Aydınlanma bilfiil yaşanırken, Sağ ve Sol kavramları henüz yoktu ortada. Fransız Devrimi sırasında ve sonrasında ayrıştı. İlerlemeci modernizm bir yana; muhafazakârlık diğer yana gitti. Anayasa, cumhuriyet, demokrasi, hak ve özgürlükler bir yana; monarşi, gelenek, hiyerarşi, otoritarizm, sansür diğer yana gitti. Aydınlanma Çağının mirası da bu çerçevede kendine farklı yer ve yorumlar buldu. 1815 Viyana Kongresi’yle açılan Restorasyon dönemine tepkisi içinde Sol, dört elle sarıldı Aydınlanma’ya. Rasyonalizme, (aklın tarihselliği ve dolayısıyla göreliliğini pek düşünmeksizin, kendi aklını evrensel kabul edip) mutlak ve soyut Aklın üstünlüğü fikrine sarıldı. Buna karşılık, mevcut kurumların ardındaki Ortaçağa ve daha genel olarak (geleneğe eşitlediği) Tarihe olumsuz baktı. Türkiye’de Aydınlanma’nın şairi Tevfik Fikret’tir. Nitekim bu anlayış (Yaşasın Akıl, Kahrolsun Tarih anlayışı) belki en berrak ifadesini Fikret’in “Tarih-i Kadim”inde bulur. Bu bağlamda Sol, Aydınlanma’nın irrasyonel saydığı bütün töresel ve törensel hiyerarşilere karşı itiraz özgürlüğüne de sarıldı. Her alanda otorite tanımazlığa sarıldı. Çok sonra Kemalizmin de benimseyeceği “En hakiki mürşit ilimdir” (yani din değildir) düsturuna sarıldı. Desakralizasyona, kutsalsızlaşmaya sarıldı. Bütün kurumların değişebilir ve değiştirilebilirliğine sarıldı. Buradan, devrimci toplum mühendisliğine köprü kurdu. Cehenneme giden yollar iyi niyetlerle döşeliymiş. Aydınlanma’nın bilimperestliği, Marksizmin bilimperestliğine, Marksizmin bilimperestliği Stalinizme yansıdı.
Buna karşılık Sağ, gene aynı Restorasyon döneminden başlayıp 19. ve 20. yüzyıl boyunca uzanan bütün şekillenişleri, farklı dönemsel tezahürleri içinde, hemen hiç hoşlanmadı Aydınlanma’dan. Tepkileri içinde, âdetâ Sol kültürün tam zıddını, aynadaki aksini oluşturdu. Rasyonalizmden hoşlanmadı. Bilinemezliğin esrarını, efsanesini korumayı yeğledi. Kendi varlığını gelenekle, statüko ile, silsile-i meratip ile, Solun reddettiği bütün o töresel ve törensel riayetkârlık ve hürmetkârlıklarla özdeşleştirdi. İtirazı değil itaati öne çıkardı. Solun mutlaklaştırdığı Aklın karşısına, aynı derecede mutlak ve determinist bir yaklaşımla Tarihi dikti. Zaman içinde oluşan her şeyin, “madem tarihin ürünü, öyleyse bir nedeni vardır, yani haklı ve doğrudur” diye apolojisini yaptı. “Olmuş olan, olması gerekendir” noktasına savruldu. Bu da en berrak ifadesini 19. yüzyıl Prusya ve Alman milliyetçi-devletçi tarihçiliğinin historisizm (tarihselcilik) ideolojisinde buldu. Önce Bismarck’ın, sonra Hitler’in kuyruğuna takıldı.
Sol gibi Sağ da, din ile bilimi (tabii tersten) bir karşıtlık ve uzlaşmazlık içinde gördü. Sol bilimsellikten yer yer bilimperestliğe, bilim ve teknoloji fetişizmine (bilimi başlıbaşına bir dünya görüşü gibi idealize etmeye), bilim adına savunulan (veya savunulabilecek) her şeyi dayatma iradesine sıçrarken, Sağ ise tersine bilim korkusuna sürüklendi. Kutsal Kitapların literalist yorumlarına takıldı. Vahiy ve Yaradılışla çelişiyor diye, tek tek bilimsel kazanımları (astronomiyi, jeolojiyi, evrim teorisini, dinozorların varlığını) reddetme yoluna gitti. Solun bilim dışında her şeyi reddetme eğilimine karşı, Sağ, genel ve evrensel bir bilme yöntemi olarak dini (imanı, inancı) geri getirme ve bilimsel metodolojiye alternatif göstermenin yollarını aramaya koyuldu. Ancak bunun, vahye ve otoriteye dayalılık (yani “bu böyledir” demek) dışında bir temellendirmesi yapılamadı.
Bir yanda, mutlak Aklın devrimci taassubu ve otoritarizmi. Diğer yanda, Tarihin ve Kültürün (Geleneğin) muhafazakâr taassubu ve otoritarizmi. 20. yüzyıl tarihinde bunlar sıkça yaşandı. 21. yüzyıl başlarında da, en azından temayül olarak yaşanmaya devam ediyor.