1815 yılında ABD’nin 4. Başkanı James Madison, selefi Thomas Jefferson’ın özel kitap koleksiyonunu federal hükümet bütçesiyle satın alınmasını öngören bir kanunu onaylamış ve Jefferson’un Virginia’daki çiftlik evinden 6487 kitap başkent D.C.’deki Kongre kütüphanesine taşınmıştı. Bu kitap alışverişi, yeni kurulmuş çiçeği burnunda bir devlet olan ABD için oldukça önemliydi. Zira 1812’de ABD ile savaşan Birleşik Krallık, D.C.’deki neredeyse bütün devlet binalarını yakmış, bağımsızlık ilan eden ABD’yi küçük düşürmüştü. Yanan binalar arasında Kongre binası Capitol de bulunuyordu. Capitol ile birlikte geniş bir arşive sahip kütüphane de kül olmuştu. Amerikalılar, yeni kurdukları devletin en temel organı olan Kongre’nin kütüphanesini yeniden canlandırmak, dünya çapında referans olabilecek bir arşiv oluşturmak istiyordu. Jefferson’ın kişisel arşivindeki nadir kitapların Kongre kütüphanesine taşınması da bunun için önemli bir adımdı.
Jefferson’ın arşivi içerisinde kütüphane görevlilerini çok şaşırtacak bir eser vardı: George Sale’nin İngilizce Kur’an çevirisi. İki ciltlik bu çeviri, doğrudan Arapça’dan çevrilen ilk Kur’an’dı. Sıkı bir İslamofobik ve oryantalist olan Sale, İslam ile daha iyi mücadele edilmesi, misyonerlik faaliyetlerinin daha etkin yapılması için bu çeviriyi kaleme almıştı. Çevirinin önsözünde İslam’ı hor görmüş ve asıl niyetinin Hıristiyan misyonerlerin Müslümanları dinden döndürmek için ikna ederken dayanabilecekleri bir kaynak eser sunmak olduğunu açıklamıştı. Thomas Jefferson ise İslam dinine duyduğu meraktan dolayı kitabı özel arşivine eklemişti. Jefferson’ın 1800’lü yıllarda İslam’a ilgi duyması pek de tesadüfi değildi. Tahminlere göre Afrika’dan getirilen kölelerin %20’si Müslümandı. Her ne kadar bazıları gönüllü bazıları zorla din değiştirse de beyaz köle sahibi Amerikalılar daha önce tanık olmadıkları bir dinle tanışıyor, Hz. Muhammed’in öğretisini anlamaya çalışıyordu. Thomas Jefferson da hem bir siyasetçi hem de bir entelektüel olarak İslam’ı merak edenler arasındaydı. Bir ABD başkanının Kur’an okuması pek rastlanır bir durum değildi. Jefferson 22 yaşında bir üniversite öğrencisiyken Kur’an’ı almış, John Locke’nın bir kitabını okurken Müslümanlara dair kimsenin dini inancından dolayı temel hak ve özgürlüklerinden mahrum kalmamasına yönelik kişisel notlar tutmuştu. Jefferson’ın İslam’a dair olan merakı ve ilgisi, 1805 tarihinde Beyaz Saray’da ilk iftarın düzenlenmesine de vesile olmuştu. Jefferson, Tunuslu bir diplomatı Ramazan ayında ağırlamış, yabancı konuklar için düzenlenen resmi devlet yemeği iftar nedeniyle güneşin batışına ertelenmişti. Jefferson’un bu dini hoşgörüsünün temelinde hiç şüphesiz İslam ile bizzat Kur’an okuyarak tanışması yatıyordu.
Kongre kütüphanesinin nadir eserler bölümünde saklanan 1734 basımı bu özel eser, 191 yıl sonra tozlu raflardan indirilmek zorunda kaldı. 2006 araseçimlerinde tarihi bir an yaşanmış, Minnesota 5. Bölge seçimlerini Müslüman siyah Amerikalı Keith Ellison kazanmıştı. Keith Ellison, Kongre’ye seçilen ilk Müslüman olarak tarihe geçmişti. Keith Ellison, doğal olarak birçok Amerikalı Kongre üyesinin aksine yemin töreninde İncil’e değil, Kur’an’a el basmak istemişti. Ellison’ın yemini için nadir eserler koleksiyonundan Jefferson’un Kur’an’ı çıkarılmış, Ellison Temsilciler Meclisi’nin yeni lideri Nancy Pelosi’nin huzurunda Kur’an’a el basarak yemin eden ilk Kongre üyesi olmuştu.
