İnsanın kendi türüne yönelen acımasızlığa, eziyete, zulme gerçekten üzülmesi, hayıflanması önce, bir nebze “insanlık” gerektiriyor herhalde. Hani bir zamanlar gazetelerde, dergilerde sıralanan “İnsan olmanın temel gerek(lilik)leri”, ABC’si babından.
Mazluma empatisi, o haksızlığa, zulme direnişi, adaletsiz, haksız-hukuksuz bir düzenle mücadelesi sonraki aşamalar. İnsanlıkta terfi sana da bağlı, bir bakıma “çalıştığın” yere de… Değişkeni de çok; onları öncelikle kendi türünden görmen, öyle hissetmen lazım mesela. Ve o zihin, gönül açıklığı “Nihayetinde onlar DA insan şekerim”le çalışmıyor, maalesef. Bir tutam “empati”ni deşifre ediyor.
Ötesi… O zulmü, eziyeti, o insanlara uygulanan yönetim, “denetim”, hatta şiddet türünü hak edip etmediklerigibi münazaralara da varan bir “insanlık hâli” bazen. O cümledeki “insanlık” mercimek kadar kalsa da, “türlerin kökeni”ne yaklaşsa da evsaf-ı mucibesi, hâl-i pür melâli öyle. Hem ülkede, hem dünyada hâlâ yarışabilen zihniyetlerin “teferruat”ları. Örnek vermeyeceğim, insana gözünün önündekileri “İşte” diye parmağınla göstermek onun aklına, izanına haksızlık, ayıptır bazen.
Hak etmek-etmemek…
Nefretlik sosyal münazaralara da zemin olan bu hâl, insanların bazen kendi türünden ziyade hayvanlara yönelik eziyete, zulme daha çabuk, daha kolay üzülmesini de etkiliyor, kolaylaştırıyor belki. Merhametinin, şefkatinin cümlesini -lafta da kalsa- savunmasız, muhtaç, dost, sadık, sevimli, “yazık ona” gibi vurgularla üsten üsten kurması kolay.
Hayvancağızlar, kapsamı “bazı” ile “çoğu” yelpazesinde değişen insanlar gibi kötü muameleyi hak etmiyorlarda… Misal, “insanın en sadık dostu” köpekler. “Ağzı var dili yok”; daha doğrusu dili de var ama zehirli, “kirli” değil, sevgiyle, sadakatle yalıyor seni sadece.
“Kendi türümüz, çeşidimiz”
Köpekleri yok etme yasaları, uygulamaları da -öyle ya da böyle- gereklilik, hak etme, “müstahaklık terazisi” üzerinden yürütülüyor. Ve infaz-itlaf kararı, gerekliliği “İnsanlara, bizim dünyamıza zarar verdikleri için hak ediyorlar” hükmüne değiyor bir şekilde. Mevzu oraya gelince “önce insan”, yani “kendi türümüz” elbet. O da “öbür tür, o çeşit insan” değil bizim gibi olanı tabii.
Yoksa sen hayvanlara sana rütbe, “insanlık” ekleyen ne merhametler, ne şefkatler gösterir, kalıcı değil de “misafir olsa börekler açardın” ona. Lâkin öyle değilsin, değildin işte. O “sorun”un da altında aslında sahiplendirme, aşılama, kısırlaştırma, o amaca uygun çağdaş barınaklar, yerinde yaşatma gibi tedbirleri maliyetli, birlikte yaşamayı “masraf”lı gördüğü için boş veren “insan”, düzen yatıyor. Da, o mevzu dışı. İmar yasalarında, fabrikalarında, pervasız saltanatında “doğa”yı ne kadar gözetiyor, “yaşatıyor”san anca öyle.
