Son günlerde Üçüncü Dünya Savaşının patlama tehlikesi hem ülkemizde hem de dış dünyada gündeme giren bir konu oldu. Gerçekten de bir taraftan Rusya-Ukrayna savaşı, diğer taraftan İsrail-Hamas savaşı ve onun Lübnan’a ve belki daha da öteye yayılma tehlikesi, Rus diktatörü Putin’in Kuzey Kore diktatörü Kim Jong-un ile başlattığı ve nükleer teknoloji ile silahları da kapsayabileceği şüphesini uyandıran yeni iş birliği haklı endişelere yol açmıştır.
Aslında İkinci Dünya Savaşı bittiği 1945 yılından Sovyet blokunun ve arkasından da Sovyetler Birliğinin çöktüğü 1989-1991 arası döneme kadar geçen 45 yıl kadarlık sürenin Soğuk Savaş olarak adlandırılması yanlış değil. 1945’ten sonra ilk 25 yıl zarfında zaten barış anlaşması denebilecek bir şey Avrupa’da yapılamadı. Batı ülkeleri Doğu Almanya’nın ayrı bir devlet olarak tanınmasını bile 1971 yılına kadar ertelediler. O tarihe kadar Türkiye de dahil Batı ülkeleri Demokratik Alman Cumhuriyeti adını taşıyan bu devleti Sovyet işgal bölgesi olarak görüyordu. Hudutların değişmezliği ilkesi ise Almanya’da asker bulunduran ve ülkeyi dört işgal bölgesine ayıran Fransa, Birleşik Krallık, ABD ve SSCB arasında yapılan ve fiili durumu tanıyan 1972 tarihli Dörtlü Anlaşmaya kadar kabul görmemişti. Bu ilke Helsinki süreci olarak adlandırılan ve 1975 yılında Avrupa Güvenlik ve İş birliği Konferansı (şimdilerde Teşkilatı) kurulunca diğer ülkeler tarafından da kabul edildi. Doğu Almanya ile Polonya arasında 1945 yılında belirlenen hududun Batı Almanya tarafından tanınması da o döneme rastlar.
Bu böyle olmakla beraber Soğuk Savaş döneminde hiçbir Avrupa ülkesi zora başvurarak 1945’te kurulan yapıyı değiştirmeye kalkmadı. 1948-49 döneminde Sovyet lideri Stalin Batılı müttefikler Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’nin resmen işgal ettikleri Batı Berlin ile yine onların işgal bölgelerine ayırdıkları Batı Almanya arasındaki kara ve demir yolu koridorlarını keserek Batı Berlin’i tahliye etmeye zorlamaya çalıştı. Ancak nerede ise bir yıl süren bu ablukayı özellikle ABD bir hava koridoru kurarak kırmayı başardı ve Stalin Batı Berlin’i Doğu Almanya’ya bağlama hevesinden vazgeçmek zorunda kaldı.
Soğuk Savaş döneminde bir daha Avrupa’da hudut veya rejim değiştirme teşebbüsü kimse tarafından yapılmadı. Bunun bedelini sırasıyla Doğu Almanya, Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya halkları ödedi. 1953’ten 1968’e kadar bu ülkelerin halkları farklı tarihlerde Sovyet boyunduruğuna karşı çıkmışlar, ancak Batı Sovyetlerle bir savaşı tahrik etme endişesiyle ayaklanan halklara yardımcı olmaktan haklı olarak çekinmişti. Böylece hudutların ve rejimlerin dış müdahaleyle değişmeyeceği, Avrupa’nın Doğu ile Batı arasında bölünmüşlüğü de herkes tarafından kabul edilmiş olmuştu. Ne Batı’ya, ne de Doğu’ya bağlı olan Yugoslavya her iki blokun kendine çekmeye çalıştığı, bunda başaramadığı, ancak bu sayede coğrafi konumunun hak ettireceğinden çok daha büyük stratejik bir değer kazanan ülke halini almıştı. Genç memur olarak katıldığım bir NATO tatbikatındaki senaryoya göre Üçüncü Dünya Savaşını başlatan kriz Yugoslavya’da patlayacaktı. Senaryo bu ya. Hiçbir zaman gerçeklemedi. Ama demek ki NATO stratejistleri Üçüncü Dünya Savaşının orada patlayabileceğini düşünüyorlardı.