Demokrat Partili Keith Ellison’ın Kur’an’a el basarak yemin etmesi üzerine maalesef herkes Jefferson’ın hoşgörüsünü örnek almamışt. Özellikle İslamofobik bazı Cumhuriyetçi vekiller, Kur’an’a el basarak yemin etmenin anayasaya aykırı olduğunu, yeminin ve dolasıyla vekilliğin geçersiz sayılmasını savunmuştu. En sert tepki ise Virginialı Temsilciler Meclisi üyesi Cumhuriyetçi Virgil Goode’dan gelmişti: “Yemin etmek için elimi kaldırdığımda diğer elimde İncil olacak. Kuran’ı hiçbir şekilde kullanmayı kabul etmiyorum. Minnesotalı Müslüman Temsilci o bölgenin seçmenleri tarafından seçildi ve eğer Amerikan vatandaşları uyanmaz ve göçmenlik konusunda benim tutumumu benimsemezse, muhtemelen daha pek çok Müslüman göreve seçilecek ve Kuran’ın kullanılmasını talep edecek… Korkarım ki önümüzdeki yüzyılda çok daha fazla Müslümana sahip olacağız.”
Virgil Goode, henüz Trump’ın partiye hakimiyetiyle ipleri eline almamış popülist Cumhuriyetçilerin göç üzerine olan korkularını kullanarak Müslüman nüfusun artacağı korkusunu yaymış ve Ellison’ı hedef almıştı. Fakat ne tezat ki Ellison, göçmen değildi. Siyah Katolik bir ailede büyümüş, üniversite çağında kendi araştırmaları sonucu Müslüman olmaya karar vermişti.
Ellison daha sonrasında Minnesota Eyalet Savcılığı’na uzanan başarılı bir siyasi kariyer izledi ve Jefferson’ın Kur’an’ı 2018 seçimlerine kadar tekrar rafa kaldırıldı. 2018’de ise yine bir “ilk” için tekrardan raftan indirildi. 42 yaşındaki Filistin kökenli Rashida Tlaib, Müslümanların yoğun bir şekilde yaşadığı Michigan’ın 13. Bölgesi’nde seçimleri kazanarak ABD’nin ilk kadın Müslüman kongre üyesi seçilmişti. Bu “ilk” sıfatını Rashida ile birlikte Somali kökenli Minnesotalı Ilhan Omar de taşıyordu. Ilhan Omar kendi kişisel Kur’an’ına el basarak yemin ederken Rashida, Keith Ellison gibi Jefferson’ın Kur’an’ını tercih etmişti.
Rashida Tlaib’in Kongre’ye seçilmesi tarihi bir andı. 2016’da Trump başkan seçilmiş, 2018 araseçimlerinde Demokratlar rekor sayıda azınlık ve kadın vekille Temsilciler Meclisi çoğunluğunu kazanmış, Nancy Pelosi’yi tekrardan meclis lideri seçmişti. Rashida Tlaib’in meclise girmesi bütün Demokrat Parti tarafından kutlanmış, Trump’ın Müslümanlara karşı nefret dolu açıklamalarına bir cevap olarak algılanmıştı.
Bu tarihi zafere rağmen Rashida Tlaib’in Kongre’ye seçiliş süreci de Kongre’deki deneyimi de pek rahat ve huzurlu geçmemişti.
