Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI"Gençliğin İcadı” (Hz Ayşe tartışmasına bir not)

“Gençliğin İcadı” (Hz Ayşe tartışmasına bir not)

Bilim uçsuz bucaksız. İnsan hayatı kısa. Herkes başarı uğruna uzmanlaşmaya çalışıyor. Yani entegrasyon çok zor. Ama çok da gerekli. “Büyük Resmi” görmemizi sağlıyor. Diyelim bir yerde, şu veya bu konuda bir tartışma başgösteriyor. O alanın kendi birikimi ve geleneği içinde konuşuluyor. Oysa bitişik bir alanda, meselenin özüyle ilgili başka bir birikim var. İkisini buluşturmak, disiplinler-arası farkındalıklara bağlı. Anlatacağım örnekte, Tarih, Felsefe ve İslâmî İlimler birbirini besleyebiliyor.

[22 Haziran 2024] Enis Doko, “Hz. Ayşe’nin evlilik yaşı tartışmasına başka açıdan bakmak” diye önemli bir yazı yazdı (20 Haziran 2024). Toplumsal değer ve standartlarımızın tarihselliği üzerinde durdu. Çıkış noktasında, bir felsefeci olarak ahlâki gerçekçilikten (yani mutlak normlardan) yana olduğunu belirtti. Bunu, tarihselci bir görelilik anlayışının karşısına koydu. En azından bu yazısında, söz konusu kesinliklerin genel kaynağı hakkında bir şey söylemedi. Ben olsam, insanlığın bütünsel birikimine dayandırırdım. Tarihte hem tek tek her çağın kendi koşulları, hem de hepsinin üstüste binmesi söz konusu. İlki göreliliği besliyor, ikincisi ise yanlışların ve doğruların ayrı ayrı sepetlerde birikmesi yoluyla göreliliği aşmayı mümkün kılıyor. Şaşırtıcı gelebilir ama, bir tarihçi olarak ben de mutlak bir evrensel ahlâktan yanayım. Bu, Marksizme yönelik eleştirilerimde de kuvvetle mevcut. Tarihsel materyalizmin, ekonomik temel – üstyapı modeli içinde, kültürü ve ahlâkı fazla görelileştirip zayıflattığını düşünüyorum. Buna karşı, tarihin sürekliliğine, birikim boyutuna ve insanların öğrenme süreçlerine yaslanıyorum.

Ama bu, Enis Doko ile aramızda hayli küçük bir fark. Çünkü Doko da mutlaklık ile değişkenliği birleştirmenin keza tarihsel bir yolunu buluyor. Belirli eylemlerin yanlışlığı veya doğruluğunu (karşı çıkıp çıkmayacağımızı), diyor, sonuçları belirler. İşte bu sonuçlar da çağdan çağa farklılık gösterir. Evlilik yaşı, bunlardan biridir. Modernite öncesinin geleneksel tarım toplumlarında, günümüze kıyasla çok daha erken evlilikler yaygındır. Bu da somut, maddî koşullardan kaynaklanır. Ortalama yaşam süresi zaten çok sınırlı, bebek-çocuk ölüm oranları özellikle yüksektir. Madalyonun diğer yüzünde, erken evlilikler büyük toplumsal zarar ve kayıplara yol açmaz. Dolayısıyla yüksek doğurganlık ihtiyacı hemen her yerde ağır basar ve (kuşkusuz bütün kararları erkeklerin verdiği bir ataerkillik çerçevesi içinde) kızların 12-14, giderek 15-16 yaşlarında evlendirilmesini beraberinde getirir.

