Bazı insanlar hayatı boyunca neler yaptığından, nasıl yaşadığından çok nasıl öldüğüyle hatırlanıyor. İzini sürersen hazin, çoğu olağan dışı, ecelle, kaderle geçiştirilemeyen ölümcül hikâyeler. Toplumsal hafızaya nakşolan ya da bir an kolektif hafızaya ilişen ölümler de var. O “yâd”a, hakka, adalete ölünce bile kavuşamayanlar da.
Bazıları “karşı hafıza”nın baskısıyla, o olayın sınırlanması, değiştirilmesi, yok edilmesi çabalarıyla bir tür muharebeye dönüşüyor. Güncel, neredeyse “sıradan” yollarından birisi de “erişim yasakları”. Öyle müdahalelerle ölümlerin ardındaki gerçekler, iddialar arşivlerden kaybolunca, o siluet unutulunca kalsa kalsa usulca bir “Ah” geride…
Ölümlerdeki ilişki ağları
Yazılarım ara ara “Tarihte Bugün” babından sürüyor. Zira önüme çıkıyor, hafızamın borcu oluyor hatta. Çeyrek asır önce bugünlerde, 11 Mayıs 1998’de TRT İstanbul (öncesinde Ankara) Radyosu sanatçısı Sevim Tanürek’e Şişli’de -kaynaklara göre- yaya geçidinden geçerken bir araba çarptı. Beş gün komada kaldıktan sonra 64 yaşında veda etti hayata. Geriye çoğu 45’lik, 78’lik, birkaçı 33’lük plaklarla hoş bir seda kaldı.
Otomobili o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan kullanıyordu. Dönemin gazeteleri zincirleme iddialarla dolu… Birbirine bağlı, vahim iddiaların sıralandığı listeler. Sonuçta ailenin şikâyetini geri alması, o süreçteki gelişmeler, değişmelerle kapanıyor dosya. Lâkin iddiaların gölgesi o sürece de düşüyor. O iddialarla süreci saran, yöneten ilişki ağlarına…
“Aradığınız sayfa bulunamadı”
O kara olay, iddialar 20 yıl sonra, 2018’de Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin -Erdoğan’a cevaben- cümlesiyle gündeme geliyor: “İstersen gel bir de Sevim Tanürek cinayetini araştıralım. Açtırma ağzımı…”
Bu hatırlatmanın ardından “bir kısım” medyada “İnce’nin sözünü ettiği ‘Sevim Tanürek cinayeti’ nedir?” haberleri… Ve anında zincirleme erişim yasağı kararları. Bazı haberlerin linkine tıkladığında hâlâ karşında o mahut satırlar:
“Aradığınız sayfa bulunamadı… Sayfa kaldırılmış veya mahkeme kararı gereği zorunlu olarak yayından çıkarılmış olabilir.” Ardından da “Bunları okuyabilirsiniz” babından tesellisi; “En güncel haber ve yorumlara ulaşmak için ana sayfamızı ziyaret edebilirsiniz”. Eh, biz de onları okuyoruz.
Haber takibi de tehlikeli
Artık Tanürek de ölümüyle hatırlanıyor, nihayetinde 8/8 kusurlu bulunduğu o kazayla… Ki o “karar” da tıpkı kaza anından sonrasındaki gelişmelere kadar uzanan koyu soru işaretleriyle, iddialarla kararmış. Hep öyle böyle olaylar. İddiaların, gerçeklerin, engellemelerin biriktiği kara bulutların arasında… Hava kolayından ay-dın-la-na-mı-yor.
İstanbul’da 1 Mart’ta Oğuz Murat Aci’yi öldüren “kaza”nın karanlık ilişki ağları hâlâ güncel mesela. Aci’ya çarpıp kaçtıktan sonra soluğu annesiyle ABD’de alan ehliyetsiz sürücünün haber yapılmaması için kurulan/kullanılan ilişki ağının, o gücün, pervasızlığın kayıtları bugün ortalıkta.