Megafonlu kadın
Rashida Tlaib, 1976 yılında işçi sınıfının yoğun yaşadığı Michigan eyaletinin Detroit kentinde doğdu. 14 çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu. Annesi Batı Şeria’nın bir köyünde, babası ise Doğu Kudüs’te büyümüştü. Babası önce Nikaragua’ya göç etmiş, ardından Amerika’ya gelerek bir otomotiv fabrikasında işe girmişti. Rashida sadece ailenin en büyük kızı değil, aynı zamanda “ikinci bir anneydi”. Hem bir yandan okuyup kardeşleriyle ilgileniyor, hem de Michigan’daki yoğun nüfuslu Müslüman topluluğunda aktif olmaya çalışıyordu. Önce siyaset bilimi lisansını, ardından da Thomas Cooley’de hukuk bölümünü tamamladı. Hukuk fakültesini bitirir bitirmez emekli olma kararı alan Steve Tobocman’ın eyalet meclisinde boşalan koltuğuna talip oldu ve siyasete atıldı. Rashida Tlaib daha öncesinde Tobocman’ın ofisinde staj yapmış, çalışkanlığı ve enerjisiyle vekilin gözüne girmişti. Rashida Tlaib, yaklaşık 250 bin Arap Amerikalı’nın yaşadığı Michigan’da hem Müslüman hem Arap kökenlilerin haklarını savunan dernek ve STK’larda aktif çalışan, halkla iç içe olan bir siyasetçiydi. Sadece etnik temelli bir bakış açısı yoktu. Kendini sosyalist olarak tanımlıyor, ücretsiz sağlık sigortası, hava kirliliği, işsizlik, yoksulluk gibi sorunları gündeme taşıyor, özellikle Michigan’ın yoksul ve işçi sınıfı semtlerindeki su ve hava kirliliği sorunlarını dile getirdiği gösteriler düzenliyordu. Elinde megafon gösteri gösteri gezmesiyle akıllara kazınmıştı.
Michigan’ın 1965 yılından beri görevde olan siyah hak aktivisti solcu vekili John Conyers’in 2018 yılında cinsel taciz suçlamaları nedeniyle istifa etmesi üzerine Rashida Tlaib, özel seçimlerde Temsilciler Meclisi’ne adaylığını açıkladı. Michigan 13. Bölge, çoğunluğu siyah olan bir dar seçim bölgesiydi. Rashida Tlaib, rakiplerinden daha fazla para toplamasına ve sol kanat Demokratların desteğini almasına rağmen özel seçim için düzenlenen önseçimleri 1700 oyla kaybetti. Yine kendisi gibi etkin bir yerel siyasetçi olan Brenda Jones Demokrat Parti’nin adayı olarak özel seçimi kazandı ve meclise girdi. Kısa bir süre sonra bütün Temsilciler Meclisi’nin yenilendiği 2018 araseçimleri için düzenlenen önseçimde ise Rashida Tlaib yine aday oldu ve bu sefer görevdeki Brenda Jones’i 900 oyla geçti. Daha fazla siyah rakibin çıkması Rashida’nın önünü açmış ve seçimleri kazanmasını sağlamıştı.
Rashida Tlaib, özellikle sol örgütler ve etkin bir saha kampanyasıyla yüksek miktarda bağış topluyor, Amerika’nın bütün şehirlerindeki Müslümanların finansal desteğini alıyordu. Bir yandan kampanya yapıyor, bir yandan boşanmış bir bekar anne olarak iki küçük çocuğunu büyütüyor, bu yetmezmiş gibi yaşadığı mahalledeki uyuşturucu, fuhuş gibi vakaları tespit ederek polise haber veriyordu. Bir gününün bile sakin geçme şansı yoktu. Siyasi hayatı düzenli bir kaosun içindeydi. Vekil olmasıyla bu kaos uluslararası bir boyut da kazanmıştı.
Oy veren Amerika, kutlayan Filistin
Rashida Tlaib, işsizliğin, yoksulluğun ve çevre kirliliğinin Amerika’nın geneline göre yoğun olduğu mahallesindeki seçimleri %84 oy oranıyla kazanmıştı. Bu tarihi seçim zaferini en coşkulu kutlayanlar ise annesinin işgal altındaki Batı Şeria’daki köyü Beit Ur Al-Fauqa sakinleriydi. Rashida’nın dayıları, teyzeleri ve anneannesi bu seçim zaferini kutlamak için bütün köye çay ve tatlı dağıtmıştı. Ailenin bütçesi bu ikramdan pek etkilenmemişti. Zira İsrail’in yasadışı yerleşimleri, ordunun tacize varan baskınları ve köye giriş çıkışların sıkı bir şekilde kısıtlanmasından dolayı köyün nüfusu zaman geçtikçe azalmış, çoğu genç bir şekilde yurtdışına göç etmişti.