Bu tablo zamanla, ekonomideki, tıptaki ve eğitimdeki gelişmeler sonucu değişime uğrar. Ortalama yaşam süresi uzar; bebek ve çocuk ölüm oranı azalır; nüfus giderek hızla artmaya (ve yiyecek üretiminin sınırlarını zorlamaya) başlar. Dolayısıyla erken evlilik o kadar keskin bir ihtiyaç olmaktan çıkar. Aynı zamanda, daha önce hemen hiç mevcut olmayan bir eğitim ihtiyacı ve karmaşıklaşması zuhur eder. Gerekli eğitim süreleri uzadıkça, kaybolacak eğitim yılları üzerinden, erken evliliklerin toplumsal maliyeti de yükselir. Bütün bunlar, kabul edilebilir evlilik yaşının giderek yükselmesine yol açar. Sonuçta, ahlâk da değişim gösterir; çocuklarla cinsel ilişki, artık hiçbir çerçevede normal karşılanmaz ve kabul edilebilirlik sınırları dışına itilir. Pek çok ülkede yasal evlilik yaşı 18 olarak belirlenir. Kıssadan hisse: “Aishe Hadisi”ni gerçek bir tarihsel veri, sahih bir birincil kaynak saysak bile (ki, J. J. Little’ın çalışması 7. yüzyılda değil 8. yüzyılda ortaya çıktığına işaret ediyor), Hz Muhammed’in Hz Ayşe ile 6 yaşında resmen, 9 yaşında fiilen evlenmesini 2024’ten geriye bakıp ahlâksızlık saymak da yanlıştır, bu kadar küçük yaşta evlenmeyi günümüz evlilikleri için uygulanabilir, kabul edilebilir bir kılavuz saymak da. Günümüzün değerlerini geçmiş toplumlara uygulamamak gerekirse, geçmişin değerlerini de günümüze dayatmamak gerekir.

Hepsine katılıyor ve sadece, kendi alanım ve mesleğim açısından bir not düşmek istiyorum: Bütün bunlar İslâmî İlimlerde bir evlilik tartışmasının, Felsefede bir ahlâk tartışmasının konusuysa, Tarihte “gençliğin icadı” sorunsalına karşılık geliyor. Şunu kastediyorum: ister avcılık-toplayıcılıkta, ister Enis Doko’nun daha çok üzerinde durduğu geleneksel tarım aşamasında yok, “gençlik” diye bir kategori. Toplum “çocuklar” ve “yetişkinler”den oluşuyor. Çocukluk-gençlik-yetişkinlik diye bir üçleme gözlenmiyor. Çocukluk bağımlılık, yetişkinlik bağımsızlık demek. Birinden diğerine kesintisiz bir evrimle geçiliyor. Bizim bugünkü anlayışımızla genç(ler) diyebileceklerimiz tabii var, ama çocukluk ile yetişkinlik arasında belirgin ve kendine özgü bir kesimi meydana getirmiyor. Modern toplumlarda, “hayata atılmak” dediğimiz bir eşik, bir karar ânı söz konusu. Hattâ çoğu zaman, “okula devam mı, hayata atılmak mı” veya “okulu bırakıp hayata atılmak” diye ifade ediyoruz (ki bu çok anlamlı ve buna tekrar döneceğim). İşte böyle bir dönüm noktası söz konusu değil, geleneksel toplumlarda. Kimse ben çocuk kalacağım, hayata atılmak (= yetişkin olmak) istemiyorum demiyor. Diyemez. Büyümek, vücudun gelişmesi, avlanmayı öğrenmek, tarlada çalışabilmek, sürüleri güdebilmek… bu belli belirsiz geçişi kendiliğinden getiriyor.

Onun için, Enis Doko’nun evlilik yaşının değişmesi bağlamında zikrettiği bütün gelişmeler, aynı zamanda (uydurma anlamında değil, insanlığın reel bir fiili, daha önce mevcut olmayan bir şeyin yapımı anlamında) “gençliğin icadı”nı ifade ediyor. Kapitalist sanayileşmenin bir sonucu, köyden kente göç. Kentliler köylülerden birçok konuda farklı davranıyor. Yüksek sınıflarla sınırlı kalmayan bir kent kültürü teşekkül ediyor. Tıp ve sağlıktaki ilerleme sonucu, sadece bebek ve çocuk ölümleri (ve dolayısıyla doğurulan çocuk sayısı) azalmakla kalmıyor. Ekonomik refahın görece yaygınlaşmasıyla birlikte, aileleri çalışmayan çocuklarına bakabilir duruma getiriyor. Beri yandan Bilimsel Devrim, Sanayi Devrimi ve genel olarak modernite, hem sürekli daha kalifiye bir işgücü, hem yeni yeni meslekler (uzmanlıklar) gerektiriyor. Bu da ulus-devletler çerçevesinde evrensel eğitim sistemlerinin kurulmasına yol açıyor. Artık 8-10 yaşlarında çift sürmeye veya çobanlık yapmaya başlamayan, “evde kalmış” (!) kentli çocuklar, bundan böyle okula gönderiliyor. Bütün vatandaşların okuyup yazabilmesi ve hesap yapabilmesi zorunlu kılınıyor (İngilizce the three R’s: Reading, wRiting, aRithmetic). Ancak orduya (subaylığa), bürokrasiye ve bütün “serbest mesleklere” giriş koşullarının habire yükselmesine paralel olarak, yeni ekonomide “hayatını kazanabilmek için gerekli eğitim” süresi de giderek uzuyor; ilk, orta, lise derken üniversiteye de sıçrıyor. Aileler kızlarını kime verecek (ya da kız kaçarsa kime kaçacak)? Eskisinden çok daha fazla, bir meslek ve gelir sahibi olma koşulu aranıyor. Buna, zorunlu askerlik hizmetinin olduğu ülkelerde, askerliğini yapmış olmak da ekleniyor. Böylece “hayata atılma yaşı” diye bir kavram doğuyor ve çıta adım adım yükseliyor. Çocukluk ile yetişkinliğin arasına, iyi tanımlanmış, içeriği belirlenmiş, modern devletin spesifik kurumlarınca yönetilen, büyük ölçüde eğitimle geçecek bir “gençlik” aşaması giriyor. Çocuk işçi çalıştırma yaşı, çıraklık yaşı, zorunlu okullaşma yaşı, zorunlu askerlik yaşı, yasal içki içme yaşı, seçme-seçilme yaşı… ve asgarî evlilik yaşı, bu süreçte tekrar tekrar yeniden saptanıyor, kanunlaşıyor. “Çocukluğun sonunda” evlenmek tarihe karışıyor. Yerini “gençliğin sonunda” evlenmek alıyor.

