Alper Görmüş’ün Aralık 2009’da Yeni Aktüel dergisinde yayınlanmış “Yılmaz Özdil: İzmirizm’in yetkin ideologu” başlıklı portresinin bir kısmını yeniden yayınlıyoruz.
Türkiye’nin “ikinci sınıf” vatandaşlarının “öz ve eşit vatandaşlık” yönündeki talepleri arttıkça, okumuş-yazmış “kentli-laik-modern” orta sınıfların onlara tahammülleri de azalıyor. Artık deniz bitti. Kendisiyle eşit olmadığını bilen ve bunu kabul eden işçinin patronuyla eşitlik talebinde bulunması durumunda başına ne geliyorsa, şimdi Kürtlerin ve dindarların başına da o geliyor: “Kentli-laik-modern-Türk” orta sınıflar bir yandan “biz eşit olamayız” şarkısını söylerken, bir yandan da “Eşitlik isterseniz, sevgiden de mahrum kalırsınız, horlanırsınız, hakarete uğrarsınız” anlamına gelen “taş devri” uygulamaları başlatıyorlar.
Ben, bu duygu-düşünce-eylem bütününü, onun bütün özellikleriyle en iyi temsil edildiği şehrimizin adından türettiğim “İzmirizm” sözcüğüyle karşılamayı uygun buluyorum.
Süfli, militan bir elitizm…
Ben bir “İzmirist” olsam, Yılmaz Özdil’in “ideolojimiz” için yapıp ettikleri karşısında büyük bir minnettarlık duyar, ona büyük bir sevgi ve saygı beslerdim. Nitekim öyle oluyor, onun fikirlerine ve yazarlığına dair övgülerin ardı arkası kesilmiyor. Gelin şimdi yazılarının arasında bir tur atarak Özdil’in entelektüel ve ruhsal bir portresini çıkartalım; böylece bir taşla iki kuş vurmuş, aynı anda “İzmirizm”in nasıl bir ideoloji olduğuna da bakmış olacağız.
Kendisi gibi düşünmeyeni, kendisi gibi hissetmeyeni, kendisi gibi yaşamayanı kendisine benzetmeyi hak ve hatta görev sayan süfli, militan bir elitizm… Bana, “Yılmaz Özdil’in fikriyatını ve ruhunu bir cümleyle anlatabilir misin?” diye sorsanız, işte size vereceğim cevap bu olur.
Yılmaz Özdil’in elitizminin pasif (aristokratça) bir elitizm olmadığını özenle belirtmeliyim, zaten “militan” kelimesini de bu nedenle kullandım. Savaşçı bir elitizm bu; yeri geldiğinde küçümsemeyi, hakareti kullanmaktan, yetmediğinde şiddeti bir araç olarak önermekten çekinmeyen bir elitizm…
Bir de “süfli” dedim; evet, çünkü Yılmaz Özdil bu araçları kullanıp birilerini “adam etmeye” çalışırken, “Asacaksın üç beşini, bak bakalım ondan sonra…” düzeyini aşmayan bir kahve popülizminin sınırları içinde hareket ediyor.
PKK’nın Taksim alanına bomba gizleme ihtimali nedeniyle iptal edilse de, yılbaşı kutlaması için Taksim’e çıkıp yabancı turist kadınlara karşı utanç verici erkeklik gösterilerinden vazgeçmeyenlerle ilgili olarak şöyle yazmıştı mesela:
“Taksim’e dönersek… Bakıyorum o güruha… Terör örgütü ‘bomba koymasın’ diye o kadar çaba harcamasa mıydık acaba? Ölü sayısı çok olurdu ama… ‘Kaybımız’ pek olmazdı galiba.”
Bir tarihte de Diyarbakır’daki gösterilere tazyikli suyla müdahale eden emniyet güçlerini de şu tarzda eleştirmişti:
“Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne bu ay Diyarbakır İtfaiyesi’nden daha yüklü fatura gelecek. Çünkü habire su sıkıyorlar. (…) Sorun ekonomik falan değildir. Sorun, bunların avukatı AB’nin tespit ettiği gibi ‘ana dilde eğitim’ sorunudur. Anladıkları dilden konuş, bak sorun morun kalıyor mu ortada…”
Yazının başlığı da “ana dil”, iyi mi?
Milliyetçiliği de süfli…
“Türk”ten gayrısının derdine bırakın dert ortağı olmayı, o dertlerden bir tür neşe ve “dalga” üreten en süfli bir milliyetçiliğin temsilcisi… Hele ki “biz”e bir “yamuk” varsa, kim tutar artık onu.
