[31 Temmuz 2024] Bir yanda Rusya’nın Ukrayna’ya, diğer yanda İsrail’in Gazze’ye saldırısı, yeryüzünde iki yeni savaş odağı yarattı. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı tartışmalarını gündeme getirdi. Benim, 30 Mart 2024’te giriştiğim (ve belki bu yılın sonuna kadar sürdüreceğim) Solun Kültür Serüveni dizisiyle kesişti bir noktada. Lenin’in 1875-1914 yıllarının Yeni Emperyalizm’ine veya İmparatorluk Çağı’na ilişkin üçüncü büyük soruya verdiği cevabın ne kadar haklı çıktığına, daha yeni dikkat çektim. Özetle: “Hayır, ultra-emperyalist bir dünya hükümetine ve dolayısıyla kalıcı bir barışa değil, yeni ve eskisinden çok daha büyük ‘yeniden paylaşım’ savaşlarına gidiyor” demişti. Kendi zamanında ispatı, 1914-1918 kandökümü oldu. Üstelik onu bir de 1939-1945 cehennemi izledi.
Şimdi, 1945 sonrasında kurulan dünya düzeni tel tel dökülür ve dağılır, yerine de yenisi konamazken, insanların aklı bu dehşete gidiyor ister istemez. İsrail ve Filistin konusundaki ikiyüzlülükleri, çifte standartlılıkları yüzünden Batı demokrasisini toptan silip atmayalım; örneğin bu Üçüncü Dünya Savaşı sorunu ister Avrupa’da, ister ABD’de çoktandır serbest ve çoğulcu, farklı ve bağımsız görüşlerin de kuvvetle duyulduğu bir şekilde tartışılıyor (oysa Çin’de veya Rusya’da sırf devletin sesi çıkmakta). Türkiye’de, sanırım ilk defa Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 24 Haziran’da “Üçüncü Dünya Savaşı riski vardır” ve “dünya bu senaryoyu ve tehdidi ciddiye almalıdır” dedi. Sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan iki çelişmeli demeç verdi. 5 Temmuz’da Kazakistan’dan dönerken, “dünyanın birçok bölgesinde devam eden çatışmaların ve siyasi gerilimlerin, dünya barışını tehdit ettiğini belirterek, ‘Bu süreçte, uluslararası toplumun daha dikkatli ve sorumlu hareket etmesi gerekmektedir’ dedi.” 12 Temmuz’da ise CNN Türk’e çıktı ve bu sefer “Üçüncü Dünya Savaşı riskini ben görmüyorum, görmek de istemiyorum” şeklinde konuştu (italikler bana ait). Karşı yorumlar yapıldı; özellikle şu son ifadesinin sübjektivizmi bir miktar eleştiri aldı. 8 Temmuz’da Serbestiyet’te Selim Kuneralp ilginç ve önemli bir yorum getirdi. Yeni bir dünya savaşı çıkarsa Orta Doğu’dan değil Ukrayna’dan ve Putin yüzünden çıkacağını vurguladı.
Geçmişin hayaletleri
Çıkar mı, çıkmaz mı? Böyle ciddî bir tehlike var mı, yok mu? Bırakın risk, tehlike ve tehdit gibi ihtiyatlı ifadeleri; ben Üçüncü Dünya Savaşı’nın çoktan başladığı kanısındayım. Bu görüşüm de yeni değil; uzun süredir savunuyorum. Rusya 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldırdığından beri, yazmadım (yazmamakla hatâ ettim), ama (Serbestiyet içinde ve çevresinde) çok söyledim, çok konuştum. Üzerine bir de Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısı ve İsrail’in akıl almaz soykırım boyutlarına varan misillemesi bindi. Hele o konuda sözcükler tükeniyor. İnsanlık Gazze’de can çekişiyor.
