İhtiyarlık mahçup edebilir de insanı, yaşlanmaktan utanç duyması herhalde en hazin duygularından birisi. İhtiyarlamaktan da kaynaklanan sınırlılıklardan, klinik nedenlerden mahcubiyet duymayla “klinik utanma”nın psikopatolojik farkının ortadan kalkması… Derdini anlatması da zor o hüzünlü şarkıdaki gibi: “Mâni oluyor hâlimi takrire hicâbım…”
Marazi, “toksik” bir hal almadıkça tesellisi, hatta takdir edilmesi bile mümkün. “Utanma”nın toplumsal kıymetini, yokluğunun ne rezilliklere yol açacağını yaşayarak, tepeden tırnağa görerek öğrendik. Onca utanmazlığın, arsızlığın ortasında seyirci kaldığımız, hatta -ufak da olsa- rol aldığımız, göründüğümüz sahneler de var.
Manzara böyle olunca utanan insana güveniyorsun da… Değindiğim o mahcubiyet de hâlâ değer, en azından önem verdiği bir şeylerin varlığına, utanma duygusunu yitirmediğine işaret ediyor. Yorgun, mahçup çehresini görünce içinde bir sıcaklık, gönlünde bir meyil… Boş vermiyor, zihninin, kibrinin küstah formuyla “Bunlar boş şeyler” deyip geçmiyor. Demek yaşıyor hâlâ.
Dile kolay da, can çeki(şi)yor
Kocamak hayatla ölümün kafa kafaya gelmesi esasında… “Peyderpey ölme”nin de ifadesi, seyri. Soyadını yaşlanınca hak eden Nüfus “Cüzdanı”ndan ödemelerin zamanı. Birikimini buz gibi eritebilen bedellerin… Ödüyor taksit taksit, icra kapıda.
İnsanın gün gelip “İçim öldü artık” demesi de bu hayatta kolay. Bitik cümleler kurma zaafı, sevdası “Ruhum daraldı, öldü”yle de mümkün. O kadar sıkılırsa ölebiliyor tabii. Üstelik yaş sınırı da yok bu cümlelerin. Dile kolay da, can çeki(şi)yor hâlâ; “otların sarardığı yerlerde güneş /kurşunun değdiği tende heves kalmıştır…”
Acının şairi Metin Altıok’un dizelerindeki gibi insanın içi kalabalık. “Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm / içimde cesetler ve daha ölmemişler var.” Hepsini toplayıp kafa çekeni de Can Yücel’den geliyor: “Ruhum sıkıldıkça, ruhum / Mızrapsız bir tambur gibi / Apayrı bir hava vücudum / Sarhoş bir İskele Babası kadar / Hem delikanlı, hem deliler gibi ihtiyar.”
İçinde her yaştan “kendin”…
Zira insan tüm varlığıyla öyle tamı tamına, tarifi tarifine ihtiyarlamıyor pek. Bir yaşlının bedeninde her yaştan “kendisi” gizli. Onların yaşları başları, her gün başka ayaklanma, başka ricat, dilemma. Birisi dizlerini ovalarken, diğerinin gözü ağaçtaki can eriğinde… Oturup gençliğinin başını okşayan, tek dişiyle “akılsız başına” küfredenin sesiyle irkiliyor.
Yaşlanmak bir yana uzun yaşamak, hatta yaşamak bile benzer, hüzünlü duygular yaratabiliyor. En azından “yaşama zevki”ni akın akın istila eden bu koşullarda öyle dile gelebiliyor; “Böyle yaşamak istemiyorum”un birkaç gömlek ilerisi “Yaşamaktan utanıyorum…” bazen. Gün gelir “Yeter bu kadarı…” da dedirtebilir insana, ölmeye uzanır, “ölmeye yatar”… Bilhassa bu ülkede umudun ömrü, hayallerin menzili yaşlanmakla uzamıyor.