Telefonla “haberi yapmaması” için aranan, o konuşması yayınlanan, haberi sansürlenen gazeteci Rojda Altıntaş da DHA’dan istifa ediyor. Sosyal medyada istifa açıklamasındaki cümle kalıyor geriye: “Yaşadığım bu sürecin ne kadar zor olduğunu anlatmak benim için gerçekten güç…”
Öldükleri zaman, öldükleri için haberlere ara başlık olan, hayatlarıyla değil ölümleriyle anılan insanların ülkesinde Aci’nin hayatını kaybettiği kazada dört de yaralı var. Ne oldular, hayatlarına nasıl, hangi koşullarda devam ettiler; bedensel engellerle mi, yaşamlarını sınırlayan dezavantajlarla mı… Belirsiz, haber takibi gereksiz. Bazen de fevkalâde tehlikeli.
Bir “düzen”in kazaları…
Meydana gelmesinde, sonraki sürecinde ortaya çıkan, iddialara konu olan emniyetten adliyeye, “resmi açıklamalar”dan medyaya, siyasete, “ekonomi”ye uzanan skandallarıyla, ilişki ağlarıyla bir “düzen”in etkili olduğu böyle kazalarda, olaylarda hayatını kaybedenlerin toplu mezarlığı bu ülke. Helikopter, uçak kazalarına kadar uzanıyor öyle düzenlerde “gayet mâkul” görünen ölümcül iddiaların kara gölgesi. Bazısı da madenlerde, “doğal âfet”le üzeri örtülen depremlerde gömülüyor.
Böyle ölümlerin haber şablonu da dar çoğu kez. Ona uyuyorsa giriyor ölenin hayatına dair kısa, o ölüm vesilesiyle “haber değerindeki” hikâyeler. Yoksa birkaç satır. İnternetin arama motoruna “Sevim Tanürek” yazınca, ardından “röportaj” kelimesini ekleyip aratınca da sayfalar ölümüyle açılıyor. “Görsel”lere adını yazdığımda da oraya haberlerin yasaklardan geriye kalan kupürleri yığılmış. Bakıyorum… Ne kadar az fotoğrafı var.
Konservatuvarın ardından sınavla Ankara Radyosu’na girmiş. Sonra İstanbul… İlk konserine abiye kıyafeti olmadığı için Sabite Tur’un mavi tuvaletiyle çıkıyor. Sazendeleri arasında Yorgo Bacanoslar, Selahattin Pınarlar… Oğlu Cavit’e “Caci” diye seslenirmiş… Onunla sahneye de çıkmış bir konserinde. Başka bilgilere, anılara erişemiyorum. Arama cümlelerimi değiştirdiğimde karşımda yine “Bazı sonuçlar, yerel yasalar uyarınca kaldırılmış olabilir”.
Hikâyesine eklenen Hazinses
Ben Tanürek’i ismiyle, gerisi hayal meyal hatırlıyordum. O dönem -yeni- Klasik Türk Müziği’ne, “Sanat Müziği”ne ya da onun şarkılarına yakın olmadığım için belki. YouTube’a baktığımda en çok dinlenen (115 bin) 45’liği “Derdimi Kimlere Desem (Dinleyen Beni Dağlar)”: “Ah ah yanıyorum /Vah vah ölüyorum /(…) Dinleyin beni ey dağlar /Ses verin bu yaralıya /Gören ağlar duyan yanar /Böyle bahtı karalıya.”
Daha sonra Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses de söylüyor. Güftesinin, bestesinin sinema sanatçısı, bestekâr Sami Hazinses’e ait olduğunu öğrendiğimde hüznü katmanlaşıyor hikâyenin. Başka hazin sayfalar açılıyor ekranımda.
