[1-2 Haziran 2024] Yıllardır Ömer Seyfettin’le uğraşıyorum. Hem, zamanında Türklerin yaşadığı büyük acılar bağlamında. Hem, bunlara tepki içinde geliştirdiği amansız, Sosyal Darwinist İttihatçı milliyetçiliği bağlamında. Bir türlü bitirip kitaplaştıramadım. Ama şu 2024-2025 yılında başaracağımı umuyorum.
İki grup hikâyesinde, sürekli Türkçülük mesajları verir. Birinde, “sosyal zaman”da (Michael Herzfeld: social time) Türkler sürekli mağdur ve kurbandır. Rakip Balkan milliyetçilerinden çekmedikleri kalmaz (Nakarat, Hürriyet Bayrakları, Tuhaf Bir Zulüm, Beyaz Lâle). Diğerinde, 16. yüzyılın “anıtsal zaman”ında (Herzfeld: monumental time) Türkler hep muzafferdir. Ömer Seyfettin’in asla Osmanlı değil daima Türk dediği kahramanları, olağanüstü zorlukların üstesinden akıl, zekâ, tabii cesaret ve devlete yüzde yüz sadakatle gelir (Ferman, Teselli, Kütük, Vire, Teke Tek, Pembe İncili Kaftan). 1917’de yazdığı Eski Kahramanlar dizisiyle Ömer Seyfettin, cihan harbi Merkez Devletleri (ve tabii İttihatçılar) için kötüye giderken, bakın geçmişte, Süleyman çağında nasıl başardık, şimdi gene yapabiliriz… dercesine çare arar.
Bomba diye bir hikâyesi var. Konusu itibariyle birinci grupta yer alır. 20. yüzyıl başları için çağdaş denebilecek mağduriyet (ve nefret) öykülerindendir. İlk bakışta zordur bunu kavramak, çünkü içinde hiç Türk yoktur; Türkler bir hayalet gibi, sadece satır aralarında gezinir. Ötekilerin, düşmanların varlığı ve eylemleridir ki, Türkleri imâ eder. IMRO’nun muhtemelen Vırhovist fraksiyonu komitacılarının (bkz Eşkiyadan, kuvayı milliyelere, 21 Mayıs 2024), Raçov, Pançe ve Sandre’nin kendileri gibi etnik Bulgar ama kralcı-milliyetçi olmayan, bu anlamda aykırı Makedonyalılara reva gördükleri zulüm, (mealen) “soydaşlarına bunları yapabiliyorlarsa ‘biz Türklere’ neler yapmazlar ki” dedirtir.
Baştan ve sırasıyla anlatayım. Mekân, Berlin Makedonyası: 1878 Ayastefanos Antlaşmasıyla büyük Bulgar İmparatorluğu’na verilmişken, aynı yıl içinde Berlin Antlaşmasıyla Bulgaristan’dan alınıp Osmanlı’ya geri verilmiş — ve derhal, Bulgar, Sırp ve Yunan irredantizmlerinin birbirleriyle ve Osmanlı devletiyle kapışma, boğuşma alanı haline gelmiş. Zaman 1908-1912 arası, yani “Hürriyet” dönemi. Jön Türk Devrimi sonrası, ama söz konusu milliyetçilikler boğazlaşması, henüz Balkan Savaşlarına dönüşmemiş.