“Hiç kafama takmıyorum”
Yaşlanmanın da, yaşamanın da insana etkisi, yarattığı duygular meşrebine, nabzına göre şüphesiz. Etkisinin böyle olması şart değil. Kendisiyle geçinmesi de bünyeyle ilgili. Yapma da olsa gül gibi geçinmesi de mümkün, dikeni arada kendine batırarak da…
Yaşamanın, uzun yaşamanın sırrını “takma kafana”yla özetleyenler, “kendince ispatlayanlar” da az değil. İnsana, insanlığa, insanî duygulara saygısızlık, hatta küstahlık oysa. Kibrin kafasız, bön hâli… Hele başkalarının hayatı, ekmeği, hürriyeti, bedbahtlığı pahasına yaşayıp da gözü “dalya”da olan utanmazlarda.
98’inde ölen Kenan Evren’e bir söyleşide, 90 yaşındayken soruyorlar; “Babam ve Oğlum filmini seyrettiniz mi?” Seyretmemiş ama 12 Eylül’le ilgili o filme dair bir fikri tabii ki var: “12 Eylül’den zarar görmüş, hapse girmiş, işinden atılmış veya işkence görmüş kişilerden çıkmış şeyler bunlar. Ben ne yapayım yani. (Gülüyor) Ben böyle şeyleri hiç kafama takmıyorum.” “12 Eylül’den zarar görmüş kişiler”in sayısı istatistiklerde milyonlarla ifade ediliyor, ne gam. Ruh kanseri, ruh çürümesi mi demeli.
Uzun yaşamaktan sıkılmak
Farkındalıktan, duyarlılıktan kaynaklanan mahcubiyet değerli… Dört yıl önce bugün, 14 Temmuz’da hayattan ayrılan Adalet Ağaoğlu’nun cümleleriyle de geçmişti aklımdan. Ölmeden bir buçuk ay önce, 91 yaşındayken Çınar Oskay’la yaptığı söyleşide şöyle özetliyor duygularını: “Bu kadar uzun yaşamayı istemezdim, dünyanın bu halini görmeseydim…” Kendinden sıkıldığını da söylüyor, çok sıkıldığını…
Oskay’ın “Yaşadığınız bu dönemde dünyaya gelmiş olmaktan memnun musunuz?” sorusuna verdiği bu yanıtlar, zarif, güzel yaşlanan silueti, ifadesiyle de geliyor gözlerimin önüne. Bir ona bakıyorum, bir de…
Değindiğim o mahcubiyete de değer kazandırıyor. Kibrin de panzehiri, mütevâzı… Hayatı, onca kitabı ülkesinin, dünyanın o hâliyle yaşam boyu mücadelesiyle, hesaplaşmasıyla dolu. Yüzleşmeler, direnmeler, samimi itiraflar… Üstelik “hamâsî, slogan edebiyatı”nın gölgesinde, her yandan ateş altında.
Ölmeye yatarak siliniş
Yarım asır önce yayınlanan “Ölmeye Yatmak” hayatla-ölümle, geçmişle yüzleşmenin de romanı. En geri dönülebilir, uzun, soyut bir intiharın da… Fulya Bayraktar’la söyleşisinde değiniyor: “Bu intihardan çok daha dürüst bir siliniş, bir kayboluş… Aysel’i kıskanırım… Hayatta kendimin yapamadığını romanda Aysel’e ‘yaptırabildiğim’ için.”
Aysel perdeleri sımsıkı kapalı bir otel odasında çırılçıplak soyunup yatağın içine giriyor, ölmeye yatıyor. “Ölümün tamamlanmasını” bekliyor kımıldamadan. Lâkin “ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini” düşünmemiş. Sonradan epey düşünüyor ama… “Dar Zamanlar Üçlemesi”nin son kitabı “Hayır”da. Aysel’in akademik çalışması, “Aydın İntiharları ve Geleceğin Başkaldırısı” hakkında.
Ruh mu üşüyor, beden mi?
Aysel’in “ölmeye girdiği oda sıcacık”. Ama titriyor battaniyenin altında. Ağaoğlu’nun “Ruh Üşümesi” romanındaki gibi bir üşüme sanki: “Ruhunuz buz keserken içinizin acıdan ve isyan aleviyle cayır cayır yandığını duydunuz mu? (…) Giderek kendimize daha kalın kabuklar ediniyoruz, dikenli duyargalarımızı daha çabuk içeri çekiyoruz. Kabuklu hayvanlara benzedik; öyle ki, titreşimlerimizin suyun gel-gitlerine mi, kendimize mi ait olduğunu, ruhumuzun mu, bedenimizin mi üşüdüğünü başta kendimiz, artık kimse kestiremiyor.”
