Demiştim ki o günün dünyasında saflar ilk ağızda (metropol ülkelerin siyaset sahnesindeki) “emperyalistler” ve “emperyalist olmayanlar” diye ayrılıyordu. “Emperyalistler”den kasıt, imparatorluk kurma ve genişletmeye yönelik politikalar güdenlerdi. “Emperyalist olmayanlar”dan kasıt, muhalefette buna karşı çıkanlar, iktidara geldiklerinde de böyle politikaların başını çekmeyenler, belki ayak sürüyenler, yayılmacılığın ve sömürgeciliğin aslî sahipliğini, bayraktarlığını yapmayanlardı. (Yani burada, benimsenen siyasî çizgi ve politikaya göre bir ayrışma söz konusuydu. Oysa Lenin’e göre, tekelci kapitalist bir ülkede yaşadıkları için hepsi kestirmeden “emperyalist” olmalıydı.)
Bu çerçevede, gene demiştim ki zamanın tartışmalarına baktığımızda, üç dört büyük soru etrafında gruplandırabiliyoruz. Bir, emperyalizm iyi miydi kötü müydü (ve kimin için). İki, neden oluyordu: vazgeçilebilir bir tercih miydi, yoksa alternatifsiz, içinden çıkılması imkânsız bir kaçınılmazlık mı? Şimdi üçüncüsüne geliyorum; nereye gidiyordu: kalıcı bir barışa mı, yeni ve eskisinden daha büyük, daha korkunç savaşlara mı? Bu sorunun uzak arkaplanını, Avrupa’nın yaklaşık dört yüzyıllık tarihi oluşturuyordu. 16. yüzyılın (1500’lü yılların) tamamında, en az iki büyük Avrupa devletinin birbiriyle savaşmadığı yalnızca dört (sayıyla: 4) mutlak barış yılı olmuş; bu rakam 17. yüzyılda çıka çıka ona (sayıyla: 10) çıkmıştı. 18. ve 19. yüzyılları ise, bu dizinin 19. Bölümünde özetlemiştim (bkz Olgudan Teoriye: Sorular ve Cevaplar; 15 Haziran 2024); şimdi biraz daha ayrıntılandırıyorum: 1700-1721 Büyük Kuzey Savaşı; 1701-1714 İspanya Veraset Savaşı; 1740-1748 Avusturya Veraset Savaşı; onunla birlikte 1740-42, 1744-45 Birinci ve İkinci Silezya Savaşları; 1756-1763 Yedi Yıl Savaşları; 1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı (Avrupa dışında, ama İngiltere ve Fransa karşı saflarda); 1792-1802 Fransız Devrimi Savaşları;1803-1815 Napolyon Savaşları; 1830 ayaklanmaları; 1848 ayaklanmaları; 1853-1856 Kırım Savaşı (Osmanlı tarafında İngiltere ve Fransa, karşılarında Rusya); 1844, 1848-49, 1859, 1860-1861, 1870 İtalyan Birliği’nin kurulması savaşları; 1864, 1866, 1870 Alman Birliği’nin kurulması savaşları.
Birçoğunu sadece tarihçiler bilir (hattâ onların da hepsi değil, daha çok, yerli ve millî konuların dışına çıkıp Avrupa Tarihi dersleri verenler). Fakat özetle: savaş, savaş, savaş. Derken 1870’lerde hava değişiyor (değişir gibi oluyor). Aralarına Almanya ve İtalya’nın da katıldığı Büyük Devletler, sırtlarını birbirlerine, yüzlerini ise dışarıya ve ötelere dönüp, Yeni Emperyalizm yarışlarına giriyor. 1870’ten 1914’e kadar, sadece Osmanlı İmparatorluğu etrafında dönen savaşlar var: 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (’93 Harbi), 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı, 1911 İtalya’nın Trablus’u işgali, 1912-13 Balkan Savaşları. Bunlar bir bakıma “sayılmıyor,” Avrupa elitleri açısından. Çünkü medeniyetin kendi içindeki savaşlar değil; medenîler ile medenî olmayanlar (ikinci halkadaki barbarlar veya üçüncü halkadaki vahşiler) arasında cereyan ediyorlar. O çağda Avrupa, savaş (savaş tehlikesi, savaşın kötülüğü, savaşın yıkımı) deyince, sadece kendi iç savaşlarını anlıyor. Geçtim. Bu açıdan baktığımızda, kendinizi 1870’ler, 80’ler, 90’larda düşünün: on yıl geçiyor, yeni bir savaş yok; yirmi yıl geçiyor, gene yok; otuz yıl geçiyor, gene yok. 1910’e gelindiğinde, kırk yıldır savaş yok Avrupa’da — ya da modern kapitalist dünya sisteminin merkezinde, iç dairesinde, birinci halkasında. Çok şaşırtıcı, alışılmadık bir durum. Nereye gidiyor, ne kadar sürebilir? Bu son büyük soru, buradan kaynaklanıyor.
