Salaten Tüncina

Ruşen Eşref’in elli sayfalık bir kitapçığıyla karşılaştım: Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki. Muharebe esnasında insan bir şey düşünebiliyor mu diye soruyor Ruşen Eşref görüşmecilerinden birine. Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı cevaplıyor: “Hiçbir şey düşünemiyor. Yalnız korkmuyor. O ateşin içinde öleceğini mi kalacağını mı bilmiyorsun. Zabitlerimiz bize tenbih ederdi ki: ‘Oğlum, Selaten Tüncina’yı okuyun.’ derdiler. Bilenlerimiz okurdu. Bilmeyenlerimiz de tekbir alırdı.”

Diyorlar ki yazarı Ruşen Eşref’in hiç bilmediğim, duymadığım, oldukça önemli ve bir o kadar ilginç, risale denebilecek, elli sayfalık bir kitapçığıyla karşılaştım: Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki (Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990).

Ruşen Eşref, kitapta, tıpkı Diyorlar ki’de olduğu gibi, Çanakkale Savaşı’nda bizzat bulunmuş asker ve zabitlerle bir tür mülakat denebilecek, yarı-yapılandırılmış gibi gözüken görüşmeler yaparak söylenenleri olduğu gibi kayda geçiyor.

Konuşanların şivelerine, deyiş biçimlerine karışmaksızın, çok gerekirse parantez içi açıklamalarla yetiniyor. Kitabı yayıma hazırlayan Uluğ İğdemir, “Kitaptaki mülakatlar kahramanların ağızlarından çıktığı gibi not edilmiş, yazarın kendisi tarafından bunlara bir tek kelime katılmamıştır” (s.viii) diyerek belirtiyor çalışma şeklini.   

Bu yapılana, “bir tür mülakat” diyorum zira görüşmenin ulaşmak istediği belli bir amacı varmış gibi gözükmüyor. Daha çok, bu olağanüstü -insan-üstü de denebilir pekala!- tecrübeyi yaşayan insanların anılarına duyulan büyük saygıyla, anlatılan her şeyin eşit ölçüde değerli olduğunu bilerek, sözün nereye gittiğine hemen hiç karışmaksızın, sözlü tarih gibi çalışıyor Ruşen Eşref. Bir yerde, “Gel hemşehri, şöyle yanıma yaklaş dedim” dedikten sonra, Ayaşlı er Ecir Bin Mustafa’yla nasıl görüştüğünü şöyle anlatıyor: “Ecir bin Mustafa, muhayyele ve muhakemesi henüz olgunlaşmamış bir çocuk zihnine biriken hatıraları ve tahassüsleri atlıya atlıya naklediyordu. Ben de keyfine değmiyordum” (s.5).

Çanakkale Savaşı’na katılan Türk ya da yabancı askerlerin, tanıklık etmiş muhabir, gazeteci ya da doktor-hemşire gibi sivil kişilerin hatıraları yok değil elbette. Yeni Zelanda, İngiliz, Fransız, Türk askerlerine ait hatıra kitapları yayımlandı, bazıları oldukça meşhur da oldu. Bazılarıysa her okuyanın içine saplanan bir yer edindi (Bunu yazınca aklıma hemen, 21 yaşında şehit olan İbrahim Naci’nin tuttuğu günlüklerden oluşan Allahaısmarladık kitabı (Yeditepe Yayınları) geldi. Ve onun şu satırları: “Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patladı…Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allah’a ısmarladık…”).

Hatıra kitaplarının yanı sıra, çoğunlukla bu eserlere dayalı yarı-kurgu metinler de ortaya çıktı. Romanlar, hikayeler, destanlar yazıldı. Farklı kaynakların olması önemli çünkü bu sayede, nesnelliğe ulaşmak daha mümkün. Ancak yine de bu kaynakların çoğu -neredeyse tamamı hatta- kişilerin anılarını, yaşadıklarını ve tanıklıklarını kendilerine göre kaleme aldıkları metinler. Bu yönüyle hala hayli kişisel olduğu söylenebilir.  