Realite: Yeni Balkan ulus-devletlerinin hepsi, kendi “komita” ve “komitacı”larını besliyor ve destekliyor Makedonya’da. Hepsinin orada “soydaş” ve/ya “dindaş”ları var: dış Sırplar, dış Yunanlılar, dış Bulgarlar; ulus-devlet kurulurken şu veya bu nedenle dışarıda kalmış olanlar. Kulağa tanıdık geliyor mu? Hepsi, bu ilk küçük ulus-devlet çekirdeğinden daha büyüğüne geçmeyi amaçlıyor. Herkesin bir megali idea’sı var. Kimi Bizansı, kimi İvan Asen zamanındaki şekliyle Ortaçağ Bulgar hanlığını, kimi Stefan Duşan’ın imparatorluğunu canlandırmayı, kimi de Osmanlının çöküşünü durduramazken Büyük Turan’ı kurmayı amaçlıyor. İlk üçü para, silâh, cephane ve tabii insan sızdırıyor sınırlarından içeri. Siyasî kadrolar, yöneticiler, örgütçüler, savaşçılar. Gündüz dağlara, ormanlara çekiliyor, gece ovaya iniyor, köylerden haraç topluyor, baskınlar düzenliyorlar. Anavatan, üs veya cephe gerisi konumunda. Kâh sıkışınca kaçıp sığınıyor, kâh eğitilip geri yollanıyorlar.
Yordan Piperkata, tam bu gidiş-gelişlerin adamı. Bulgarların ulusal kahramanlarından. En tepede, solda kendisini, sağda küçük müfrezesini görüyorsunuz. Bugünkü adıyla Kuzey Makedonya’da, Koziçe’de doğuyor. Yoksul bir ailenin çocuğu. Sofya’ya taşındıklarında, Berlin Antlaşması’na (Makedonya’nın Osmanlılara iadesine) karşı patlak veren 1878-1879 Kresna-Razlog ayaklanmasının savaşçılarıyla tanışıyor. Dâvâyı benimsiyor. 1895’ten itibaren, Yüksek Makedonya Komitesi’nin çetelerinde aktif. Yerel bir Türk beyini katlediyorlar. Kaçıp Bulgaristan’a dönüyor. Haziran 1900’de, Mirçe Atsev’in birliğiyle tekrar Makedonya’ya giriyor. Kruşevo yöresinde kendi müfrezesini kuruyor. Giriş çıkışlarının haddi hesabı yok. İlinden ayaklanmasına katılıyor. Osmanlılar bir köyü yakıyor. Piperkata üç savaşçısıyle birlikte keşfe gidiyor. Pusuya düşüyor ve öldürülüyor. Yerine yardımcısı, Bulgar ordusu subaylarından Dimitar Deçev geçiyor. Piperkata, (Ömer Seyfettin’in Nakarat’ında adı geçen) Velmefçe köyü yakınlarında bir tepeye gömülüyor.
Kurmaca: Boris ve Magda, bu kanlı Makedonya’nın bir köyünde, genç bir karı koca. Boris bir İkinci Enternasyonal sosyalisti. Henüz 1917 Ekim, Bolşevizm ve Üçüncü (Komünist) Enternasyonal mevcut değil.Dolayısıyla barışçı, hümanist, demokratik bir sosyalizm söz konusu. Gerçi Ömer Seyfettin bundan da hoşnutsuz. Sert bir milliyetçi olarak, sosyalizmin eşitlikçiliğine değil, öncelikle enternasyonalizmi ve hümanizmine (insaniyetçiliğine) karşı. Bu, Tuhaf Bir Zulüm hikâyesinde daha net. Ne ki Bomba’da, Boris ve Magda masum ve mazlum bir çift. Yazarın bütün kurgusu, fazla üzerlerine gitmemeyi gerektiriyor. Onun için, bunun güzel bir hayalden ibaret olduğunu gene onlara (ve defalarca) söylettirmekle yetiniyor.
Daha ilk sayfalarda öğreniyoruz ki Boris 1908 öncesi dağa çıkmış, sonra 1908 Devrimi ve afla dağdan inip köyüne yerleşmiş (bu aşama, Abdülhamit rejimine karşı bütün etnik grupların ortak demokratik mücadelesi olarak kategorize edilebildiği için, Ömer Seyfettin tarafından kötülenmiyor; sadece kaydedilip geçiliyor). Evine dönen Boris, köyün öğretmeni Magda ile evlenmiş. Birbirlerine çok âşıklar; Magda hamile, yakında doğuracak. Fakat her şey bıçak sırtında. Boris bir süredir komitacılardan tehdit mektupları almakta. “Ey dinsiz Boris” diyorlar, “vaktiyle dağlardan neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin. Vatanımızın düşmanısın! [Bize katılmazsan ve Büyük Vatan için çalışmazsan] Bil ki o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz.”