Fransa’nın alt üst olduğu “göçmen isyanı”nda şöyle yazmıştı:
“Neymiş, otomobilleri yanıyormuş. Ermeni İtfaiyesi’ne haber verin kardeşim…”
Rusya, Ukrayna’ya doğal gaz sevkiyatını kestiğinde de, “Koca ülke karakış ortasında donma tehlikesiyle karşı karşıya” tespitini yaptıktan sonra “Ukrayna için üzülecek halimiz yok, ne halleri varsa görsünler” diyebilmişti. (Kafamda kalanı yazmadım, kelimesi kelimesine böyle.)
Şimdiye kadar açıkça yazmadı ama, galiba seçimlere “sıradan halk”tan birilerinin katılmasından da hoşlanmıyor. Dünyadaki devletten (tercihan “teşkilattan”) gelen oturaklı başbakan ve cumhurbaşkanlarını peş peşe dizip, Türkiye’nin başında “İETT Teşkilatından” birinin bulunmasına yazıklanmasını ben başka türlü yorumlayamadım:
“Vladimir Putin… KGB casusuydu. İlham Aliyev… Koltuğu babasından aldı. Babası KGB generaliydi. Mahmud Ahmedinejad… Pastaran’dı. Devrim muhafızı… Irak’ta, özellikle Kerkük’te gizli operasyonlar yürüttü.
George Bush… Babasının oğlu. Babası hem ABD başkanıydı. Hem CIA başkanıydı. Beşar Esad… Koltuğu babasından aldı. Amcası El-Muhaberat başkanıydı. Tzipi Livni… İsrail Dışişleri Bakanı. Mossad casusuydu. Ekip bu.
Bizimki hangi teşkilattandı? İETT.”
Kısa ve zor yazıların üstadı?
Gazetenin biri, vakt-i zamanında edebiyatçı Nurullah Ataç’a “köşe” yazması için teklifte bulunmuş. Ataç, birkaç gün düşündükten sonra müspet cevap vermiş gazeteye… Ücretini de kendisi belirlemiş: “Kısa yazmam isteniyorsa yazı başına 10 lira isterim, ‘uzun da olabilir’ diyorsanız, yazı başına 5 lira yeter!”
Kısa yazı yazmanın, uzununa kıyasla çok daha meşakkatli bir süreç olduğunu bundan daha iyi ne anlatabilir, bilmiyorum. Fakat Ataç’ın bununla, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil gibilerin yazdığı şeyleri kast etmediğine adım gibi eminim.
Böylece geldik, Yılmaz Özdil’in “muazzam yazarlığı”na… Hep söyledim, bu türden “laf olsun torba dolsun”cu yazarlık, ülkenin derin bir biçimde kutuplaşmış olmasından nemalanıyor. Sizin kesimin yazarı, karşı taraftan birine kelime oyunu yaparak, kelimeleri kesip biçerek bir laf oturtacak, böylece sizin de yüreğiniz yağ bağlayacak… Böyle bir okur kitlesi, “düşman” bellediği siyasetçilere “çakan” yazarların şeyinde şey bulur, onları göklere çıkartır.
Müritlerinin, hayranlıklarını “Bir konu bu kadar mı sade, net, vurucu ifade edilir…” gibi cümlelerle dile getirdikleri bir yazısını hatırlıyorum…
Yazıda önce dünya çapında ün kazanmış, buluş sahibi Türk bilim adamları tek tek sıralanıyor, vurucu darbe son paragrafta geliyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanı, ‘keneden korunmak için pantolon paçalarını çoraba sokun’ dedi.”
Bu yazı “İzmirizm” taraftarlarını o kadar büyük bir coşkuya sevk etti ki, Özdil, dolgu kısmını biraz değiştirerek, fakat vurucu paragrafı aynen koruyarak Hürriyet’e geçtikten sonra da tekrarladı bu yazısını…
Normal bir ülkede “Kardeşim, adamcağız bütün uzmanların birinci sırada dile getirdikleri bir tedbiri tekrar etmiş, ne var bunda” deyip dalga geçecekleri bir yazı, Türkiye gibi bir ülkede kitlesel coşku patlamalarına yol açabiliyor. Neden? Çünkü “kene”, gayet süfli bir haşerattır ve pantolon paçalarını çorabının içine sokmuş bir adamın görüntüsü hiç “çağdaş” değildir (hele ki çoraplar beyazsa).
Eh, böyle bir öneri de ancak “çağdışı kafalardan” çıkabilir!