Çağın Yeni Emperyalizm’ine ilişkin özellikle ikinci soru gibi bu da, daha çok bir “sol-sorunsal” niteliğinde. Tırmanan bir rekabet sarmalı içindeki Büyük Devletlerin yöneticilerinin, politikacılarının, hâkim sınıflarının pek derdi değil, açıkçası. Onlar sadece kendi imparatorluklarını genişletebilecekleri kadar genişletmeye bakıyor. Önlerindeki bütün belirtilere, örneğin ittifakların bloklaşmasına, genelkurmayların yaklaşan bir savaş ihtimaline karşı yıllar öncesinden çok-yönlü değil spesifik bir düşmana yönelik, tek boyutlu harekât planları yapmasına, hattâ Britanya ile Almanya arasındaki “donanma yarışı” (her yıl kim denize daha çok drednot indirecek) gibi son derece elle tutulur göstergelere rağmen, (tâ 1914 yazına kadar) gayet kısa vâdeli bir bakış açıları söz konusu. Sıfır toplamlı bir oyuna (zero-sum game) kapılmış gidiyorlar. Teorik analizlerle değil, pratik politikayla ve popülist demokrasiyle ilgililer. Kamusal duruşlarının iki ayağı var. Bir, tabii savaşa gidiyoruz filân demiyorlar. Barış ebediyyen sürecekmiş gibi davranıyorlar. İki, aynı zamanda savaşı umursamıyor; güçlerinden emin, “şimdiden muzaffer” havalarda konuşuyorlar. Bu umursamazlıkta, (Hobsbawm’ın bir kitabının başlığıyla söylersek) “Sanayi ve İmparatorluk” çağında nasıl bir savaş olabileceğini tahayyül edememelerinin de payı büyük. 18. ve 19. yüzyıllardaki gibi, sınırlı hedefler uğruna, sınırlı coğrafyalarda ve sınırlı yöntemlerle verilecek, dolayısıyla kısa bir savaş öngörüyorlar. Üç dört ay içinde biter ve galiplerle mağluplar her zamanki anlaşmalardan birini imzalar, bazı topraklar el değiştirir ve tazminat ödenir, bu iş de böyle kapanır sanıyorlar. Modern sanayi ekonomilerinin nasıl bir savaşa, ne kadar uzun süre dayanabileceği (ve nelere malolacağı) konusunda bir tahmin ve planları yok. Dünya Savaşı (world war) ve Topyekûn Savaş (total war) kavramları mevcut değil. O meşum 1914 yazındaki Saraybosna suikastinin ardından, hepsi birbirine ya rakiplerinin blöfü göremeyip geri çekileceği, ya da nasıl olsa kazanacakları iyimserliği içinde ültimatomlar yağdırıyor. İşte o yüzden, Christopher Clark bana göre oldukça haklı, 2012’de yayınlanan kitabının yaklaşımı ve başlığıyla: The Sleepwalkers: How Europe Went to War in 1914. Büyük Devletlerin Birinci Dünya Savaşı’na Uyurgezerler gibi, ne yaptığını bilmeksizin girdiğini savunuyor.
Dolayısıyla, tekrar edeyim, Yeni Emperyalizmin nereye gittiğine ilişkin teorik, analitik bir tartışma sağdan değil soldan geliyor. Başlıca iki pozisyon söz konusu. İkinci Enternasyonal’in merkezci lideri Karl Kautsky, üç beş modern imparatorluğun yeryüzünü kaplaması sonucu bir tür “dünya yönetişimi”ne varılabileceği, bunun da Büyük Devletler arasında uzlaşmalar yoluyla gelecek savaşları önleyebileceği kanısında. Bu “ultra-emperyalizm” fikrini, Die Neue Zeit’ın 1914/32. sayısında yayınlanan “Der Imperialismus” makalesinde anlatıyor (s. 908-922; Marxists’ Internet Archive’dan kolaylıkla bulunup okunabilir). Çok talihsiz. Çünkü yayın tarihi 11 Eylül 1914. Yani o sırada karşılıklı ültimatomlar tırmanışı sona ermiş, 1-12 Ağustos arasında — Kasım başında katılacak olan Osmanlılar hariç — herkes birbirine savaş ilân etmiş, böylece (Birinci) Dünya Savaşı, baştaki orijinal adıyla Büyük Savaş (the Great War), başlamış bile.
Kautsky’ninki, aşırı iyimser bir hayal. Son tahlilde, İkinci Enternasyonal liderlerinin (savaş halinde siyasî açıdan ne yapacaklarını bilememeleri dahil) çeşitli nedenlerle savaştan korkmasından, olmasını istemedikleri şeyin de olmayacağının teorisini kurmasından kaynaklanıyor. Buna karşılık Lenin hem, emperyalistler-arası çelişmeler uzlaştırılamayacağı; yeryüzünün teritoryal paylaşımı bir kere tamamlandıktan sonra bu paylaşımın ancak savaş yoluyla değiştirilebileceği gerekçesiyle, savaşa kaçınılmaz gözüyle bakıyor. Hem de içten içe, savaşın (yol açacağı insanî felâket bir yana, ki Lenin pek aldırmıyor böyle acılara) küçük, sert, sıkı ve illegal Bolşevikler için tarihî bir fırsat olabileceğini düşünüyor.