Kendilerinden bilmediklerinin bu yolla idamı, IMRO’nun yaygın olarak kullandığı bir yöntem. Evet, gerçekten öyle. Boris de korkuyor, ciddiye alıyor. Amerika’ya göçmeyi tasarlıyor. Babası, ihtiyar Stoyan’la birlikte gizlice herşeylerini satıp 800 lira biriktiriyorlar. Hikâyenin seyri içinde, Magda’nın soruları ve Boris’in cevaplarından öğreniyoruz ki, bu aslında son geceleri. Hemen ertesi gün yola çıkacaklar.
Amerika’ya göç, tabii çok yaygın o dönemde. Eski Kıta’nın kâh iktisaden geri, kâh katı monarşik ve aristokratik sınıf hiyerarşileri altında ezilen, kâh çatışmalarla sarsılan bölge ve yörelerinden (İskandinavya’dan, İrlanda’dan, İtalya’nın güneyinden, Yunanistan’dan, Doğu Avrupa’dan) göçmen akıyor, transatlantiklerin ucuz koğuş/güverte biletleriyle, New York limanındaki Hürriyet Heykeli’ne: “Yoksullarınızı, tükenmişlerinizi verin bana, / Birbirine sarılmış kitlelerinizi, özgürlüğü solumak isteyen, / Kalabalık kıyılarınızın perişan safrasını.” (Give me your tired, your poor, / Your huddled masses yearning to breathe free, / The wretched refuse of your teeming shore.) Ama herkes hoşlanmıyor, Emma Lazarus’un ünlü şiirinin dâvetine böyle icabet edilmesinden. Ömer Seyfettin gibi tutkulu, doktriner milliyetçiler için bu, dâvâyı ve görevi terk anlamına gelebiliyor. Bunu Nakarat’ta çok net söylüyor, bir ara Bulgar kızı Rada ile Amerika’ya kaçma hayalleri kuran isimsiz teğmen için. Orada, ülküsüz ferdiyetçilik (yani İttihatçılığın nefret ettiği liberalizm) bir ihanet tasavvuruna varıyor. Bomba’da ise, Boris ve Magda’yı mutlak masum ve mazlum diye konumlandırdığından, sosyalizm ve enternasyonalizm konusunda olduğu gibi Amerika konusunda da, ideolojik karşıtlığını bastırıyor, kamufle ediyor. Ama Ömer Seyfettin tutarlı olacaksa, ya da biz Nakarat ile Bomba’yı yanyana koyacaksak, milliyetçiliğin gözünde, kendi millî dâvâsına yan çizmek (şuursuzluk) bakımından isimsiz Osmanlı teğmeni ile Boris’in pek farklı olmaması gerekiyor.
Her neyse. Bu muhayyel yolculuk hiç gerçekleşmiyor, çünkü komitacılar çıkageliyor o sırada. Komşunun kızı gelip bizim evdeler, Boris’i çağırıyorlar diyor. Kaptan Raçov, Pançe, Sandre – yörenin en korkunç, dehşet salan isimleri. (Yordan Piperkata’ların fiktif karşılıkları.) Magda yalvarıyor Boris’e, gitme diye. Boris hep iyimser; giderim ve konuşur, ikna ederim hayali içinde gidiyor. Saatler geçiyor; herhalde o sırada Boris’i önce işkenceyle konuşturuyor, sonra da öldürüyorlar. Ama henüz bilmiyoruz bunu; hikâyenin sonunda öğreneceğiz. Boris gelmiyor ama üçlü çete geliyor. 800 lirayı (her nasılsa) öğrenmişler; bir yandan “Boris gelecek” vaadiyle Magda üzerinden, diğer yandan işkence (ayaklarını ateşte kızartma) tehdidiyle, Baba Stoyan’a paraları çıkarttırmayı başarıyorlar. Sonra haydi eğlenelim diyor; içmeye ve zorla oynattıkları Magda’ya cinsel tâcizi tırmandırmaya başlıyorlar. Feci, iğrenç bir sahne. Tecavüzün kıyısına gelmişken, horozlar ötmeye başlıyor. Şafak sökecek; dağlara çekilmeleri lâzım. Giderken Magda’ya, artık sen de bizden oldun, bu bombayı bizim için sakla diye bir paket veriyorlar. Uzaklardan sesleniyorlar, Magda bombana iyi bak, patlamasın diye. Magda şüphelenip açıyor; kat kat kanlı sargılar içinden Boris’in kesik başı çıkıyor.
