bilmiyorum, hiçbir fikrim yok.
Şimdi, kitabın iki farklı açılışından bahsetmeli. 995 km romanındaki Müslüman tetikçimizin uyanışı ve ona benzemeyen diğerlerininuyanışı; bu farkında olmadığımız, ihtimal yazarın da olmadığı –bence, ideolojik– konumlanmayı açıklamak için iyi bir örnek.
Her hareketini Müslümanca yapan, bir Müslüman gibi yürüyen, bir Müslüman gibi konuşan, aynaya bir Müslüman gibi bakan ya da bir Müslüman gibi yemek yiyen, namazını kılmayan fakat huşu içinde eda eden bir karakteri, en fazla karakter yaratımındaki kısıtlı hayal gücüne dair eleştirir, bir eksiklik olarak görürüz. Aslında, hadi bunun tek tipleştirme olduğu gerçeğini bir müddet es geçelim ve kurmacanın dokunulmaz alanına ait o özgürlüğü, tektipleştirme dahil her türlü “çünkü bu bir kurmaca” özgürlüğünü verelim ve tekrar aynı soruya dönelim: Öyle olsa dahi, dökümentatif bir gerçeklik maskesiyle donatılmış, Diyarbakır’a yeni gelen ve zorluk çıkaran emniyet müdürüyle, istihbaratın başına geçen eski astsubayla belgesel bir niteliğe büründürülmüş, eleştirmenler tarafından gerçeği yansıtmasıyla; içindeki kim kimdir bulmacalarıyla övülen bu romanda, ana karakterin bir korkuluktan ibaret olması nasıl olur da kimseyi rahatsız etmez?
Bu soruya, kitap üzerine yazılan yazıları dahil etmeden, haliyle, yine, kişiselleştirmeden bir cevap vermek mümkün değil. Yine de şöyle bir yanıt hâlâ makul görünüyor: Belki de tüm bu iki boyutlu tasvirler, yazarın farkında olmadığı ideolojik konumlanmadan değil, sadece, basitçe, kötü bir yazar olma halinden ibarettir. Olabilir, kötü bir yanıt değil. Fakat buna yükseltilecek itiraz belli: Yazarın mahareti, bilhassa baş kahramanı yazarken kendini gizliyor. Çünkü kitabın ikinci bölümünde de aynı türden bir açılışla karşı karşıyayız. Kitabın ikinci bölümü de tıpkı ilk bölüm gibi bir uyanışla açılıyor:
“Kerem de uyandı, bir baş ağrısıyla.” Kerem, bir baş ağrısıyla uyanıyor; ama tetikçi karakterimizin aksine her zaman böyle uyanmıyor.
“Ev sahibine ve onun uzatmalı sevgilisi Nazlı’ya günaydın demeye çalıştı.”
Kerem Alevi mi, Kürt mü? Belki de bir eşcinsel? Hiçbir fikrimiz yok. Birkaç cümle sonrasında öğreniyoruz ki Kerem’in bir ev sahibi, ev sahibinin uzatmalı da bir sevgilisi var; ev sahibinin sevgilisiyle ilişkisi dahi detaylı. Detay: Normal bir sevgili değil, uzatmalı sevgili.
Kerem uyanıyor: gördükleri şunlar; geceyi küçük odadaki yer yatağında geçiren Arzu, [nerede, nasıl geçirdiği belli ve her zaman da böyle geçirmiyor Arzu] üstünde iğreti duran, kendisine en az üç beden bol gelen, ev sahibine ait olduğu belli salaş bir tişört. Tişörtün nasıl durduğu, bedenine kadar, ne güzel canlandı zihnimizde. Sabah namazına uyanmadığı belli.
Önemli bir soru: Müslüman tetikçimiz, huşu içinde namazını eda etmeden önce ne tür bir giysi giymişti ve o gömlek ya da ceket, nasıl durmuştu üzerinde, kaç bedendi? Fikrimiz yok. Erkek giysisi ve Müslümanlık arasındaki ritüel bağ çok güçlü olmadığından mı acaba? O halde şunu varsayabiliriz: Karakterimiz başörtülü bir karakter olsaydı, evden çıkmadan önce başörtüsünü huşu içinde ve her zaman yaptığı gibi, ihtimal, sıkı sıkı sarardı, değil mi?
Biz, tekrar ettiğimiz ve başka kitaplar için yıllar içinde çok kez edeceğimizden emin olduğumuz o soruya son kez geri dönelim: Böyle bir karakter, bu tipleme, nasıl olur da kimsenin dikkatini çekmez? Editörlerin itiraz yükseltmediği, en başta yazarının kaleme aldığı böyle bir karakterin, yayınlandıktan sonra dahi kimse tarafından görülmemesinin sebebi, yoksa, Müslüman karakterin o büyük politik tebliğ için mazur görülebilir, harcanabilir bir araçtan ibaret görülmesi midir – ya da nedir?
Yazı uzadıkça politik bir zemine kayabilir görünüyor; o zemin olası bir tartışmayı hiç edebilecek bir zemin. Haliyle, bu soruyu yanıtlama görevini okura bırakmak en iyisi. Cevabı bulmak kolay değil; üzerine kafa yormalı, geceleri yastığa kafayı koyup düşünmeli. Belki yıllar sonra bir gün, okur gökyüzüne bakarken bir Ramazan gecesi, yıldızları da görebileceği bir yerde olduğunu varsayalım, bu sorunun cevabı üzerine düşünür, ve bunu yaparken Türkiye’deki kültür camiasının figürlerini, yıldızlardan da destek alarak sıralamaya girişir; ve böylece, ancak bir tek boynuz kadar gerçek olduğu artık hepten aşikâr bu kültür dünyasının içinde, bir korkuluk gibi dolaşıp duran, konuşmalarından yürüyüşlerine, politik görüşlerinden yaptıkları sosyal medya paylaşımlarına hepten tektipleşmiş yazarları, eleştirmenleri, kültür sanat insanlarını görür gibi olur. Belki, iyi bir okur olursa, bu yazarlarla Murathan Mungan’ın tiplemesi arasında bir bağ bile kurabilir. Kim bilir?