Bazı kitaplar vardır, bir türlü içindeki hazineyi açmazlar; gizli bir güzellik taşıdıkları bellidir, yeterince sabrettiğinizde büyük ödüle ulaşacağınız kesindir ama cümleler uzadıkça uzar, düşünceler karmaşıklaştıkça karmaşıklaşır. Yazar adeta bir iç sıkıntısını bir türlü atamıyordur üzerinden ve buna bağlı olarak bölümler de bir türlü kendiliğinden yazılmışlığın o kısa süreliğine her şeyi unutturan etkisine ulaşamaz. Su gibi akmaz. Serinlik hissi vermez. Güzel bir manzara izliyormuşsunuz gibi kapılıp gitmenize yetmez. Sisli bir havanın verdiği hisse yakındır, belirsiz düşüncelerle kuşatılmış, az sonra açacak havayı beklemektesinizdir.
Ne var ki iyi bir okuyucuysanız, ne olursa olsun iyi kitabın değerinin sezgisel bir biçimde farkındasınızdır. Tıpkı derin düşünceleri olan bir insan hiç konuşmasa da bunu hissettiğiniz gibi hissedersiniz. Kitapların insanlara en çok benzediği zamanlar tam da böylesi bir kendini açamama halindeki anlardır. Kendini kolaylıkla açan insanlardansa zorlukla açan insanlara benzer kitaplar. En çok şey söyleyeni en ketum insanların elinden çıkar. Kitabın kendini açamadığı zamanlarda, insan olmanın gereği olarak, sizin onu anlamanız gereklidir. Bu sorumluluğu alan bir okursanız, herkes bir süre sonra kitabı elinden bıraksa da siz bırakmayacaksınızdır ve ne olursa olsun son cümlesine kadar okuyacaksınızdır. Çünkü bilirsiniz ki bütün gizli hazineler kendini sona saklar!
Brillaud’un, Burcu Tümkaya çevirisiyle bu yılın başında çıkan güzel kitabı, Basit Yaşama Felsefesi (kolektif kitap), kendini sona saklayan kitaplardan ama bunun nedeni başta belirttiğim bir iç sıkıntısı hali değil. Daha çok, ilk bölümlerde basit yaşamın ne olduğuna dair klasik felsefecilerin görüşlerine yer verme çabası. Kadim metinlere, büyük düşünürlere yer açarak önce onların ne dediklerine kulak verme çabası. Yazarın, büyüklere saygılı bir biçimde kendi sırasını beklemesi ve bu sıranın oldukça geç gelmesi. Nihayet sıra geldiğinde ise beklediğinize değdiğini hissettiren, hayatın yükünü hafifleten -ama basitleştirmeyen- akıcı düşüncelerle karşılaşıyorsunuz. Yazar bilerek sabrınızı denemiş de sadece iyi okurlarına gerçek düşüncelerini saklamış gibi bir hisse kapılıyorsunuz.
Brillaud, basit yaşamı, “tefekkür ve eylemin birliği” olarak alıyor (s.71). Diğer bir deyişle, basit yaşamak aslında basitçe, düşünerek yaşamak ve yaşayarak düşünmek anlamına geliyor. Modern yaşam tam da bu bağlantıyı hiç olmadığı kadar kestiği içindir ki her eylem olması gerekenden ağır, her düşünce bir türlü harekete geçemediğimiz birer ağırlık nedeni haline geliyor. “Basit yaşamda kişi eylem ve tefekkürüne dikkat kesilir; tefekkür ve eylemin birleştiği, birinin diğeri olmadan gerçekleşmediği, eylemin tefekkür ve tefekkürün eylem olduğu bir yaşamdır bu. İşte basit yaşam budur.” (s.71).
Basit yaşam, “neden” sorusunu sorduğumuz yaşamdır aynı zamanda. Yaptıklarımızı neden yaptığımızı ve yapmadıklarımızı neden yapmadığımızı ya da yapamadığımızı biliriz. “Öylesine,” sorgulamadan geldiği gibi bir yaşam, basit yaşamın zıddıdır. Hiç düşünülmeden yaşanan bir hayat, nedensiz ve dolayısıyla amaçsızdır. Yaşanmamış gibidir! Ne kadar uğraşırsak uğraşalım varacağımız yer, başladığımız yerdir. Ne kadar ilerlersek ilerleyelim aklımız hep çok geridedir.
Basitlik, yaşamın özünde saklı hazinenin gözümüzün önünde olduğu halde bir türlü göremediğimiz anahtarıdır. Deneyimin en yoğun halidir. Bu sayede, insanla yaşamın arasına hiçbir aracı girememekte, hiçbir düşünce dolayımdan geçmemekte, hiçbir teknoloji bizim yerimize hareket etmemektedir. Aşırı teknolojikleşmiş hayat, genellikle her şeyi basitleştirirken yaşamı basitlikten çıkarır ve insanı aşırı deneyimsizleştirir. “Walter Benjamin, kontrol edilmeyen teknolojik gelişmelerin deneyim yoksulluğuyla sonuçlanacağını ileri sürdü. Ne kadar ‘boğucu’ olursa olsun fikir çokluğu bile deneyim boşluğunu dolduramaz.” (s.135).
