İnsandaki fazileti iki anlamıyla “kâr” adıyla şüpheli hale düşüren eşitlikçi bir düşünce (komünizm), kârı eşit dağıtmak için mücadele etti. Yer yer insanları eşitlikte tuttu ama yaptıkları pek kâr etmedi. Artık “kâr”a daha bir şüpheyle baktı. Kendine en büyük iyilik olarak (hürriyet kastıyla) eşitliği seçmiş bir ideoloji için bütün kötülüklerin anası idi “faiz,” “feyiz,” “fazilet.” Yani aşan ve taşan şeyler (yahut mülkiyeti doğuran kabiliyet) kötülüğün sebebiydi. İnsanın bilumum suistimallerinin kaynağı, insanın belirlenmemişliği idi. Acaba insanı iki anlamıyla “fix” etmek mümkün müydü? İnsanı aşmaktan ve taşmaktan durdurmak nasıl olurdu? Onu iyilikte sabitlemek, kötülük yapmaktan alıkoymak? İsraf ve zulüm yapan insanı, bu doymayan nefsi gemlemek, terbiye etmek acaba nasıl olacaktı?
İnsan durdurulamıyordu. İflas eden veya vurgun yapan bu günah-kâr insan zaptedilemiyordu. Bir iyilik robotu veya bir eşitlik mahkumu olması istenen insan dizginlenemiyordu. İnsanlar arasında tahakkümü ve taşkınlığı durduramayan solcular iyilik arayışlarını başka yerlere kanalize etmeye başladılar. Ümitlerini bağladıkları kâr-yapıcılar, işçiler onlar gibi düşünmüyordu. Ellerine geçse patronları gibi insafsız olmaya dünden razı gibiydi işçiler. Kurtarıcılarının iyi niyeti karşısında işçilerin bu ilgisizliği, bir ideale karşı duyarsızlığı yürek burkucu idi.
Solcular yine de iyiden vazgeçmedi. Kârın gaddarlığına karşı savaşmaya devam edeceklerdi. Başka mağduriyetleri gidermek, başka gadr’leri izale etmek için başka zayıflara yüzlerini çevirdiler. İradenin ağır yükü ile daha az boğuşmak zorunda kalınacak mağdurlar buldular. Bir nevi garanti mağdurlar. Kendi iyiliklerini (ve iyilik havariliklerini) daha az tartışmaya açacak garantili mağduriyetleri seçtiler: Kadın eşitsizliği, çevre tahribatı…
Gerçekten de haklıydılar: İnsan zalim idi. Çevreyi tahrip ediyordu. Ozon deliniyor, buzullar eriyordu. İnsan, evrendeki tek serseri varlık olarak doğanın dengesini altüst ediyordu. İnsana ceza olarak onu doğa’ya geri göndermeyi düşündüler. Yani insanı “kâr” kabiliyetinden siyasi ve ekonomik olarak düşürmekte başarılı olamayınca, onu kâr kabiliyetinden düşürmenin ekolojik versiyonu için çalıştılar.
İnsan, doğanın bir odak noktası, kainatın halifesi yahut varlığın çobanı olmaktan çıkarılacak ve doğadaki diğer canlılar gibi sıradan bir canlı statüsüne geri gönderilecekti. Kainatın örgütleyici bir ilkesi olarak “ego”yu lağv edip insanı kainatın adi bir üyesi olarak tenzil-i rütbeye uğratacaklardı. Nefsani olan ve taşkınlık yapan “ego” yerine, kendine ol(a)mayan ve hizayı bozmayan “eko” konulacaktı. Ne kadar iyi niyetli bir hamle, değil mi?
İnsanın aşırılıklarına tepki olarak doğan bu yüzeysel iyilikseverliğin kendisi aşırılıklar doğuracaktı. Toksik erkeklikle başlayıp sonunda bizzat erkekliğin kendisini toksik olarak gören marazi kadıncılık hareketi, bunun bir örneği idi. Bu iyi niyetli çevresever hamle de aynı şekilde güya insanın doğadaki imtiyazlı statüsüne doğa sevgisi adına hücum ediyordu. Amacı insanı sıradan bir canlı derekesine düşürmek idi: Ego yerine Eko konulacaktı.
İnsana haddi bildirilmeliydi. Bu radikal hizaya-sokuculuk insana şunu soruyordu: Sen ne hakla kendini bir kaplumbağadan üstün görüyorsun? Bak hiç kaplumbağa etrafa zarar veriyor mu? Hayır. Peki ya insan? Evet, insan çevreye ve kendine zarar veriyor. Halbuki ne kendine ne de etrafına zarar vermemeliydi. O halde insan da bir kaplumbağa gibi olmalıydı. Kendini ondan üstün görmemeliydi.
Zahiren mahlukiyet noktasında bir birlik ve eşitlikten bahsediyor görünse de, bu çağrı insanın ilave kabiliyetlerini bir risk olarak gördüğü için insanı insan olmaktan çıkarmaya bir davet idi. Bu, insanın faziletten çıkıp doğallığa (hayvanlığa, bitkiliğe) ricat etmeye davet eden bir düşünce idi. Zaptedilemeyen, aşkınlık ve taşkınlık yapan insan onların gözünde kötülüğün kaynağı olarak görülmeye başlandı.
İyilik niyetli bu fazilet düşmanlığı zamanla fazileti bir fazlalık değil bir eksiklik olarak görmeye başladı. Ve insanin üstünlük gerekçesi olan bu kendinden-ötelik özelliğini insana düşmanlığın bir gerekçesi haline getirdi: İnsan hayvandan daha kötüdür. Niye? Çünkü hayvan kimseye zarar vermiyor ama insan veriyor. Hayvanseverlerin bazan insan düşmanlığına meyletmeye başlamasının temelinde sadece bir şefkat aşırılığı değil, aynı zamanda bir odak kayması var. İnsan, doğanın kalbi değil, bir tür kanserli tümörü olarak görülmeye başlamıştı. Doğa bilinci arttıkça, bu dokunun inzibat altına alınması bütün doğaya karşı bir tür doğal sorumluluk halini aldı. Kötü olan insana yönelik nefret, bir nevi şeytan taşlama halet-i ruhiyesi ve bir istiğfar çabası gibiydi.
Patolojik bir feminizmle “erkeği öldürmek”ten bahsedebilen bu cehalet, patolojik bir ekolojizm ile de “insanı öldürmek” noktasına gelebiliyordu. İnsanın aşırılık kabiliyeti olan fazilete düşmanlık adına gösterilen bu aşırılık, aslında pek de insani bir dengesizliğin bir yansımasıdır. İnsanın özgürlük ve irade sorumluluğundan kaçış için sığınılan bir eşitliğin, zaman içinde hastalıklı bir hal almasıdır bu.
İnsanı bu dünyada cennete (eşitliksizliksiz bir toplum) götürmekte başarılı olamayan bir kurtarıcılık (mesiyanizm, mehdicilik), günün sonunda bir cennet adına insanı cehenneme gönderme noktasına geldi. Bir zamanlar uçveren eko-terörizm bunun erken bir görünümü idi. Günümüzde antroposen gibi çevre sevgisi ve doğaya şefkat niyetiyle yükselen kimi anlayışlar, gittikçe insanın “kötülük” ile özdeşleştirilmesine yol açarsa şaşırmamak lazım.
Halbuki Ego lağvedilip Eko’ya düşersek geride insan kalmayabilir. İnsana dair ne varsa, ego’da var çünkü. Gerisi doğa’nın devridaimindeki bir posadan ibaret.