Anılar üşüşüyor ve bugünü düne benzetmemek neredeyse imkânsız hale geliyor. Putin’in Ukrayna’ya yönelttiği ezici, kahredici, sivil halkı fütursuzca hedef alan hava hücumlarını düşünüyorum. Netanyahu’nun Gazze’ye yönelttiği daha da zalim, taş üstünde taş bırakmayan, hastaneleri ve BM okullarını, hattâ kendi ilân ettikleri “insancıl güvenli bölge”leri (humanitarian zones) bile tanımayıp iki Hamas komutanını öldürmek uğruna başta kadınlar ve çocuklar dahil 90 kişinin canına kıyan, böyle her rezaletin ardından IDF sözcülerinin en pişkin halleriyle “araştıracağız” vaatlerinde bulunduğu hava hücumlarını düşünüyorum. Geçmişin hayaletleri beliriyor sisler içinden. İspanya İç Savaşı’na Hitler’in gönderdiği Legion Condor’u ve Mussolini’nin gönderdiği Aviazione Legionaria’yı; küçük ve savunmasız Bask kenti Guernica’yı sivil halka karşı “halı bombardımanı” taktikleri için nasıl deneme tahtasına dönüştürdüklerini görüyorum. Varşova’nın, Stalingrad’ın yerle bir edilmesini görüyorum. Luftwaffe’nin 7 Eylül 1940 – 1941 Mayıs sonu arasındaki, Londra dahil 16 büyük İngiliz şehrini sivil-asker gözetmeksizin hedef alan Blitz saldırısını (ve tabii karşılığında, 1943 Temmuz’unun son haftasındaki Hamburg, 13-15 Eylül 1945’teki Dresden bombardımanlarını) görüyorum.
Bunlar tabii analitik değil, son derece izlenimsel düşünceler. Madalyonun diğer yüzünde, bu konuda sıkı ve sağlamcı bir analiz belki de imkânsız bir bakıma. Kim, yüzde yüz bilimsel bir kesinlikle, savaş başladı veya başlamadı, ya da çıkacak veya çıkmayacak (mevcut çalılık-fundalık yangınları tek bir muazzam orman yangınında birleşecek veya birleşmeyecek) diyebilir? Tarihî benzetmeler üzerinden, olsa olsa “hayır, olmaz, olamaz” tavrının yanlışlığını konuşabiliriz.
Birinci Dünya Savaşı
Gerçek bir dünya savaşı. Hemen bütün Büyük Devletleri içine alan ve yeryüzünün geniş alanlarını kaplayan bir savaş. Günümüz teknolojisi çerçevesinde, ister istemez nükleer savaş ihtimalini de içeren bir savaş. — Geçmişte veya bugün, birdenbire çıkagelmez. Böyle bir şey yok. 1914-1918’de, ya da 1939-1945’te ne olduğuna ve nasıl olduğuna baktığımızda, bunu çok açık görüyoruz.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Saraybosna suikastinin 1914 yazında patlak veren büyük uluslararası krizi düşünelim. Ağustos başlarında İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın, Avusturya-Macaristan’ın ve Rusya’nın karşılıklı savaş deklarasyonları gökten zenbille inmedi. Uzun bir evveliyatı vardı. İngiltere ve Fransa, bir bakıma eski emperyalistlerdi. Sömürgeci paylaşım sofrasına erken oturmuş ve kapacaklarını kapmış, büyük imparatorluklar kurmuşlardı. Almanya ise bu yarışta yeniydi. Denizaşırı sömürgeleri görece küçüktü. Fakat hızla sanayileşiyor, kritik sektörlerde İngiltere’yi yakalayıp geçiyor; bu yüzden daha fazlasını, yani ganimetin yeniden paylaşılmasını talep ediyordu.
Alman-İngiliz rekabeti apaçık ortadaydı; herkesin gözü önünde, sürekli tırmanıyordu. Bir çarpıcı ifadesi, Donanma Yarışı’ydı (the Naval Race). O günün koşullarında hegemonik teknoloji büyük suüstü savaş gemileri olduğundan, bu mecraya dökülmüştü. Aslında 1897’de, Amiral Tirpitz’in Alman filosunu İngiltere’yle başabaş düzey getirme planıyla başlamış; İngilizlerin 1906’da dönemin en gelişmiş zırhlısı HMS Dreadnought’u denize indirmeleriyle ve ardından Almanya’nın 1910’da yeni bir donanma yasası çıkarmasıyla hız kazanmıştı. Bir tür spor gibi, ya da at yarışlarında bahse girmek gibi bir şeydi; her yıl kimin kaç yeni drednotu denize indirdiği müthiş bir dikkat ve heyecanla izleniyor, her iki taraftan militarist zafer çığlıkları yükseliyordu.