O titreme Aysel’i “Hem ölüme yaklaştırıyor, hem ölümden uzaklaştırıyor. Bir ölüm titremesi belki. Ama titredikçe ölmemiş olduğumu anlıyorum. (…) Ölüm gecikiyor. Ölüm geciktikçe de insan eski alışkanlıklarına dönmeye vakit buluyor.”
“İntihar etmeyeceksek…”
Alışkanlıkların tahtında yaşama alışkanlığı olmalı. Bir alışkanlık olarak yaşamak da esasında ölmeye uzanmak ama hayat işte. Ölmeye yatan Aysel de kalkıyor, giyiniyor, dudağına biraz ruj bile sürüyor. Asansörle 16 kat indikten sonra otele faturasını ödüyor, dışarı çıkıyor: “Başkentin puslu nisan sabahı…”
Altı yıl sonra, 1979’da yine Ankara’da, “Bir Düğün Gecesi”nde Tezel’in sözleri karşılıyor bizi: “İntihar etmeyeceksek içelim bari…” Yani “Nerede kalmıştık…” O yıllarda o cümlesi de bir özdeyiş gibi hafızamızda; masalarda kimbilir kaç kadeh o replikle kalkıyor. “Ölüm gibi bir şey oldu… / Ama kimse ölmedi.” Şairâne…
Ağaoğlu’nun kelimeleri
Ağaoğlu’nun sözlüğü doğurgan. “Ölmeye Yatmak”, “Ruh Üşümesi” de, romanlarının adlarıyla da hayata yerleştirdiği kelimelerden, kavramlardan. “Mânâ” derinleşiyor, zenginleşiyor… Ruh üşümesi misal. Üşür, titrer sevdiğin biri, sarılırsın, “İçimden geliyor…” der ya. Usulca…
Yalnızlık, daralmışlık, bunalma, boğulma, solma, yoksa huy mu-huysuzluk mu dersin… Ağaoğlu’nun “(Oda Romanı)” olarak da adlandırdığı o romanındaki gibi “ekonomik, sosyal, tarihsel ve ruhsal türlü ‘manialar”ın, “kimsenin kimseyi ısıtmaması”nın, “derdini anlatamaması”nın tezahürü müdür yoksa?
“Yazsonu” romanı, o bitişik vurgu da bana yeni bir kelime kazandırmış, “dört mevsim”in sayısını -gerektiği gibi- çoğaltmıştı mesela. Baharla yazın arasına uğrayan “İlkyaz” misali, “Yazsonu” da elbette başka, ara bir mevsim. Yaz dağılır, “iskemleler-masalar”, yani hayat toplanır… Hazan mevsimine gayet uygun bir geçiş.
Rezil bir düğün gecesi
“Ölmeye Yatmak”taki tamamlanmamış bir ölümün, intihar süsü verilmiş bir inzivanın, o günlerde yine “sosyal intihar” gibi bir yüzleşmenin, hesaplaşmanın, meydan okumanın ikinci perdesi o düğün gecesiyle açılıyor. Yine aykırı, alışkanlıklarla, tabularla, “dokunulmazlık”larla yaka paça… Darbeye giden günlerde, 1979’da anti-militarizmin doruğu. Üstelik romanı…
Ordu-siyaset-iş dünyasını “Başkent”te, hem de Anadolu Kulübü’nde buluşturan o düğün, Tezel’in deyimiyle “Rezil bir gece”… “Komutanım” demeden kimsenin ağzına alamadığı, askerde astların üstlerine (yani komutanlarına) öyle hitabının yasak da olduğu “general” kelimesi romanda en az 100 kez geçiyor. “Paşamlar, paşa karıları, oğulları, torunları, baldızları, dünürleri, kayınbiraderleri…” keza.
Hele Tezel’in “düğünlük” ağzından, hem de “Paşaların, o Evren’in” darbesine aylar kala… Zehir zemberek; bugün bile öyle konuşamazsın devletlû nizam, “cenk düzeni”, feci sosyal medyasıyla “seferberlik, savaş hâli” izin vermez.