Rashida’nın dayısı seçim zaferini çay ikramıyla kutluyor
Rashida Tlaib, 90 yaşındaki anneannesini en son 2009 yılında ziyaret etmiş, annesinin doğduğu toprakları görebilmişti. Seçilir seçilmez ilk arzusu, ABD Kongre üyesi sıfatıyla memleketini ziyaret etmek ve anneannesini geç olmadan görebilmekti. Fakat Rashida Tlaib’in Amerikan Kongresi’ne seçilmesi her kapıyı açmamıştı. Dönemin ABD Başkanı Donald Trump Netanyahu hükümetinden, İsrail’i sert bir şekilde eleştiren iki Müslüman kadın Kongre üyesi Rashida Tlaib ve Ilhan Omar’a İsrail’e giriş izni vermemesini rica etmiş, bunun üzerine İsrail ülkeyi ziyaret etmeyi planlayan Amerikalı Kongre üyelerine yeşil ışık yakmamıştı. Rashida Tlaib’in anneannesini “son kez” görmek istemesi üzerine İsrail kararını gevşetmiş, fakat bir şart ileri sürmüştü: Rashida Tlaib, gezi boyunca hiçbir siyasi açıklama yapmayacak, İsrail’i eleştirmeyecekti. Rashida Tlaib her ne kadar ilk aşamada teklifi kabul etse de daha sonrasında anneannesi üzerinden santaj görmeyi reddetti ve ziyaretten vazgeçtiğini açıkladı. Bu tür bir teklifi kabul etmek, bugüne kadar mücadele ettiği ne varsa hepsini bir kenara itmekti. Bu uğurda anneannesini “son kez” görmemeyi dahi göze alabilirdi.
“İsrail’in Omar ve Tlaib’in ziyaretine izin vermesi büyük bir zayıflık göstergesi olacaktır. İsrail’den ve tüm Yahudi halkından nefret ediyorlar ve fikirlerini değiştirecek söylenebilecek veya yapılabilecek hiçbir şey yok. Minnesota ve Michigan onlara tekrar oy vermekte zorlanacak. Rezaletler!”
Ilhan Omar ve Rashida Tlaib, İsrail’e gidebilseydiler İsrail meclisi Knesset’teki Arap vekillerle ve Filistinlilerle dayanışma içinde olan Yahudi siyasetçilerle görüşecek, Mescid-i Aksa’yı ve Batı Şeria’yı ziyaret edecek; İsrail’in işgal politikasını bizzat yerinden kınayacaktı.
Fakat Rashida Tlaib oldukça netti: “Beni susturmak ve bana bir suçluymuşum gibi davranmak anneannemin benim için istediği bir şey değil. Bu benim bir parçamı öldürürdü. Bu baskıcı koşullar altında anneannemi ziyaret etmenin inandığım her şeye, ırkçılığa, baskıya ve adaletsizliğe karşı mücadeleye aykırı olduğuna karar verdim.”
Nitekim anneannesini gerçekten bir daha asla göremedi. İsrail’in 2023 sonbaharından beri yürüttüğü Gazze katliamı sırasında Rashida Tlaib, solcu arkadaşlarıyla İsrail’i sertçe eleştirmeye devam ederken Mart ayında Batı Şeria’daki anneannesinin ölüm haberini aldı. Rashida Tlaib, kendi vatandaşı olduğu, meclisinde vekil olduğu ülkenin verdiği bombalarla sadece soydaşlarının korkunç bir soykırıma uğradığına tanık olmakla kalmamış; aynı zamanda İsrail ve dönemin ABD başkanı Trump yüzünden anneannesini son kez görmekten de mahrum kalmıştı.