Ruşen Eşref’in kitabı ise, başka biri tarafından sorulan sorulara verilen cevaplar olması bakımından farklılık arz ediyor. Bu şekilde yazılmış eser bildiğim kadarıyla hayli az. Şu bile denebilir ki, bu tür bir mülakat yapılmasa birçoğunun kendi başına hiçbir zaman yazmayacağı ya da dile getirip kamuya mal edemeyeceği hatıralar olduğu için, gömülü gerçeğin yitip gitmesine izin vermeyip gün ışığına çıkmasını sağlaması bakımından ayrıca değerli. Okuma yazması bile olmayan insanların görüp yaşadıklarının dile gelmesi, her zaman kendi hatıralarını kaleme almaktan daha zor ve daha nesneldir.  

Gelelim, kişilerin anlattıklarına. Birçoğu artık bildiğimiz ve tam da bu yüzden belki de sıradan gibi algıladığımız olağanüstü hikayeler bolca…kolunu kaybettiği halde savaşmaya devam eden askerler, yaralı komutanı -ve hatta düşman askeri!- için hayatını bütünüyle riske atmaktan çekinmeyenler, onbaşı iken bütün komutanları öldüğü için kendisini bir anda bölüğün başında bulanlar, elli metre ötedeki topun tüfeğin karşısında türkü söyleyebilen, neşesini kaybetmeyebilen ve ölüme gittiğini bilmesine rağmen duasını okuyup koşarak karşı cepheye koşabilen insanlar…

Anlaşılan o ki rütbeli rütbesiz hepsinin ağzında her an bir dua var ve de: Salaten Tüncina. Komutanlar, özellikle işin ucunda ölümün yakın olduğunu bilerek emir verdiklerinde, askerlerinden yapılacakların yanı sıra bu duayı da okumalarını söylüyorlar. Dindar olsun ya da olmasın, dua bilsin ya da bilmesin her asker bu duayı önemsiyor. Adeta savaşın resmi duası gibi! Muharebe esnasında insan bir şey düşünebiliyor mu diye soruyor Ruşen Eşref, görüşmecilerinden birine. Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı cevaplıyor: “Hiçbir şey düşünemiyor. Yalnız korkmuyor. O ateşin içinde öleceğini mi kalacağını mı bilmiyorsun. Zabitlerimiz bize tenbih ederdi ki: ‘Oğlum, Selaten Tüncina’yı okuyun’ derdiler. Bilenlerimiz okurdu. Bilmeyenlerimiz de tekbir alırdı” (s.14).

Bu kitabın benim açımdan birkaç önemi var. Birincisi, Anadolu’nun çok çeşitli -kendi deyişleriyle- kariyelerinden (köylerinden) çıkıp gelmiş köy çocuklarının, sadece duaya ve dini inanca değil, her şeye, komutanlarına, kendilerine, ülkelerine ve ölüme tıpkı bir dine inanır gibi inanmışlıkları çok etkileyici. Kendine inanmakla başkasına inanmak ve bir dine bağlanmak arasındaki güçlü ilişkiyi anlıyor insan okudukça.  

İkincisi, askerlerin kimisi gözünü kimisi kolunu kaybettiği sırada, havalarda kopmuş vücut parçaları uçuşurken neler düşünüp neler yaptıklarını, devasa İngiliz deniz gücü ve “desiseleri”ne karşı nasıl saf bir inanmışlıkla karşı koyduklarını anlatma rahatlıkları, sıradan erlerde bir tür kurmaylık vasfı aramama neden oluyor.