Buradan hareketle şunu bile söyleyebiliriz ki çoğu kez deneyim eksikliği ya da boşluğu, fikir çokluğunu yaratan şeydir. Boşlukta uçuşan fikirler, genellikle deneyim yokluğunun eseridir. Daha açık deyişle, hayatı ne kadar tecrübe edemez, yaşayamaz ve deneyimleyemezsek o denli havada uçuşan kelimelerden yardım umarız. Düşünce ve fikir bir tür modern hayatın aracısı teknolojiye dönüşür; yapmak istemediğimiz ve kendi başımıza yapamadığımız ne varsa bizim için yapabilecekmiş gibi gözükür. Hayatı olduğundan daha karmaşıklaştırarak gerçeği deneyime kapalı hale getirir. Oysa, “Basit bir yaşam, bir dizi sözcükle uzatılmaz; anda yaşanılır” (s.138).
Tüm bunlar nihayetinde bir yanılsamadır ve deneyim eksikliğinden kaynaklanan derin boşluğun ancak düşünceyle eylemin birleşmesiyle kapanabilecek basit bir reçetesi vardır. Düşüncesiz eylem ya da eylemsiz düşünce aynı boşlukta yok olup gitmeye mahkumdur, her ikisi de diğeri olmadan kendi başına var olamayacak yoksunluktadır. “Neticede deneyim yoksulluğu insanı varoluşsal bir yoksulluğa götürür.” (s.135).
Gerçek, hemen her zaman en basit haliyle karşımızdayken biz tam da onu göremediğimiz için karmaşıklaştırmayı seçeriz. “Gerçek yapısal olarak sürekli değişim halindedir, dışarıdan değiştirilemez ve basittir. Gelgelelim gerçeğin bu tanımı herkese uygun değildir. Gerçek yalnızca bir aracı varsa veya karmaşıksa katlanılır olur. Entelektüel merak ve gerçeğin sırlarına nüfuz etme arzusuyla gerçeği karmaşıklaştırırız. Karmaşıklaştırdığımız zaman ona esasında sahip olmadığı anlamlar yükleriz, onda bizden esirgediğine inandığımız sırlar buluruz. Fakat gerçeğin sırrı yoktur çünkü saklayacak bir şeyi yoktur.” (s.150).
Gerçeği neden görmeyiz peki? Apaçık ortadayken ve bütün basitliğiyle kendini ifşa etmekteyken? Bunun cevabı bir kez daha düşünceyle eylemin ve eylemle düşüncenin hiç olmadığı kadar koparılmış iki ayrı hattan ilerliyor oluşunda gizlidir. Bir taraftan, nedensiz düşünce düşüncesiz nedenler üretmekte ve gerçekliği kavranamaz derecede karmaşık hale getirmektedir. Diğer taraftan geniş kitleler modern hayatın olanca konforuyla yaşarken, eylem ve düşüncenin eylem kısmında takılı kalmakta, gerçekliğin kendi pratik hayatlarına temas etmeyen kısmını büsbütün kaçırmaktadırlar.
Basit yaşam, hayatın tamamına ortak olmak, düşünceyle eylemin ayrıştırılamazlığını kavrayarak yaşamaktır. Bu aynı zamanda insanın en politik halidir. Bu durum, her insanın her insanla en yakın ilişkide olduğu, dünyanın bir ucundaki tecrübeye diğer ucundakinin dahil olduğu, daha iyi bir yaşamın dürüstçe gerçeği görebildiğimizde mümkün olacağı bir zemin sunar. Politik olma, aynı ilkelerin hayatın her alanına hâkim olmasını isteyen bir enerji barındırır ve düşünceyle eylem ayrışmaz bir biçimde birleştiğinde, hayatın her alanı politikanın konusu haline gelir. Örneğin, “Kazançlı işlerini bırakıp daha az kazandıran fakat daha az stresli işlere geçenler belki de siyasi olarak aktif olduklarının farkında değillerdir.” (s.164).
Modern hayat, tam da düşünceyle eylemi ayırdığı için üretimle tüketimi, yaşamla deneyimi, insanla insanları birbirinden uzaklaştırmış ve hatta birbirlerine yabancılaştırmıştır. İnsanları hiç de ihtiyaç duymadıkları bir hayatı yaşamaya zorlamaktadır ve böylelikle tıpkı ihtiyaç duyulmadan alınan sayısız ürün gibi lüzumsuz bir ağırlıkla yaşamalarına neden olmakta, insanı siyasal bir varlık olmaktan çıkararak ezilmemek için ayakta durmaya çalışan zavallı tüketicilere dönüştürmektedir. Sistemin isteklerine uyuldukça en çok politik enerji kaybolup gitmektedir.
Bu nedenle denebilir ki basit yaşam, bütünüyle ihtiyacımız olanı yaşamakla ve geri kalanını reddetmekle elde edilen, politik bir karşı çıkış halidir. En sıradan alışkanlıklarımızda bile kendini gösterebilir. Örneğin gündelik alışverişlerimizdeki tutumlarımızla böylesi bir yaşamı yıkar ya da yeniden kurarız. “İhtiyaç duyulmayan ürünleri satın almamayı seçmek, zayıf bir sosyalleşme işareti değildir; süpermarketin reyonları arasında yürürken gerçekleştirilen ekonomik itaatsizlik ve politik direniş eylemidir. Basit yaşam aynı zamanda ortak ve tutarlı değerlere sahip maksatlı bir topluluğa katılmak demektir.” (s.164).
Basit yaşam, en basit insanın bile hiç de basit olmadığı, gerçeği bilebilir meziyetlerle donatıldığı basit gerçeğine dayanır.