Mesaj? Intentio auctoris (yazarın kastı, niyeti) çok açık. Bulgar milliyetçileri, son derece kötü insanlar. Hepsi birer canavar (onlara kahraman, bize canavar). Zalim, kıyıcı, sadist, sapık, gaddar. Ömer Seyfettin onların vahşetini doğrudan Türkler üzerinden değil, kendilerinden olmayan Bulgarlar üzerinden sergiliyor. Daha en başta söylediğim gibi, birbirlerine bunu yaparlarsa bize ne yapmazlar… demeye getiriyor.
Intentio lectoris (okuyucun niyeti, yorumu, ne anladığı), yazarınkiyle aynı olmak zorunda değil. Ömer Seyfettin kendi çağında sırf zalim “öteki”ni ve mazlum “biz”i görüyor. Kendi millî dâvâsının peşinde. Karşılaştırmalı milliyetçilik çalışmaları (comparative nationalism studies), umurunda değil. Ama yüz küsur yıl sonra bugün, onun aklına gelmeyen soruları biz sorabiliriz, çağdaş tarihçiler olarak. Ömer Seyfettin, herhalde hiç farkına varmaksızın, bize tek bir milliyetçiliğin alan hâkimiyeti ve ideo-politik hegemonya mücadelesi örneğini sunuyor. Kolay yapıyor bunu, çünkü “onlar” düşman, düşmanımız. Ama milliyetçilikler dünyası, sırf 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarının Bulgar milliyetçiliğinden mi ibaret? Bu dizinin ilk başında (bkz Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri, 30 Nisan 2024) sormuştum: ister milliyetçi, ister sosyalist veya komünist; kendilerince kutsal dâvâlar uğrunda savaşan bütün silâhlı millî kurtuluş hareketleri, hep aynı hegemonya peşinde koşmaz mı? Kızılordu. Viet Minh. FLN (Cezayir). ANC, Umkhonto we Sizwe (Güney Afrika). Haganah. İrgun. PKK. Yöntemlerinin ne kadar benzeşebileceğini de göstermiştim sanıyorum.
Unutmayalım; buralara Yıldıray Oğur’un bir yazısından geldik. Kuvayı Milliye kahramanlarından Demirci Mehmet Efe’nin Denizli katliamını anlatıyordu. Bu çerçevede, şöyle düşünelim. Yıl 1911 değil 1921. Mekân Makedonya değil Yunan işgalindeki Batı Anadolu. Ege bölgesinde bir köy. Genç bir çift; adam sosyalist-pasifist, savaşmak da istemiyor, Kuvayı Milliye’ye “bağış” vermek de. Beğendiğimden söylemiyorum; benim tutumum değil (1919-1922’de yaşasaydım, herhalde Nâzım’ın öğretmenliği bırakıp orduya gönüllü yazılan solcu ihtiyat zabiti Nurettin Eşfak olurdum). Sadece farazî bir örnek olarak zikrediyorum. Yani Boris ve Magda’nın Türk karşılıkları. Başlarına ne gelirdi acaba?