Üçüncü Dünya Savaşının o dönemlerde patlamamış olmasının en önemli nedeni hem Batı’da hem Doğu’da yöneticilerin rasyonel hareket etmiş olmasıydı. 1962 yılında Sovyetlerin kendi nüfus bölgelerine çekmeye başardıkları Küba’ya ABD’yi tehdit eden nükleer füze yerleştirme teşebbüsleri büyük bir krize yol açmıştı. Hatta babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz İsviçre’de savaş hazırlıkları meyanında temel gıda stokları yapılması talimatının ülkede yaşayan herkese verildiğini ve nükleer savaş halinde kullanılacak sığınakların hazırlandığını küçük çocuk olarak hatırlarım.
Savaşın meydana gelmemesi ABD Başkanı Kennedy’nin restini Sovyet lideri Khruşçev’in görmemesi ve füzeleri taşıyan gemileri geri çekmesi sayesinde olmuştur. Sovyet liderleri ülke için onur kırıcı olarak gördükleri hatadan dolayı Khruşçev’i cezalandırmışlar ve iktidardan atmışlardı. Ancak Stalin döneminden farklı olarak Khruşçev hatasını hayatı ile ödemedi ve doğal ömrünü tamamlamasına imkan verildi. Bu arada yapılan pazarlıklar neticesinde ülkemizde ilke olarak savunmamız için konuşlandırılmış ABD Jupiter füzeleri de zamanın hükümetine danışılmadan geri çekilmişti. ABD ile ilişkilerimizin bozulmasına doğru giden ilk adımın ABD tarafından o zaman atıldığını düşünenlerdenim. O tarihlerden bu yana bir daha sağlam bir güven ilişkisinin kurulamadığını söylemek gerekir sanırım.
Küba krizi hariç Soğuk Savaş döneminde bir topyekûn savaşa yol açacak başka kriz meydana geldiği söylenemez. Tabii dünyanın çeşitli bölgelerinde, özellikle Asya ve Afrika’da vekalet savaşları olarak adlandırılan bölgesel savaşlar hiç kesilmedi. Bunların birincisi ülkemizin de katıldığı Kore Savaşıydı. Bu savaşın özelliği Birleşmiş Milletler (BM) tarihinde örgütün taraf olarak katıldığı tek savaş olmasıdır. BM’in tüm diğer müdahalelerinde rolü barışı tesis etmek (peace-making) değil barışı korumak (peace-keeping) olmuştur.
Sovyetlerin boş bulunmasından yararlanan Batı, Güvenlik Konseyinden Güneye saldırmış olan Kuzey Kore ordusuyla savaşmak için üye ülkelere bir çağrı kabul etmiş, bu çağrıya uyan ülkemiz dahil, Avrupa, Asya, Afrika, Latin Amerika’dan 16 ülke ABD önderliğinde üç yıl kadar savaşmış ve Kuzey Kore ile onun müttefiki Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ordularını ülkeden çıkarmaya başarmıştır. Sovyetler Birliğinin savaşı bitirmek için gayret harcadığı ve yayılmasını istemediği bilinmektedir.