O da asıl kimliğine öldükten sonra kavuşanlardan… Diyarbakır’ın Kırkpınar Köyü’nde (kadim adı Herêdân) doğan Hazinses’in adını kulağına fısıldamış ailesi: “Samuel Agop Uluçyan.” Ermeni olduğunu gizlemeye çalışıyor hayatı boyunca. Nadir röportajlarından birisinde kimliğini neden gizlediği sorulunca “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum. Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, şimdi boş ver” demiş. (¹)
Adını yitirenlerin yuvası
1925’de doğmuş, 1947’de Diyarbakır Musiki Cemiyeti’ne gitmiş. Bir süre sonra Diyarbakır, köyü ona dar gelmiş. Gönlü daralmış yaşadıklarıyla… Yazar “Şeyhmus Diken’in aktardığına göre imkansız aşkı Gül’e kavuşma umudu kalmadığı, başka bir rivayete göre de kız kardeşi Viktorya’nın sevdiğiyle evlenmesine izin vermeyen babasına kızdığı için” İstanbul’un yolunu tutmuş. Diyarbakır’daki saz arkadaşı Sobacı Antranik’le birlikte… (Fotoğrafta Hazinses Diyarbakır’da, kemanda Hüsnü İpekçi, cümbüşte Sobacı Antranik’le… DİTAV Arşivi.)
İstanbul’da kendisi gibi asıl adlarını kullan(a)mayan yoksul bir Ermeni ailesinin çocuğu Danyal Topatan (Danyel Bayri) ve Vahi Öz’le (Vahe Özenyan) birlikte aynı eve yerleşmiş. Aşk orada da takip etmiş Hazinses’i… “Bildiğimiz son aşkı” karşılıksız kalmasa da bedeli işini kaybetmesi.
Setlerde tanıştığı Yeşilçam’ın bir oyuncusuna âşık. Ona şiirler yazmış, besteler yapmış. Lâkin o kadın Yeşilçam’ın o dönem en çok film üreten yapımcılarından birisinin sevgilisi. Durumu öğrenince Hazinses’i kara listeye almış, setlerin kapısı ona kapanmış.
“Olur mu böyle, olur mu”
Yüzlerce filmde rol alsa da, “Şoför Nebahat” gibi birçok filmin müziğini yapsa da… 1990’lı yıllarda Yeşilçam onu da unutmuş tabii. Bir zamanlar en çok gişe yapan filmlerin “üç beş kuruşa” demirbaşı, aslında yıldızı olan diğer “karakter”leri gibi o da yoksullukla, yalnızlıkla boğuşmuş, öyle ölmüş çoğu. Ne rol teklif eden var, ne onca sözüyle, bestesiyle yaptığı şarkılarda adına itibar.
Ardından hastalıklar… Kadim arkadaşı Danyal Topatan’ın 1995’de, 59 yaşında ölmesi çok sarsmış onu. Nebil Özgentürk’ün 5 Ekim 1995’de Sabah Gazetesi’nde aktardığına göre şöyle hayıflanmış: “Yapayalnız açlık içinde öldü. Cenazesi bile bomboştu. Nasıl da üzülmüştüm. Bu vefasızlığa çok kahroluyorum. Olur mu böyle şey, olur mu? Biz vatan haini miyiz?”
“Söyledim ve ruhumu kurtardım”
Zaman geçmiş… “Üzerinde yerlerde sürünen bir siyah palto, ayağında eski bir ayakkabı, soğuk bir kış günü sokakta yürürken, düşüp kalça kemiğini kırmış”. Sonrasında toparlanamamış, 2002’de o yoksul, zorlu, yalnız hayatın çemberinde vermiş son nefesini. Akıbeti, belki öldüğü için seslendirmediği sözler muhtemelen Topatan’ın ardından yakınmasından farklı olmamış.