İngiliz desisesi demişken, bu ordunun alamet-i farikalarından birinin savaş hilesi ve desiseleri olduğunu anlıyoruz.  Ama bizimkilerin gözünden çok cesur gözükmüyorlar. Belki de bizimkiler kadar ölümüne bir adanmışlıktan çok, hesaba kitaba dayalı rasyonel tavırları bizimkilere korkaklık ya da ürkeklik gibi gözüküyor. Bir yerde Ruşen Eşref, “İngilizler cesurcasına mı hücum ederlerdi?” diye soruyor. Ayaşlı cevap veriyor: “Hiç on para etmez İngiliz… Hiç korkumuz yoktu hamdolsun. Topu tüfeği iyiydi emma, velakin topu tutturamaz ki!” (s.4)    

Kurmaylık demişken, iyi bir kurmayın, hiçbir duruma, koşula ya da olan bitene şaşırmaması beklenir. Kurmaylık, zor şartlarda doğru kararları vermeyi, doğru stratejileri ve taktikleri anlık olarak olay yerinde, ölüm kalım halinde bile uygulayabilmeyi gerektirir çünkü. Dışsal faktörler ne kadar ağır olursa olsun zihnin işleyişi serinkanlı bir biçimde sürmeli, bir sürü insanın aklını kendi aklıyla birleştirebilmelidir. Kurmay, o an için en yaratıcı akla sahiptir ve baskıya, korkuya, paniğe kapılırsa ilk kaybedeceği şey, yaratıcı düşünebilme, çözüm üretebilme kabiliyetidir.

Çanakkale Savaşı’nın bir kurmay savaşı mı yoksa sıradan askerlerin savaşı mı olduğu tartışması yapılır ara sıra. Benim bu küçük kitaptan hareketle vardığım sonuç, aslında bizim henüz hayatı hiç tanımayan köylü askerlerin, tıpkı bir kurmay gibi hiçbir şeye şaşırmamaları ve her türlü durum karşısında yapılması gerekenleri -ne pahasına olursa olsun- yapabilmelerinin, komutanlarıyla aralarında inanılmaz güçlü bir bağ oluşturduğu oldu. Başka bir anlatımla, bu karakterdeki erler bir kurmay için bulunmaz bir asker tipi olmalı diye düşündüm.

Muhtemelen sert coğrafyaların çocukları, her türlü hayat şartlarına, badirelere her an hazır bir hayat sürdürdüklerinden, büyük yokluk ve yoksunluklarla sürekli iç içe yaşadıklarından, doğanın o büyük gücü karşısındaki çaresizliği iyi bildiklerinden, her şeye daima hazır -tıpkı orduda olduğu gibi!- hiçbir şey karşısında zorlanmadan, verilen emirleri ölümüne yapabilmiş olmalılar.

Son olarak, İngiliz ordusu belli ki bir deniz ordusudur. Türk ordusu ise tam anlamıyla bir kara ordusu. Çanakkale savaşı, yalnızca iki ayrı düşmanın değil, iki ayrı mantığın, iki ayrı kafa yapısının, iki ayrı kültürün ve iki ayrı ordunun savaşıdır. Deniz gücüyle kara gücünden hangisinin daha üstün olduğunun da tam anlamıyla sınandığı bir mücadeledir.

Görünen o ki deniz gücü, sürekli savaş hilelerine ve desiselerine muhtaçtır. Bugün buna hava savaşını da katabiliriz belki. Oysa kara savaşı ne kadar strateji, taktik, kurmay zekâsı gerektirse de hilenin ve desisenin en az olduğu, ya da bütün bunların ötesinde, sıradan askerlerin adanmışlığına en fazla ihtiyaç duyulan savaş türüdür. Burada, ölüm karşısındaki tutum fazlasıyla belirleyicidir. Karada savaşmadan hiçbir savaş sonlandırılamaz bu yüzden.

Bizim köy çocuklarının aşırı inanmışlıkları, başlarında inandıkları bir komutan olduğu sürece büyük sonuçlar üreticidir. Yüzbaşı Emin Ali Bey, en badireli bölgelerde savaşmış bir subay olarak vardığı sonucu şöyle özetler: “Türk ordusunun başında sevk ve idare eden hâkim bir kumanda heyeti bulundukça, askerlerimizin, atalarından mevrus bütün harb ve fedakarlıklar seciyelerini onlar gibi yaratacaklarına dair parlak menakıptır.” (s.41)  

Salaten tüncina duasının bir diğer adı da “kurtaran salavat”tır ve belli ki kurmaylık sanatı, ancak güçlü bir inançla birleştiğinde kurtarıcıdır.  

- Advertisment -