Soğuk Savaş döneminde çok kanlı savaşlar da cereyan etmiştir. Bunların hepsini saymak bu yazının sınırları dahilinde pek mümkün değildir. Bölgemizdekilerin en kanlısı şüphesiz 1980-88 arası devam eden ve sivil ile asker en az 1.5 milyon zayiata yol açan İran-Irak savaşı olmuştur. İran rejimini tehlike olarak gören Batı zımnen de olsa Irak’ı tercih etmiş, hatta ona silah bile vermiştir. Ancak savaşın dışarıya taşmamasına dikkat edilmiştir. Aynı şekilde Sovyetlerin Afganistan’ı işgali dünyada büyük tepkiye yol açmış, ülkemiz dahil bir çok ülke 1980 Moskova Olimpiyatlarını boykot etmiş ancak Sovyetlerle bir savaşa yol açabilecek müdahaleden dikkatle kaçınılmıştır. Neticede Sovyetlerin başarısızlığı, 1989 yılında Afganistan’dan çekilmeye mecbur kalmaları Sovyetler Birliğinin ve dolayısıyla Sovyet blokunun çökmesini hızlandırmıştır. Ayrıca ABD’nin bulaştığı Vietnam bataklığı, Sovyetlerin bulaştığı Afganistan bataklığı gibi süper güçlerin doğrudan taraf olduğu savaşların etrafında aşılmaması gereken çemberlerin bulunması önemli bir fren etkisi yaratmıştır.
Sovyet blokunun çökmesiyle iki kutuplu dünya bir süreliğine tek kutupluya dönüşmüş ve ABD ile Batı Soğuk Savaştan galibiyetle çıktıklarını ilan etmişlerdir. On yıl kadar devam eden Yeltsin döneminde Rusya artık bir hasım olarak değil, bir ortak olarak görülmeye başlamıştı. Bu dönemde Rusya ile nükleer başlıkların azaltılması ve özellikle Ukrayna’dan geri çekilmeleri, NATO ile ilişkilerin geliştirilmesi sağlanmış, Rusya’nın IMF, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi ekonomik küreselleşmenin simge örgütlerine, Avrupa Konseyine vs. üye olması mümkün olmuştu.
Putin’in iktidara gelmesi ve iktidarını zaman içinde perçinleştirip özlem duyduğu eski Rus İmparatorluğu ile bir ölçüde Sovyetler Birliğinin sahip olduğu ancak Birliğin çökmesiyle kaybolan toprakları Rusya için ele geçirme iddiası tüm dengeleri değiştirmiş ve özellikle Stalin’den Gorbaçev’e kadar uygulanan Soğuk Savaş dönemindeki genişlemeden kaçınma politikasını terk etmesi mevcut düzeni alt üst etmiştir.
Sovyetler Birliği Rus İmparatorluğu toprakları üzerinde kurulmuştu ama yeni yapının hiç değilse kağıt üzerinde Rus egemenliğine dayanamayacağını Lenin anladığı için yine kağıt üzerinde eşit olan ve sayıları zaman içinde değişen ama sonunda 15 “Cumhuriyetten” oluşuyordu. Putin bunların arasında özellikle Slav kökenli Ukrayna ve Belarus ile Rus nüfusun güçlü olduğu ülkelerin bağımsızlığını kabul edemedi ve bunları Rusya’ya bağlama hevesini de yıllar geçtikçe artan bir şekilde açığa vurdu. Hatta Ukrayna’ya saldırmasıyla o ülkeyle başlayan savaş iyi gitmezse stratejik yani kısa menzilli nükleer silahlara başvurma tehdidini savurdu.
Rusya’nın geçmişine baktığımızda askeri başarılarının pek de övünülecek boyutta olmadığını görüyoruz. 1904-1905 döneminde Japonya Rusya ile savaşmış ve galibiyeti sonucunda Rusya’yı hem Doğu Asya’dan bir süreliğine de olsa uzaklaştırmış hem de ilk ihtilal dönemini tetiklemiştir. Birinci Dünya Savaşında Almanya’ya yenilen Rusya, 1918 Brest-Litovsk Antlaşmasıyla Baltıklar, Finlandiya ve Ukrayna başta olmak üzere, ancak Kafkasları da kapsayan önemli toprak kayıplarına uğramıştır. Sovyet Rusya’yı kurtaran Almanya’nın Batıda yenilmesi neticesinde savaşın sona ermesi ve işgal ettiği Rus topraklarından çekilmesi olmuştur. Brest-Litovsk’ta 1878 Berlin Antlaşmasıyla kaybedilen Kars ve Ardahan geri alınmış, Batum kazanılmıştır. Osmanlı sonraları Batum’u kaybetmiş ama Kars ve Ardahan Sovyetlerle yapılan anlaşmalarla elimizde kalmıştır.