“Tik Tok”takiler ne şirin
Öyle ki… Doğayı, “yuva”larını istila, tahrip ettiğin, tükettiğin, aç kalmalarına yol açtığın, varlığına savaş açtığın, vurduğun-öldürdüğün olduğun için “meskun mahal”e ailecek inmek zorunda kalan ayılar, domuzlar gündemde. Çok da şirinler; şimdilik uzağında, videoluk, “Tik Tok”luk malzemeler zira… Sonra koparacaksın kıyameti: “Alanımıza” girdiler, çoğaldılar…
Daha önce değinmiştim; Birçok araştırma gündüz dolaşan, avlanan, yiyecek arayan bazı canlı türlerinin artık “Gececil Hayvanlar”a (Nocturnal Animal) dönüştüğünü de ortaya koyuyor. Gün ışığı, insan onlar için tehdit, tehlike demek.
Şehirleşme, insanın doğaya pervasızca, her anlamıyla edepsizce yayılması, gürültüsü, şiddeti, avcılığı, “kimya”sı, yarattığı kaos nedeniyle gündüzcül hayvanlar gecenin ıssızlığına, karanlığına sığınıyor. Giderek yok edilen, daralan alanlarda hayatta kalma çabası. Mekânsal ayrılma mümkün olmayınca, zamansal ayrılma… Nereye kadar?
Yasa neden koşar adım?
Köpeklerle ilgili “uyutma mevzuatı” koşar adım yürüyor-yürütülüyor. Doğrusu ben iktidarın birçok uygulamasındaki gibi biraz zaman geçirip, bekleyip “uyutma”nın öznesini köpekten insana çevireceğini, yasayı gündemden inince, küllenince çıkaracağını bekliyordum. Unutmak insanların, unutturmak iktidarların en yaygın maharetlerinden.
Demek ona bile gerek duymamışlar. Belki sosyal medya vb.’deki manzarasıyla itlafa yeterli destek olduğunu varsayıyorlar. Kutuplaştırmanın yeni nimetlerinden, gündemi değiştirmekten medet umuyorlar.
Belki uygulamanın bedelini, günahını seçimlerde muhalefete geçen büyükşehir belediyelerine şandallemeyi planlıyorlar. Nihayetinde asıl kıyamet İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerde kopacak. Hani 25-30 yıl yönettikleri şehirler muhalefete geçince her türlü melaneti, seli, zammı, alt-üst yapı yetersizliklerini, aksaklığı, borçları onlara fatura etmek gibi.
Öta-nazileme hakkı
Bir de rötuş da yapılmış, metinden “ötanazi” kelimesi çıkarılmış. Hayvanlara uyarlanan hâlinde o kavramın etimolojisiyle ilgisi olmasa da bir “Nazi” çağrışımı var. “Ölümünün kaçınılmaz, çözümün-tedavinin imkânsız olduğu, dayanılmaz acılar yaşadığı hâllerde” vurguları filan sokaktaki köpekler için “genel, yaygın ötanazi”de geçerli değil. Niyet de öyle değil, ortada. Eh, “Böyle yaşanmaz” deyip “ötanazi hakkı”nı talep etmeleri de olanaksız. Sen kendinde onları öta-nazileme hakkını görüyorsun. Yaygın, “aktif ötanazi”…
Uygulanışı, sonuçları bize gene “insan”ı, bu ülkedeki “insanlık hâli”ni de gösterecek. Zira bir insanın hayvanlara karşı düşüncesi, tutumu, davranışı, insanlara, “birlikte hayat”a karşı düşüncesi, duruşu hakkında da fikir verebiliyor bazen. “Vicdani seviye”si hakkında da… Vicdan, gerekliliği kendi hassasında, gereklerinde sorguluyor. O sınırı, alanı zorlayan, aşan iktidarın, ülkenin, düzenin gereklilikleriyle, işine geleniyle değil.
Yokluğu ve ona karşı “vicdan muhasebesi”, Sait Faik’in o güzelim hikâyesini, 1948’de yayınlanan “Fındık”ı getiriyor aklıma. Veteriner Hekimler Odaları’nın “köpekleri uyutma yasası”nı “hayvanları yaşatmayı amaç edinmiş bir mesleğin mensupları olarak” reddetmelerini de… Tam zamanı o hikâyenin.