Gençlik (youth) bugün Birleşmiş Milletler tarafından 15-24 yaş arası diye tarif ediliyor. Biraz daha ayrıntıya girersek, 12 yaş altı çocuk, 13-19 arası ergen (teenager), 20-24 arası genç yetişkin (young adult) kabul ediliyor. Tabii bölgeden bölgeye ve ülkeden ülkeye değişebiliyor. Ama hangi ölçüyü kullanırsanız kullanın, muazzam bir kitle demek. UNESCO’ya göre (2020 itibariyle) 1.2 milyar, ya da dünya nüfusunun yüzde 16’sı, BM’nin 15-24 yaş tanımına giriyor. Şimdi bir de bu kesimin 19. yüzyılda zuhur edişini düşünün. Yepyeni bir sosyoloji demek. Ne yapmalı, çocuk da yetişkin de olmayan bu ara-kesimle? Devletin de, hemen bütün ideolojik ve siyasî akımların da dikkatini çekiyor. Bir şekilde kuşatmaya, çerçevelemeye, ehlileştirmeye, meşgul etmeye, enerjilerini şu veya bu yöne kanalize etmeye çabalıyorlar. Askere alıyor, askerlik öncesinde paramiliter örgütler kuruyor, imparatorluk bekçiliği için yetiştirmeye çalışıyorlar (Baden-Powell’ın Scouts’u, İzci teşkilâtı gibi). Spor okulları ve kulüpleri bu zeminde çoğalıyor; gençlik ve spor bayramları ihdas ediliyor (bizde 19 Mayıs). Partiler gençlik kolları kuruyor; özellikle radikal ideolojilerde Komsomollar, Kızıl Muhafızlar, Hitlerjugend, Ülkü Ocakları ve benzerleri, önemli kontrol ve kitle seferberlik araçları haline geliyor. Hepsi, bu “gençliğin icadı” olayının çeşitli boyutlarını yansıtıyor.

Son bir gözlem. Özetlemeye çalıştığım “gençliğin icadı” meselesi, Batı’da çağdaş tarihçiliğin büyüme alanlarından biri. Bazı önemli çalışmaların kitap kapaklarını, sırf örnek olsun diye yukarıya aldım. Michael Mitterauer, A History of Youth (Family, Sexuality, and Social Relations in Past Times) (Blackwell, 1992). Giovanni Levi ve Jean-Claude Schmitt (derleyenler), A History of Young People in the West (Belknap Press of Harvard University Press, 1997). Stephanie Olsen ve Heidi Morrison (antoloji editörleri), A Cultural History of Youth (altı cilt, Bloomsbury Academic, 2023). Ve daha niceleri. Saymakla bitmez. Türkiye’de ise bu alanda muazzam bir boşluk var. Acaba neden? Gençlik, gençlik olamadığından mı? İster gençlik kimliği, ister gençliğe yaklaşımlar, hep şu veya bu vesayet altında tutulduğundan mı? Tarihçilerin tabularla kuşatılmış zihinleri, gençliği kendi tercih ve idealizasyonları dışında göremediğinden mi? Düşünmek lâzım.

- Advertisment -