İkinci Dünya Savaşında da SSCB’nin performansı ilk başlarda pek parlak olmamıştır. Kısmen Stalin’in kendine mahsus sebeplerle ordunun üst kademelerini yok etmesi neticesinde Almanya 1941’de Moskova kapılarına kadar ilerlemiş, Sovyet Rusya’yı kurtaran yine büyük ölçüde Batıdaki gelişmeler olmuştur. Almanya’nın birkaç cephede savaşmaya mecbur kalması, özellikle Aralık 1941’de Hitler’in belki de bütün hayatında yaptığı en büyük hata olarak ABD’ne savaş ilan etmesi neticesinde Sovyetlere silah yardımının hızla artması Sovyetlerin kurtulmasına büyük katkıda bulunmuştur.
Ukrayna savaşında da Rusya’nın performansı pek parlak olmamıştır. Kyiv, Harkiv gibi şehirlerin kısa zamanda Rusya’nın eline düşmesi genel beklentiydi. Hatta işgal başladığında Putin’in emellerine süratle ulaşacağı beklentisiyle ABD’nin Ukrayna’nın kahraman lideri Zelenskyy’ye ülkeden kaçması için yardımcı olmaya teklif ettiği, bu teklifin de reddedildiği bilinmektedir. Rus askerlerinin motive olmaması, malzemenin çürüklüğü ve yetersiz olması, yolsuzluğun üst düzey komutanlara kadar uzanması gibi nedenlerle savaş Putin’in arzu ettiği şekilde ilerlemediği görülmektedir. İran ve Kuzey Kore gibi çeşitli ambargolar içinde kıvranan ülkelerden askeri malzeme temin etmeye ihtiyaç duyması durumun vahametinin bir göstergesidir şüphesiz.
Savaşın ne şekilde biteceğini tahmin etmek pek mümkün değil tabii. Bu büyük ölçüde Avrupa ve ABD’de meydana gelecek siyasi gelişmelere bağlıdır. Ancak Üçüncü Dünya Savaşını başlatacak birisi varsa o da köşeye sıkışmış ve savaşı kazanamayacağını anlamış bir Putin’dir. O takdirde nükleer silah kullanma tehdidini fiiliyata geçirebilir. Ümidim bir çılgınlığa başvurmadan yakın çevresi tarafından Khruşçev gibi görevden alınıp savaşın Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ile egemenliğini muhafaza eden bir çözümle bitirilmesidir. Diğer taraftan Batının Ukrayna’ya desteği kesmesi ve ülkeyi Rusya’ya teslim olmaya zorlaması da bir çözüm değildir. Savaşı kazanırsa Putin’in orada da durmayacağı ve NATO ile AB üyesi Baltık topraklarını tehdit edeceği açıktır.
Yoksa Üçüncü Dünya Savaşının Orta Doğu’da patlaması geçmişte olduğu gibi bugün de pek mümkün değildir. Orta Doğu Savaşları hep orada kalmış ve yayılmamıştır. Bunun değişmesi için bir neden yoktur. Hele İran halkının Cumhurbaşkanlığına açık arayla Batı ile barışmak isteyen bir kişiyi seçmesinden sonra İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’da çıkacak bir savaşa İran halkının müdahil olmak istemesi şüphelidir. Seçim neticesi bunu açıkça göstermektedir. Molla rejiminin de halkın istemeyeceği bir savaşa taraf olması zordur. İran halkının rejim karşıtı gösterilerle sokaklara dökülme temayülü malum. Rejimin seçimden sonra halkın isteklerine kulak tıkaması belki de eskiye nazaran daha zordur.