“Çirkinlerin en güzeli”
Sait Faik için (de) köpeklerin yeri ayrı, esasında insan sevgisiyle bir olmalı… Öyle ki taraf tutuyor bazen: “Bir ırmak akıyordu kulağımın dibinden. Ağaçlar suları yıkıyordu. Hayvanlar insanları öpüyordu. Köpekler konuşuyor, insanlar havlıyordu.”
Burgazada’da… Hikâyesinin girişinde Fındık’ı, “köy”lerinin o köpeğini anlatıyor, başını okşayacak kadar yakınımıza getiriyor. İnsanların ona tutumunu da: “Fındık bizim köyün yedisinden yetmişine kadar bütün kendini büyük görmeyeni ile ahbaptır. Fındık tekir kedi renginde bir kurt köpeği ile av köpeği piçidir. Aşk mahsulü olduğu için güzel olması lazım gelir amma güzel değildir”.
Bazı insanların, hele ki hayvanların, köpeciklerin, kediciklerin “çirkinliği” o kadar güzel ki, güzellik denen o uçucu, değişken, göreli kıstasları yeniden sorgulatıyor insana. Ona “Çirkin!” dese bile sevdayla, muhabbetle “sahip”se, hatta “köyünün köpeği”yse aşkla çarpılıyor ağzı. Eminim Fındık da Sait Faik’in “Mona Lisa”larından.
“Böyle insan da olmaz”
“Büyük, kalın kuyruğunu oynatarak, kahverengi gözlerini kırparcasına yanınıza yaklaştığı zaman kafasını okşamazsanız şayanı hayret bir adamsınız demektir. Bu kadar sevilmek ihtiyacıyla kendine yaklaşan bir hayvanı reddedebilmek için insanın ömründe hiç âşık olmaması, hiç sıkıntı çekmemesi, hiç kalp yumuşaklığı nedir bilmemesi lazım gelir. Böyle insan da olmaz diyebiliriz”.
Lâkin “müessese”ler, emir-komuta “insan”dan farklı oluyor tabii. İçindeki insanlara rağmen öyle anma çabası yanıltıcı oluyor. Mesela “Devlet insan için vardır, insan devlet için değil” vecizesi bile bugün, bu ülkede ne trajikomik değil mi! “Yasalar insanlar içindir”de de “lar” düşüyor, şahsa münhasır oluveriyor işte.
Nitekim Sait Faik de hikâyesinde yaz gelince “şehir”in “baştan başa köpek itlafı işiyle” uğraştığını anlatıyor (ki biliyoruz İstanbul’da o itlafların inanılmaz, dayanılmaz, “sürüp gelen” tarihini, hatta 1910’da 80 bin köpeğin Hayırsız Ada’ya götürülüp, aç-susuz ölüme terkedilişini):
“Vebali hepimizin boynuna”
“Halk köpekleri saklar. Belediye köpek başına 1,5 papel verir. Bir takım köpek öldürücüler yollara düşerler. Bizim köyde bu adama zehirci diyorlar. Bizim zehirciyi görmelisiniz. Acayip bir adam. Böyle bir işi gören adamın her zaman anormal birisi olması hiç de lazım gelmez.
Hem “zehirci” emir kuludur. “O yüzden Allah katında günahı olmadığını uzun uzun düşünmüştür. Allah cellatları ruzumahşerde yanına çağırdığı zaman herhalde onlara bu herifi neden astın diye sormayacaktır. Onun günahı cemiyetin, vebalı hepimizin boynunadır.
Bizim zehirci ‘Fındık gel bakalım. Gel kerata. Gel oğlan, gel bakalım. Ha şöyle. Nasılsın ha? Al sana et oğlan’ Fındık ete burnunu dokundurur, eti dişlerinin arasına alır kafasını şöyle bir sallar. Zehirci mi beceriksizdir. Yoksa Fındık mı fevkalade akıllıdır. Bunu kimse kestiremez.”
Zehirciliğe atanmak…
Birkaç nafile girişimden sonra Fındık da “zehirci”nin niyetini anlar, yazar kafasına… Artık onu görünce “kuyruğunu kıstırır, yıldırım gibi” kaçmaya başlar. “Kendisini görür görmez sanki bir heyula, bir cadı, bir gulyabani görmüş gibi” yok olur ortadan. Bırakın ağzına zehir vermeyi, yanaşması bile imkânsız.