Baskılar bununla da bitmemişti. Tlaib, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’de düzenlediği saldırılardan bir ay sonra İsrail’i hedef alan sözleri nedeniyle kendi partisinden 22 Demokrat üyenin de destek verdiği bir oylama ile Kongre’de kınama cezası aldı. 7 Ekim’i defalarca kınamasına rağmen “Hamasçı, terörist” olarak yaftalandı. Kınama cezasının gerekçesi “nehirden denize özgür Filistin” sloganıydı. Rashida Tlaib Filistin’de işlenen katliama soykırım, İsrail’e apartheid rejimi dediği için “öfkeli, hain, terörist destekçisi” bir radikal olarak resmediliyordu.
İsrail’in Rashida ve arkadaşlarına olan öfkesi sadece “gaddarlığından” değildi, Rashida ve sol kanat Demokratlar Kongre’ye daha önce hiç duyulmamış bir sesi taşımıştı: Filistin. İsrail için bu bedeli ağır bir “suçtu”.
Büyü bozuluyor mu?
2018’de sadece Rashida Tlaib değil, Ayanna Presley, Ilhan Omar ve Alexandria Ocasio-Cortez gibi genç solcu Demokratlar da Trump’a karşı oluşan mavi öfke dalgasıyla meclise girmiş, ileri yaşlı merkez kanat Demokratları önseçimlerde hüsrana uğratmıştı. “The Squad” (Ekip) olarak adlandırılan bu dörtlü her türlü konuda sol/sosyalist politikaları savunuyor, özellikle dış politikada İsrail’i çok sert bir şekilde eleştiriyordu. 2018’den günümüze “Ekibin” sayısı 9’a çıktı. “Ekip” neredeyse bütün İsrail-Filistin oylamalarında birlikte hareket ediyor, partinin sol kanadının sesini meclise gür bir şekilde taşıyordu.
Squad, 90 kişilik sol kanat “ilerici” Demokratları da etkiliyor, konuşmalarıyla, halktaki karşılıklarıyla her geçen gün partinin liberal sol kanadını daha da sola çekiyordu. Demokrat Parti’deki kırılım, İsrail’in Gazze katliamıyla daha da derinleşti. Biden hükümetinin İsrail’e destek açıklamalarına solcular karşı çıkıyor, İsrail’i eleştirmenin antisemitizm olmayacağını söylüyor, gösterilere öncülük ediyor, İsrail’e yönelik silah sevkiyatının durdurulmasını talep ediyordu. Demokrat Parti’nin tabanının neredeyse %60’ının İsrail’in karşısında durmasına rağmen, partinin sol kanadı dışındaki çoğu vekili İsrail’i eleştirmeyi tercih etmediği için solcuların etki alanı az sayıda olmalarına rağmen her geçen gün daha da genişlemişti.
Rashida Tlaib başta olmak üzere Filistin’in sesini meclise taşıyan solculardan en çok rahatsız olan kurum ise hiç şüphesiz İsrail lobisi AIPAC’ti. AIPAC (Amerikan İsrail Kamu İlişkileri Komitesi) kurulduğu günden beri Kongre üyeleri ve hükümet yetkilileri nezdinde lobi faaliyetleri yürütüyor, yasa tasarısı hazırlıklarına yardım ediyor, İsrail ile ABD ilişkilerinin zedelenmemesi için yoğun faaliyet gösteriyor. Fakat en önemlisi, İsrail’i eleştiren, İsrail hakkında olumsuz açıklama yapan veya Filistin-İsrail sorununda Filistinlilere daha yakın olan ne kadar Demokrat, Cumhuriyetçi siyasetçi varsa bu kişilerin siyasi kariyerlerini bitirmek adına para topluyor, rakiplerini destekliyor, aleyhlerine açıklama yaparak kariyerlerini sıfırlamaya çalışıyor. Taktikleri belli: İsrail’i eleştiren, Filistinlilere yönelik hak ihlallerini kınayan yasa tasarılarını destekleyen siyasetçiler mercek altına alınıyor, önce ikna edilmeye çalışılıyor, ikna edilmezse açıkça kınanıyor, “Hamasçı, terör destekçisi, antisemitist” ilan ediliyor ve bir sonraki seçim döneminde rakipleri destekleniyor. Özellikle Gazze’deki katliama yönelik kamuoyu tepkisinin artması üzerine AIPAC kolları sıvadı ve 2024 seçimleri için 100 milyon dolarlık bir bütçe ayırdı. AIPAC, İsrail’i eleştiren solcu Demokratların önseçimlerinde teker teker rakip çıkarmayı ve bu rakiplere milyonlarca dolar akıtarak solcular “avlamayı” amaçlıyor.