Her iki açıdan da hedefi 12’den vuruyor. Hem savaş çıkıyor. Hem de savaş devrime yol açıyor. Rusya’nın geriliği dört yıl savaşa dayanamıyor. Ekonomi çöküyor, kıtlık ve açlık başgösteriyor. Yenilgiler, Çarın meşruiyetini yıpratıyor. Seferberlik, milyonlarca işçi ve köylüyü orduda topluyor ve ellerine silâh veriyor. Başka bir deyişle, devrimin silâhlanması sorununu bizatihi savaş çözüyor. Bu koşulların bileşiminden 1917 Şubat ve sonra Ekim Devrimleri çıkıyor. Bu da bir kaçınılmazlık değil (bunları biraz ilerde, Sovyet Devriminin dünyada ve Türkiye’de solun kültür serüveni üzerindeki etkilerini gözden geçirirken tekrar ele alacağım). 19. yüzyıl Marksizminin öngörüsünü doğrulamıyor. Sadece, denk düşerse yanlış teoriyle de pekâlâ devrim yapılabileceğini (iktidarın şiddet yoluyla ele geçirilebileceğini) ispatlıyor. İtalya’da Mussolini’nin, Almanya’da Hitler’in faşist devrimlerle iktidara gelmesi, ideolojilerinin doğruluğunu mu ispatlıyor? Aynı şey, Lenin’in “demir disiplinli” (çünkü bu iş için özel olarak tasarlanmış) partisinin, ülkeyi felce uğratan muazzam bir krizden yararlanıp iktidara gelmesi için de geçerli. İnanılanın doğruluğunu değil, olsa olsa inanmanın gücünü kanıtlıyor.
Aynı zamanda, nasıl ulaşılmış olursa olsun, başarının gücünü kanıtlıyor. Galiba ilk Alexandre Dumas demiş: (para parayı çeker misali) başarı başarıyı getirir. Ben bunu geçmişte de çeşitli vesilelerle kullandım: Tarihte hiçbir şey, başarı kadar başarıyı getirmez (in history, nothing succeeds like success). Ne yapalım; tarih çoğu zaman kötü yanından ilerliyor. Engels, Tarihte Zorun Rolü’nde kaydediyor bunu. Kendi sözcüklerimle özetliyorum; Almanya’da, diyor, iki farklı devrim mümkündü: bir, bizim istediğimiz demokratik, kitlesel, aşağıdan yukarı devrim; iki, sonunda Bismarck’ın yaptığı yukarıdan aşağı, demokratik değil milliyetçi, monarşik-modernleşmeci devrim. Birincisi değil ikincisi oldu; bu bağlamda, tarihin çoğu zaman iyi değil kötü yanından ilerlediğinin altını çiziyor. Engels’in inceliği şurada: Almanya’nın bu yolla birleştirilmesine devrim değil demiyor (ya da meselâ karşı-devrim demiyor); istemediğimiz, kötü bir devrim diyor.
Benim de eski bir Marksist olarak uzun zaman farkına varmadığım paradoks şu ki, bu aynen Sovyet Devrimi için de geçerli. Kendimi Lenin’le ve Leninizmle özdeşleştirmeksizin, bugünkü sol demokrat kafamla bakarsam, kötü bir devrim, istememiş olmamız gereken bir devrim, 1917 Ekim Devrimi. Rusya’da benim isteyebileceğim toplumsal değişim süreci, belki Martov’un ve Menşeviklerin demokratik beklemeciliği. Bu açıdan Lenin, 19. yüzyılın Marx’ından çok, Prusya’nın Bismarck’ına yakın. İkisi de liberalizmden ve liberallerden nefret ediyor. “Çağın büyük sorunları”nın şiddetle çözüleceğine inanıyor. Bismarck 1862’de Prusya parlamentosunun Bütçe Komisyonu’ndaki konuşmasında, bunu “demir ve kan” (Eisen und Blut) diye ifade ediyor. Lenin bir bakıma aynı felsefenin sol karşılığını geliştiriyor. Bismarck’ın realpolitik’çiliğini alıp Marksist bir kılığa büründürüyor.
Ve kazanıyor. Kazanınca da iktidar oluyor. Sovyetler Birliği kuruluyor. Emperyalizm teorisi de Sovyetlerin ve uluslararası komünist hareketin resmî ideolojisinin bir parçası haline geliyor. Tartışılmaz oluyor. İkinci soruya Lenin’in verdiği (yanlış) cevap, üçüncü soruya verdiği (doğru) cevabın gölgesinde kalıyor. 20. yüzyıl boyunca (ve bugün bile), sakat bir “jenerik emperyalizm” ve “jenerik anti-emperyalizm” anlayışına yön veriyor.