“Halbuki, munis hayvandı. Çöpçü Mehmet’e nasıl yanaşıyordu. Onun ellerini nasıl yalardı. Birdenbire zehircinin aklına bir fikir doğdu. Köpeğin etin içinde zehir olduğunu bilmesi için insan olması bile yetmez. Değil, doktor olması bile yetmez, kimyager olsa bile çakmaz. (…)
Çöpçü Mehmet’e kravatlı onbaşısı hemşerisi şöyle dedi:
– Mehmet be, zehir yemiyor şu Fındık! Kaymakam bey de tutturdu ille de geberteceksin. Atarım seni işinden, diyor. Benden yemiyor, dedim. Bir başkasına havale et, dedi. Bu işi sen yapacan. Yapmazsan ben seni dehlerim. Bak karışmam.
Ya git, ya da öldür
İşte o zaman Çöpçü Mehmet’i derin bir düşünce aldı. Fındık’ı öldürmek, köyüne dönmek. Köyüne dönmek onun için şimdilik imkânsızdı. Orada bir karış toprağı bile yoktu. El elinde, güneş altında yarı aç çalışacaktı. Burada kazandığı parayla köydekiler de geçiniyor, kendisi de serin ağaç altlarında denize karşı uyku kestirebiliyordu. Bazı evlerden yemek bile veriyorlardı.
Kışın balıkçılıktan epey para biriktirmişti. Bu gidişle onun da kendinin ekip biçeceği, dört beş ceviz ağaçlı bir tarlası olmasına şunun şurasında on sene kalmıştı. Daha elli yaşında idi. Demek dişini sıkarsa on sene sonra on beş dönüm tarlası, dört ceviz ağacı olacaktı. Ya köye dönmek, ya Fındık’ı öldürmek?
Onbaşının verdiği zehirli köfteyi aldı. Fındık’a yaklaştı. – Gel Fındık, dedi. Onbaşı çamın altından seyrediyordu. Fındık kuyruğunu ta göbeğinden oynatarak yaklaştı, yaklaştı. Mehmet avcunu açtı. – Na al Fındık, dedi.
Sonra içinden ne geçtiğini kimsenin bilemeyeceği bir şekilde avcunu Fındık’ın tam ağzı içinde gibi sıktı. Zehirli köfteyi denize fırlattı. Sonra yattıkları ahırların yolunu tuttu. Eşyasını toplamaya başladı. Zehirci çöpçü onbaşısı onu eğilmiş eşyasını toplarken görünce böğrüne bir tekme yapıştırdı.”
“Köpek öldürücüler”e vize
Hikâyede “1,5 papel”in peşindekileri de içine alan -gönüllü- “Köpek öldürücüler” bir yana, itlaf görevlisinin, “emir kulu”nun, “zehirci”nin bugün eline enjektör alması sonucu değiştirmiyor. O anda o köpeciklerin şifacısı, “iğneci amcası, teyzesi” değil, “zehirci” artık.
Farklı, “istisnai” demeye yeltensen… Yasanın gerekçesi “nüfus artışı”. Gerekçe ve infaz biçimi yani “uyutma” üzerinden “meşrulaştırma” da nafile. Acısız, çabuk, “çağdaş” öldürme idamı, resmi, yani planlanmış, soğukkanlı bir cinayeti ne kadar meşrulaştırıyorsa…
Ayrıca “resmi infaz”ın insanlara, pusuda bekleyen “köpek öldürücüler”e vereceği ilham, heves, “vize”, bahane de unutulmamalı. Bakın ortalığa, sosyal medyaya, ölümlerden ölüm beğenenlere, bu kez de “köpek terörü”ne karşı dilini, kılıcını kuşananlara… Sadece köpeklere değil onları koruyan hayvan dostlarına da ağzı köpüren, diş gösterenlere… Ve bakın yasanın işlevine; onun adı “uyutma” değil, adı var, adı belli. Tıpkı o sokak köpeklerinin de muhitinde, gönüllerde bir adı olduğu gibi: “Fındık…”