Bir diğer gösterge, ünlü Schlieffen Planı’ydı. Avrupa, bir tür “küçük ve çok” (small and many) ortamıydı. Önde gelen beş altı devlet arasında, 16.-19. yüzyıllarda “kuvvet dengesi siyaseti” (balance of power politics) geçerliydi. Katı ve kalıcı bloklaşmalar yoktu. Her şey çok esnek ve değişkendi. Fazla güçlenen (öyle algılanan) ülkelere karşı ittifaklar çözülüp tekrar kuruluyordu. Bu çerçevede, herkes her an birbirine karşı savaşabilirdi. Hükümetler savaş planlarını çeşitli ihtimallere göre yapmak, dolayısıyla söz konusu planlar kısa vâdeli olmak zorundaydı.
Yeni Emperyalizm çağıyla birlikte bu değişti. Rekabetler “stratejik” diye tarif edilen düşmanlıklara, dostluklar keza “stratejik” ortaklıklara dönüştü. İttifaklar süreklilik kazandı ve uluslararası siyasette net bloklar oluştu. Savaş planları çok önceden, belirgin bir düşmana göre yapılmaya başladı. Schlieffen Planı bunun en net ifadesiydi. Alfred von Schlieffen bir Prusya soylusuydu. 1891-1906 arasında (yani tam 15 yıl) Alman İmparatorluğu’nun genelkurmay başkanlığını yaptı. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Üçlü İtilâf’ın (Entente) netleştiği yıllardı. Gelecekteki bir savaşta, Almanya’nın batıda Fransa ve doğuda Rusya olmak üzere iki cephede birden savaşmak zorunda kalacağı artık kesindi. Schlieffen buna çare aradı. Rusya’nın ekonomik ve teknolojik geriliği düşünüldüğünde, Rus ordularının tam seferberliğinin ve doğu cephesine yığılmasının görece uzun süreceğini varsaydı. Daha savaş ilân edilir edilmez hızla Fransa’ya saldırıp savaş dışı bırakmayı ve sonra bütün tümenlerini doğuya aktarıp Rusya ile teke tek hesaplaşmayı tasarladı. Bunun için, doğrudan Fransız-Alman sınırından değil, Hollanda ve Belçika üzerinden Fransaýa girip Fransız ordularının arkasına sarkmayı ve bir kıskaç harekâtıyla imha etmeyi öngördü. 1905-1906 yıllarında ekibiyle, yaverleriyle, komuta heyetiyle, defalarca bu planın provalarını yaptı. Harita egzersizlerinin, manevralarının üzerinden gitti. Pratikte olmadı, yürümedi. Ama 1914 yaz aylarından sekiz dokuz yıl önce bütün ayrıntılarıyla, tren tarifeleriyle, tümenlerin yürüyüş kollarıyla, dakikası dakikasına hazırlanmış olması, her iki tarafın birbirine karşı çoktan savaş tavrı aldığına işaret ediyordu.
İkinci Dünya Savaşı
Elimde kalın bir kitap var. 1000 sayfa. Ünlü İngiliz tarihçisi Richard Overy’nin 2021’de yayınladığı Blood and Ruins. The Great Imperial War 1931-1945 (Kan ve Yıkım. 1931-1945 Büyük İmparatorluklar Savaşı). Dikkat edin: 1939-45 demiyor. Tâ 1931’den başlatıyor. Nerdeyse 100 sayfalık ilk bölümü, Nation-Empires and Global Crisis, 1931-1940 (Ulus-İmparatorluklar ve Küresel Kriz, 1931-1940) başlığını taşıyor.
Daha da açık ve sert bir yaklaşım, dönemin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi’nde bulunabilir. Solun büyük fraksiyonlaşma sürecinin başlarında, Eylül 1970’te Proleter Devrimci Aydınlık Yayınları’ndan çıkmış. Ben bu çeviriyi, Leninizmin büyük bir klasiğini ilk defa yayınlayacağız diye, nasıl bir coşkuyla yaptığımızı hatırlıyorum. İronik. Orijinali 1939. Şöyle: Lenin’in felç geçirip kenara çekilmesi (1922) ve ölmesinin (1924) ardından, Stalin bütün parti-içi iktidar kavgalarından galip çıkmış. Terör mahkemeleri kurmuş, bütün eski Bolşevikleri tasfiye etmiş, zorla kolektivizasyonu hayata geçirmiş, kendi sosyalizm anlayışı ve programını hakim kılmış. O mutlak zafer koşullarında, 1938-39 yıllarında gene Stalin’in koordinatörlüğündeki bir heyet oturup bu Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevikler) Tarihi’ni yazıyor. Galipler açısından bir tarih, kuşkusuz. Türkiye’de, 1925-1927 krizi ve büyük iktidar mücadelesinin (bu arada İstiklâl Mahkemelerinin estirdiği terörün) ardından, Mustafa Kemal’in (henüz Atatürk değil) Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1927’deki İkinci Kongresinde okuduğu Nutuk ile ynı siyasî literatür kategorisinde.