Resmi ideolojiye sivil direniş
Kendi deyişiyle Ölmeye Yatmak “resmi ideoloji”yle mücadelesinin başlangıcı: “Resmi ideoloji ile benim kadar çok hesaplaşmış edebiyat yazan az. Ölmeye Yatmak’la böyle bir hesaplaşmayı ilk başlatanlardan biriyim, diyebiliyorum. Muhalifim. Yazar olarak beni ben yapan, devlet biçiminin cumhuriyet olması, ama asla ve kat’a demokrat olamaması görüşümdür. Ölmeye Yatmak, odur. Bu ilk romanda, Cumhuriyet’i ameliyat masasına yatırdım. Çünkü bizzat yaşadığım bir şeydi bu.”
Ölmeye Yatmak kendisiyle de cesur bir yüzleşmenin başlangıcı. Umutları, geçmişi, tecrübeleriyle de… “Otuz yılda hiçbir yere gelinmemişse, bir başkaldırı mutlak olmalı. Bu hiçlik de yaşanmalı. Bir boşluğa olanca hızla düşülmeli. Bu düşüş gerçek yüzünü göstermeli. Bu düşüş yokmuş gibi yaşanılamaz. Düşülen yerden yıldızlar seyredilemez. Ülkücülük şırıngası ile Oscar Wilde bilgiçliği arasında asılı durulamaz. Bir yere dikilmeli. Orda sağa sola bakılmalı.”
“Karşı taraf”ın faşizmi
Romanları faşizmin, otoriterliğin içselleştirilmesinin, sindirilmesinin, o “heves”in de tarihi. Sahalara çıkan, ekranlarda, hatta ameliyathanelerde yükselen “Bozkurt”un seyri de ilk romanından beri uğrak noktası. “Hayır”da otorite, faşizm hevesinin sadece bildik taraftan gelmediğini, mesela “ülke aydınına el koyma hevesinin yalnız karşı taraftan geldiğini düşünmenin yanlış olduğunu” da vurguluyor:
“Faşizm de yalnız topla, tüfekle, insanların kıçına cop sokmakla olmaz. Haddini bilmezliğin, bırakın aydına, insana saygısızlığın her biçimi faşizmin ta kendisidir. Tarihsel sorumluluklarımızı tartma terazisini elinizde tutma hakkını kim veriyor size?” Hayatın her alanına sızıyor. Sıradan-sıraya giren-sırası gelen-sıra saygı gözetmeyen faşizm, “faşistik eğilimler”…
Faşistik yalan ve “sanat”lar
“Hayır” romanında kendi deyimiyle “uydurduğu” “faşistik” kelimesi de bence gayet yerinde, ihtiyaca cevap veren bir kelime; “faşistik yalan”. Kara gömlekli yalanlar… “Artistik sanatlar”a da sızan, yayılan hâliyle cümle içinde kullanabilirim misal: “Faşistik ‘sanat’lar…” Lafın gelişi/getirilişi “sanat” tabii. O belâya dönüşen süfli belâgat, ruhu hamallaştıran hamâset “sanatları” mesela.
O tipik yalanlar, “sanat”larla ilgili müstakil bir yazı da kafiyeden geçilmez zaten, dıgıdık dıgıdık manzume olur: Atmosferik, didaktik, sistematik, fanatik, anestezik, patetik, apokaliptik, otomatik, karakteristik, hatta bazen karşı kanatta “diplomatik”. Kısaca Yaşayan Faşistik Sözlük’e birebir uyan kafiyeler.
“Yamama umutlar, inançlar”
“Hayır”da yaşlanmaya başlayan Aysel, “satıcı kızın, portakal soyan polisin” deyişiyle artık “Hanım teyze”. Kızsa da nafile: “İnsanın, hayatın dışına doğru itilecek bir döneme girdiğini anladığı an, hiç de hoş bir an değil!”
Aysel de yaşlanmış, “çenesinde minik ak bir kıl, ayak bileği de şişmiş”. Lâkin umutlarının -serinin son romanında da- yaşlandığını söylemek pek mümkün değil. “Kanmaya, yeni umutlar edinmeye yatkın”. Ancak “yamama umutlar” olmaması kaydıyla: “Ne yamama bağlılıklardan hoşlandım, ne yamama umutlardan ve inançlardan, ne de yamama bir hayattan …” Kanacaksak öyle kanalım bari.