Türkiye toplumunda bu son 20 yıllık dindarların iktidarında, ikinci dalga modernleşme yaşanıyor. Dindar cumhuriyetin yeni modernleşmesi, eski elitlerin Kemalist modernleşmesinin bazı açılardan devamı, bazı açılardan alternatif bir modeli. Yaşanan değişimin bazısı şöyle: Yoğun kentleşme, sınıf atlama, bireyselleşme, bencillik, ticarilik-menfaat patlaması, eski ailenin aşınması, suç oranında artış, kadın cinayetleri, eğitim oranında artış, cinsel devrim ve dinde çözülme. Bu sonuncusu çok etraflı tartışmaları hak ediyor ve zaten bir süredir tartışılıyor. Dindar sekülerizmi, Yeşil Kemalizm, Yeni İttihatçılık vesaire bu dönüşümü yakalamaya çalışan başlıklardan sadece bazıları. Bu yazıda bu geniş konunun sadece bir veçhesine değinmek istiyorum. Kurumsal dinde kitlesel bir çözülme var. Bu doğal bir gelişme. Zira, yeni bir zamandayız. Eski din yeni zihinler için kabul edilemez hale gelince, bir din veya dini anlayış vefat eder. Cenazesini kaldırmasını bilmeyenler hata eder. Bu çözülme, adı konsun veya konmasın, deizm ve ateizm gibi dinden boşanma tercihlerine götürüyor. İnsanın vicdanen ve aklen ikna olmadığı bir dinden ayrılması, ona hitap etmeyen bir sohbetten müsaade isteyip ayrılması gibi haktır. İnanç söz konusu olduğunda, ‘riyakâr’ olmaktansa ‘günahkâr’ olmak evladır.
Burada konumuz bunun teşvik veya kınanması değil. AKP’nin, kör parmağım gözüne ahlak yoksunluğu, toplumun ciddi bir kesimini artık dinden ikrah etme noktasına getirmiş bulunuyor. Dindarların iktidarı, dinin vicdanlardaki iktidarını, masumiyetini yıktı. Dinden göç bir açıdan bu çelişkiye son vermek ve ahlâksız bir dine karşı dinsiz bir ahlâkı seçme hamlesi olarak tecelli ediyor. İnandığın dini seçebilme kabiliyetine sahip olmak, modern insanın karakteristik bir özelliği. “Dünün dini”nden kopuş, ya içinde kalınarak veya dışına çıkılarak gerçekleşiyor. Bu kopuşlar yeniden yorumlama çabalarından, dışına çıkıp uzaklaşmaya ve hattâ dışına çıkıp onunla savaşmaya kadar geniş bir yelpazede yaşanıyor.
Dindar modernleşmesi sonrası yaşanan sekülerleşmede, dikkat çeken bazı patolojiler var. Bunlardan bir tanesi, Türkiye toplumunun veya Ortadoğu’nun asla iflâh olmaz/olamaz bir coğrafya olduğu iddiası. Bunun neredeyse bir kader gibi görülmesi. Bir öfke ifadesi olarak mazur görülebilecek böyle cahilce iddialar, genelde yarım aydınlanmış insanların karanlıkta saydıkları insanlara dair ümitsiz yargılarında karşımıza çıkıyor. Bunların bir kısmı karamsarlığa düşerek bireysel bir çizgiyi benimsiyorlar. Bir tercih. Fakat bir kısım da var ki dinden kopmayı büyük bir meziyet, sonra dönüp mağaradakileri elindeki fenerle dövmeyi de büyük bir maharet sanıyor.
Bu kısım ateistler terk ettikleri dinin ebediyen paraziti olarak yaşamaya mahkûm olacaklar. Zira dillerine pelesenk ettikleri Aydınlanmayı anlamamışlar. Tanrı’nın doğumunu tarihselleştirebilirken, ölümünü tarihselleştiremiyorlar. Dindeyken mağduru oldukları gafleti, ateistik dünyalarında da sürdürüyorlar. Düz mantığı hikmet sanıyorlar. Din yerine Bilim’i koyup yeni din yapıyorlar. Halbuki bugün bilime kurtarıcı veya hakikat kaynağı olarak bakan bir insan sadece putunu değiştirmiştir. Din’i kavram seviyesinde anlamaktan uzaktır. Dinin karşısına geçtikleri halde gerçekte onun dışına çıkamamış insanların dinle kavgası, bir fikri çarpışmadan çok bir hınç atışmasına benziyor.
Bir şeyin keyfi olması, lüzumsuz olduğu anlamına gelmez. Bir şeyin beşer ürünü olması onu hak olmaktan çıkarmayabilir. Maalesef saldırgan yeni ateizmin dikkat çeken bir özelliği, dini aşamaması. Bu yolu seçen insanlar bilgi edinmeyi özgürleşme sanıyor. İçine doğduğu ve sonra reddettiği dini geleneği düşmanlaştırmak suretiyle marazi bir bağımlılık üretiyor. Böyle insanlar, üçkağıtlarını ortaya çıkardıkları dinin iddiaları yanlış ise, bunun kendilerini doğru kılacağını sanıyorlar. Dini fazlasıyla önemsiyorlar. Din yanlış olduğunda bile kendilerinin hâlâ doğru olmayabileceğini göremiyorlar.
Bu tarz yeni ateistler Batı toplumuna dair temelsiz klişe ve beklentilerden de zihinlerini azad edemiyorlar. Sanıyorlar ki geleneksiz ve köksüz olabilirlar. Ateist olduğun zaman bile bir geleneğin mensubu olduğunu unutmayacak bir olgunluk içinde, dinle hesaplaşman gerekiyor. Dinle hesaplaşmayı din ile didişme olarak anlayanları köksüzlük bekliyor. Hattâ gidecekleri başka yer olmadığı için, dönüp dönüp terketmek istedikleri gelenekle kavga ediyorlar. Dini terkedenlerin, dinin dışında gelenekten âzâd bir dünyanın onları beklediği ve aydınlanarak özgürleşecekleri beklentisi, boş bir hayaldir. Onları bir kriz bekliyor: Bir meziyet sandıkları “hiç bir yere ait olmamak” bir meziyet değil, bir tükeniştir. Hiçbir yere ait olmayanlar insanlığın musilajıdır. Yerli ateizmin en büyük zaafı köksüzlüktür. Kendi dini veya kültürüyle savaşan, sonuçta kendi kendisiyle savaşıyordur ve her halükârda kaybeder.
Ateizm, “dinin hakikat iddiası”ndan koptuğu için değil, “bir taassup talebi olarak din”den kopamadığı için saldırganlaşır. Din karşıtlığını din edinmek de bir hastalıktır. Hele de din denen mutaassıp ama çekimser mürşidi terkedip onun yerine kurtarıcı hakiki mürşit olarak bilimi koyanlar, kibirli bir cehaleti temsil ederler. Köksüzlükte özgürlük arayanlar boşlukta dolanmaya mahkûmdur. Onlar hayali bir öte dünyayı terkettiklerini sanırlar, ama aslında kaybettikleri bu dünyadır.