Orhan Yalçın Gültekin’in 23 Ağustos 2013’de Simurg’da yayınlanan yazısının finalindeki cümlesi tamamlıyor sanki hikâyesini: “Yıllar yılı Yeşilçam’da Samuel Agop Uluçyan‘ı seyrettik; çok iyi Sami Hazinses rolü oynardı”. (Simurg’un kuşlu logosundaki o epigraf da aklımda: “Söyledim ve ruhumu kurtardım”)
“Ya bir şarkı, ya bir dua…”
Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nde yapılan törenin ardından Hasanpaşa Ermeni Mezarlığı’na defnedilmiş. Mezarlıktaki törende Yeşilçam’daki bir kaç dostu dışında kimse yok. Öyle olur o hayatın o “aktör”lerinin cenazeleri…
Gitmeye -bir an- niyet edenin de vefasızlığı, orada karşılaşması muhtemel bakışların ağırlığı yük oluyor belki sırtına. Mezarlıkta açmıyor solan, kuruyan vefa çiçeği… Kimliğine, Samuel Agop adındaki o çocuğa, o yalnız ölümle, mezar taşında kavuşmuş yeniden. Annemin mezarındaki sözler, cümlesini hayatının kurduğu o vasiyet oraya da değer belki: “Ya bir şarkı, ya bir dua…”
ADI OLAYLARDA ANILAN KÖY DE BAHTSIZ
Hazinses’in köyü Herêdân (Kırkpınar) öğretmen, gazeteci, yazar, Aras Yayıncılık’ın kurucularından Mıgırdiç Margosyan ve ses sanatçısı, besteci Bedri Ayseli’nin de doğduğu yer. Yeşiliyle, pınarı, çeşmeleri, lezzetiyle ünlü Meleni suyuyla da o “cennet gibi” köyde Kürtlerle Ermeniler yüzlerce yıllık geçmişin huzurlu, kültürüyle de zengin coğrafyasında, camisi, kilisesinde birlikte yaşıyor.
Köyün kervansarayı bile var. Ermeniler arasında o güzelliğe, gelişmişliğe dayalı “Ermenistan’da Erivan, Anadolu’da Herêdân” deyişiyle de biliniyor. Lâkin geçen yıllarla o köyde Kürtlerle Ermenilerin birlikte yaşaması kendinde felâket habercisi…
Önce 1915 kıyımı vuruyor oraya (da)… Sürgünlerle, baskılarla saklanan, kimliğini değiştiren, Müslüman olan birkaç kişi dışında Ermeni kalmıyor köyde. Giderken Ziyar Deresi’nde mola veren Ermenileri ise bir daha gören olmuyor. Çoğunun katledildiği rivayeti dolaşıyor köyde.
Kilise yıkılıyor tarla oluyor, Ermenilerin evleri kapanın elinde kalıyor. O süreçte köyün vakanüvisti, yaşayan tarihi Derviş Miho kızıyor, yalvarıyor hemşerilerine: “Bu zulüm arazisidir, nasıl eker biçeriz? Günah değil mi, ayıp değil mi? Bırakın boş kalsın, ibret-i âlem olsun. Ne ben, ne de ailemden hiç kimse, hiçbir zaman katledilen komşularımızın arazisini ekeceğiz.”
Kıyımlarda bir teferruat
Canlarını kurtarıp Diyarbakır’da yaşamlarına devam eden Mıgırdiç Margosyan’ın annesi “Hıno”nun yaktığı Kürtçe ağıt da tercüman o acılara: Herêdân’da yaşam “berdan, berdan” yani parça, parça olmuş. Oysa “baba ocağı, ana kucağı”ydı yüzyıllardır…
Kürtlerin de sırası önce 12 Eylül darbesiyle, ardından 1990’larla geliyor. Köyle ilgili haberler gazetelere “Diyarbakır kırsalında meydana gelen çatışmada … terörist ölü olarak ele geçirildi” başlıklarıyla giriyor artık. Ardından Herêdân “boşaltılan köyler” listesinde bir teferruat. Erişemezsin kolay kolay.
Yıllar sonra bazı Herêdânlılar köylerine dönmeye başlıyor. “Bir kısmı evleri onarıyor, bir kısmı da yıkılmamış duvarların dibine yaptıkları barakalarda, çadırlarda yaşıyor. Köyün şimdilik okulu, suyu, elektriği, telefonu hattâ asfalt yolu yok. Ama bu durumda bile köyde yaşayanların ümitleri kırılmamış”. Köyün su ihtiyacı hâlâ Ermeni Çeşmesi’nden.
(¹) Süleyman Çeliker, “Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu: Sami Hazinses”, Gazete Duvar, 27 Ağustos Cumartesi 2016. (Yazımdaki Hazinses’in hayatına dair bilgileri oradan aldım.)
(²) Zülfük Kışanak “Herêdân, Berdan Berdan Olan Cennet Bahçesi”, Chronicle Dergisi, 1 Ocak 2005.