Ne trajik ki, AİPAC’ın ilk kurbanlarından biri de solcu Amerikalı Yahudi Andy Levin olmuştu. AIPAC, Levin’in 2022 tarihli Demokrat Parti önseçimindeki rakibi Haley Stevens’a 4 milyon dolar bağış yapmıştı.
İsrail destekçisi Haley Stevens da kampanya boyunca Andy Levin’i İsrail’i yeterince desteklememekle itham etti. Levin seçim yenilgisinin ardından AIPAC’i çok sert bir şekilde eleştirdi ve Yahudilerin sesini kısmaya çalıştığını söyledi. Levin, İsrail’e eleştirel bakan, insan haklarını önceleyen sol eğilimli Amerikalı Yahudileri temsil ediyordu. Netanyahu liderliğindeki Likud Partisi’nin sağ görüşlerine yakın isimlerce yönetilen AİPAC özel olarak bir Yahudi’nin kaybetmesi için çaba harcamıştı. İsrail uğruna etkin bir Yahudi siyasetçi koltuğundan olmuştu.
AIPAC’in siyasi harcama fonu “United Democracy Project” Ekip’in bir parçası olan Jamaal Bowman’ın koltuğunu kaybetmesi için yaklaşık 14 milyon dolar harcadı ve amacına ulaştı. Rashida Tlaib’in Beyaz Saray önünde “Biden, Gazze’yi açlığa mahkum ettin. Kalıcı ateşkes, hemen şimdi!” pankartı taşırken omzunu başına koyduğu Bowman, İsrail lobisinin yoğun kampanyasının da etkisiyle koltuğunu kaybetti.
Fakat AIPAC her seferinde başarılı olamıyor. Örneğin Rashida, Ilhan ve Cortez’in karşısına rakip olabilecek birini bulamamış, Summer Lee AİPAC harcadığı milyonlarca dolara rağmen koltuğunu korumayı başarmıştı. Sahada etkin olan bu siyasetçiler, kapı kapı gezerek AIPAC kadar olmasa da iyi bir bütçe toparlıyor, özellikle STK, sendika ve derneklerin desteğiyle başarılı bir kampanya düzenleyebiliyor.
Her ne kadar Filistin’i savunan Demokratlar yoğun bir saldırı altında olsa da verdikleri dirayetli mücadele nedeniyle sadece parti tabanının gerçek talepleri veya Filistin’in sesi meclise taşınmıyor, aynı zamanda merkez kanat veya sol-liberal siyasetçiler de Filistin meselesinde her geçen gün daha da sola yaklaşıyor. Özellikle sol, genç seçmenin Filistin konusunda gösterdiği vicdani tutum, bu seçmen gruplarının seçimlerde ve saha çalışmalarındaki önemi karşısında “Filistin’i savunmanın” politik maliyetini de azaltıyor. Bazı seçim bölgelerinde artık “İsrail’i savunmak”, “AIPAC’ten fon almak” daha büyük maliyetlere sebep olabiliyor.
Bu nedenle de Netanyahu’nun Filistinlilere “barbar” dediği, Lahey’de yargılanırsa iddianamede geniş yer bulabilecek boyutta soykırımcı bir dil kullandığı Kongre konuşmasını fiili başkan adayı Kamala Harris dahil Demokrat vekil ve senatörlerin neredeyse yarısı boykot etti. Demokratlar, Netanyahu’nun arkasına oturacak üst düzey senatör bulmakta zorlandı. Bugüne kadar Biden’in çizgisinden çıkmayan ve özellikle Michigan’daki Müslüman ve ülke genelindeki sol ve genç oyların derdine düşen Kamala Harris dahi göreceli sert bir İsrail eleştirisi yaparak kendisinin de dahil olduğu mevcut yönetimin resmi politikasıyla arasına bir nüans farkı koymak zorunda kaldı. Elbette ki bunların hiçbiri ABD’nin elde kalan itibarını sıfırlayan, dünyaya söylecek sözlerine nokta koyduran Netanyahu rezaletinin yaşanmasını engellemedi, kısa vadede böylesine büyük ve sancılı bir değişimin yaşanması da pek mümkün değil zaten.