Geçtim; bu kitabın Sovyet devrimini, devrim öncesi ve sonrasını, Leninizmi, kişilerin rollerini vb nasıl anlattığı üzerinde durmayacağım. Orada binbir ideolojik deformasyon söz konusu. Fakat On İkinci Bölüme geliyoruz, ki son bölümü SBKP (B) Tarihi’nin. Birinci alt-bölümün başlıklarını okuyorum. “1935-1937 yıllarında uluslarrası durum. İktisadî buhranın geçici olarak hafiflemesi. Yeni bir iktisadî buhranın başlaması. İtalya’nın Habeşistan’ı ele geçirmesi. İspanya’ya Alman ve İtalyan müdahalesi. Merkezî Çin’in Japonya tarafından istilâ edilmesi. İkinci Emperyalist Savaşın başlaması.”
Son dört alt-başlığın altını ben çizdim. İkinci Dünya Savaşı (SBKP (B) Tarihi’nin Leninist terminolojisiyle İkinci Emperyalist Savaş), resmen 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başladı. 2 ve 3 Eylül tarihlerinde İngiltere ve Fransa, Almanya’ya peşpeşe savaş ilân etti. Hitler’in beklemediği bir reaksiyondu; bir yıl önce Münih’te direnmediler ve şimdi Polonya konusunda hiç direnmezler sanmıştı. Stalin ise, bütün günahları bir yana, çok gerçekçi bir tesbitte bulunuyor 1939 başlarında. Savaş başladı bile diyor. Sonraki sayfalarda bunu uzun uzadıya açıklıyorlar. (**)
2022’den bu yana
Bugünün dünyasında benzer bir durum yaşadığımız çok açık. Tırmanan süreçler, 1910-1914 ve asıl 1933-1939 arasını çok andırıyor. İdeolojiler açısından da, karşılıklı mevzilenişler açısından da, eylemler ve apolojiler açısından da. Rusya’nın Ukrayna’daki, İsrail’in Gazze’deki saldırganlığının gerek arkaplanına, gerek ayrıntılarına giren birkaç yazıyla anlatmaya çalışacağım.
——————————-
(*) Bu yazı girişiminin başlangıcında, Serbestiyet yayın ekibinden Bülent Şahin Erdeğer ile yaptığımız uzun bir zoom görüşmesinin kayıtları var. Bant çözümü için kendisine teşekkürü borç bilirim.
(**) Bu gözlemler, Stalin’in Nazi Almanyası ile ilişkisinde hep böyle gerçekçi olduğu ve kaldığı anlamına gelmesin. Batı demokrasilerinin liderleri gibi Sovyet lideri de Hitler’in ne derece “ideoloji bağımlısı” (ideology-driven) olduğunu anlayamadı uzun süre. Tâvizler, uzlaşmalar ve antlaşmalarla oyalanabilir; makro-planda dünya hâkimiyeti ülküsünden, ona giden yolda ırkçılığından, militarizminden, yayılmacılığından, Yahudi-Slav-Komünizm düşmanlığından vazgeçirilebilir sandı. Eylül 1938’deki Münih Konferansı’nda İngiltere başbakanı Chamberlain ile Fransa başbakanı Daladier Hitler’e teslim olmuş ve Çekoslovakya’nın kısa zamanda işgaline çanak tutmuştu. Bir yıl sonra, 23 Ağustos 1939’da imzalanan on yıllık Sovyet-Alman Saldırmazlık Antlaşması (Molotov-Ribbentrop Paktı) ile bu sefer Stalin, Nazizmi kendisinden uzaklaştırabileceği hayaline kapılıp, Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasının önünü açtı. Doğu Avrupa’da bir Nazi-Sovyet paylaşımı ve ortak yönetimi (condominium) olabilceği illüzyonunun bedelini, 22 Ağustos 1941’de başlayan Barbarossa Harekâtı ile çok ağır ödedi. Yanlış hesap, 1942-1943 kışında Stalingrad’dan döndü.