Değişim mümkün, ama ne kadar yakın?
Çok değil 2016’ya kadar her başkan adayı AIPAC konferansında konuşurken, ABD’nin önde gelen solcu Yahudi senatörlerinden Bernie Sanders bu konferansı boykot eden ilk başkan adaylarından biri olmuş ve haleflerine bir içtihat kapısı aralamıştı.
Evet, belki bir avuç insan var. Evet, belki Netanyahu Filistin için sokağa çıkan Amerikalılara “kullanışlı aptal” dediği zaman ayakta coşkuyla alkışlayan Kongre üyeleri hala çoğunluk. Evet, Netanyahu’nun 58’i ayakta 79 kez alkışlanması, öğretmenlerini gören anaokulu çocukları heyecanıyla kendisini tebrik etmek için sıraya giren vekiller nedeniyle 5 dakika boyunca salondan çıkamaması İsrail’i savunanlara milyonlar akıtan, karşı çıkanların kariyerlerini bitirmek için kolları sıvayan İsrail lobisinin eseri.
Fakat Sanders’in açtığı kapıdan geçen kişilerin sayısı her geçen gün artıyor. 10 sene önce Filistin’in sesinin cılız olduğu Kongre’de artık “birileri” var. Rashida Tlaib, kefiyesini giyerek elinde “soykırım suçlusu” pankartını Netanyahu’ya gözlerini kırpmadan bakarak gösteriyor, medyanın ve halkın dikkatini çekiyor. Netanyahu’nun aldığı bin alkışı gölgede bırakabilecek bir içeriği medyaya sunuyor.
Nitekim İsrail lobisi ABD siyasetinde hep etkin bir güçtü. Fakat halkın İsrail’e yönelik tepkisi arttıkça, AIPAC çok daha göze batmaya başladı. Cumhuriyetçi vekil Thomas Massie’nin tabiriyle AIPAC’ın her vekil için tayin ettiği “bebek bakıcıları” aracılığıyla siyasete ve İsrail ilişkilerine yön verme çabası eskisi gibi “görmezden gelinen” bir unsur değil, artık açıkça konuşuluyor.
Netanyahu’nun Kongre’deki nefret “şovu”, AIPAC’ın seçimlerde harcadığı bütçenin rekor seviyeye ulaşması, Filistin için sokağa çıkanların genelleştirilmesi ve hedef gösterilmesi, kariyerleriyle tehdit edilmesi İsrail lobisinin mutlak gücünü değil, aslında “paniğini” gösteriyor. Amerikan halkının tepkisi arttıkça, halk-siyasetçi arasındaki bu toksik ilişki de sürdürelemez bir hale geliyor.
Fakat bu toksikliğin sona ermesi pek yakın gözükmüyor. Zira “İsrail lobisinin” karşısında güçlü bir “Filistin lobisi” veya “insanlık lobisi” henüz mevcut değil. İsrail karşıtı solcu Yahudiler, Müslümanlar, sol gruplar, sosyalist küçük yerel partiler ve sendikalar, birleşerek alternatif fonlar oluştursa da arkalarında zengin iş insanları, lobi şirketleri yok. İsrail lobisinin karşısında, kapı kapı gezerek kampanya yapan, küçük bağışlar toplayarak milyonlarca dolarlık bağışlarla mücadele eden bir “karınca ordusu” var.
Neyse ki “Hiç olmazsa tarafları belli olsun” diyerek ateşe su taşıyan karıncaların sayısı her geçen gün artıyor.
Belki bir bakmışsınız, Rashidaların sayısı 1 değil, 5 olmuş.