Geçtiğimiz günlerde olimpiyatlarda ikonik pozu ile gündeme gelen Yusuf Dikeç sosyal medyada “My Most Precious…” (En değerlim) mesajı ile annesi ile bir resim paylaştı. 30 milyona yakın görüntülemeye ulaşan resme çeşitli kullanıcılar tarafından tepki yağdı. Tepkilerin odağında ne yazık ki Dikeç’in annesi vardı. Annemiz baş örtülü olduğu ve doğal bir görüntüye sahip olduğu gerekçesi ile eleştirilere odak oldu. Bazı kullanıcılar resmi silmeye davet ederken, genelde bunun için resmin Türk kadınını “Arap gibi” baş örtülü göstermekle suçladılar.
Daha sonra arkadaşlarımla yaptığım bir sohbette Dikeç’in “Türk toplumunu Batı’ya fazla Doğu’lu” gösterdiği eleştirileri ile karşılaştım. Aslında orada mesaj yazmayan ama içten içe de bu paylaşımdan rahatsız olan koca bir kitle olduğunu fark ettim. Elbette bu çok şaşırtıcı değil. İyi ama neden böyle bir tepki veriliyor. Baş örtüsü ya da makyaj olup olmaması neden önemli? Bu yazıda bu soru üstünde biraz durmak istiyorum. Elbette ki konunun birden fazla boyutu var. Ben evrimsel psikoloji ve bilişsel bilimler perspektifinden konuyu ele almak istiyorum.
Bu arada konu başörtüsü tartışması ve sekülerlik üstünden okunabilir. Ya da Arap düşmanlığı üstünden de okunabilir. Ancak burada paylaşacağım kanaatim doğru ise aslında bu davranışların arkasında daha genel ve derin bir gerekçe var: biyolojik dürtüler. Bu arada bu tarz bir çıkışın sekülerlere özgü olmadığını da vurgulamakta fayda var. Çok benzer bir tepki bundan kısa bir süre önce voleybolculara muhafazakâr camiadan getirilmiş, voleybolcu kadınların giyimlerinden dolayı Müslüman bir ülkeyi temsil edemeyeceği söylemişti. Yani bu davranış tek bir ideolojiye de özgü değil (Tabi işin bir de cinsiyetçi boyutu var ama onu bu yazıda şimdilik paranteze alacağım). Ben burada gündem onun üstünde olduğu için İslamofobi etiketi ile analiz edeceğim. Ama dediğim gibi her ideoloji içerisindeki karşıtlıklar genel olarak bu pencereden okunabilir. Peki neden böyle davranıyoruz?
Analize geçmeden önce Yusuf Dikeç’in paylaştığı resimle ilgili kanaatlerimi de paylaşmak istiyorum. Dikeç’in ünlü olmasının arkasında pozundaki doğallığın önemli bir rolü vardı. Bu poz da öyle, doğal. Karşımızda doğal ve güzel bir Anadolu kadını var. Otantik, gerçek. Bize dayatılan, herkesin benzetilmeye çalışıldığı o “kadınsı güzellik”ten söz etmiyorum. Otantikliğin, yaşanmışlığın, sahiciliğin kattığı o güzellikten söz ediyorum. Güzellik salonlarına para verip satın alınamayacak bir şeydir otantik görüntü. Şimdi analize geçelim.
Irkçılığın evrimsel kökeni
Bazı bilişsel bilimciler insanda iki tane düşünce sistemi olduğunu söylerler: Sistem 1 ve Sistem 2. Sistem 2 analitik, yavaş ve bilinçli düşünmeyi sağlar. Sistem 1 ise bilinç dışı ve hızlı karar veren bilişsel mekanizmamızdır. Bir kişinin yüzünü görüp tanıdığımız zaman bunu sistem 1 ile yaparız, diğer taraftan 41 çarpı 72 sorusunun cevabını vermek için sistem 2’yi devreye sokmamız gerekir. Sistem 1 insanların avcı-toplayıcı olarak yaşadığı paleolitik dönemde gelişti. 2 milyon yıl önce başlayan ve ancak 12 bin yıl önce tarımın ortaya çıkmasıyla sona eren paleolitik dönem çoğu zihinsel yetimizin geliştiği çağ idi. Paleolitik çağ gıdanın az bulunduğu, ortalama insan ömrünün 30 yılın altında olduğu, sağlık ve güvenliğin hayatımızda neredeyse hiçbir yerinin olmadığı bir dönemdi.
Bu koşullar altında, bir bölgeyi korumak ve dışarıdan gelenlere tepki göstermek hayati öneme sahipti. Sınırlı gıda ve av kaynakları nedeniyle, diğer bölgelerden gelen işgalcilere karşı tutum almak gerekiyordu. Bu durum, genetik yapıda ve bunun sonucunda sistem 1’de grup-içi ve grup-dışı ayrımı yapma yeteneğinin gelişmesine neden oldu. Kendi kabile üyelerini diğerlerinden daha hızlı ayırt eden ve onları koruyan bireyler hayatta kalma şansını artırdı ve bu özellikleri gelecek nesillere aktardı. Hepimiz atalarımızın bu özelliğini taşıyoruz. Tabi bu ayrım grup-içi gördüğümüz insanları kayırmaya ve onlara daha çok değer vermeye de yol açıyordu.
Bu grup-içi ve grup-dışı ayrımı, genellikle fiziksel özelliklere dayalı, bilinç dışı ve hızlı bir süreçtir. Fiziksel görünüm, cilt rengi, saç ve göz rengi gibi faktörlere göre yapılır. Bu durum, farklı fiziksel özelliklere sahip insanlara karşı önyargıya yol açar ve ırkçılığın temelini oluşturur. Hatta farklı ırklardan insanların kokularına karşı bile daha hassasız ve genellikle bu kokulardan rahatsız oluruz.
Örneğin, beyaz ırktan insanlar genellikle siyahi ırktan insanların kötü koktuğunu iddia ederken, siyahi ırktan insanlar da beyazlar için aynı şeyi söyleyebilir. Bu, diğer kültürlerin kokularının, onların grup-dışı olduğunu işaret eden bir uyarı mekanizmasıyla bağlantılı olduğunu gösterir. Eğer hala kabileler halinde yaşayan ve bölge ile yiyecek için savaşan insanlar olsaydık, bu tür önyargılar belki faydalı olabilirdi. Ancak günümüzde global bir dünya içinde büyük şehirlerde yaşıyoruz ve bu ilkel sezgiler ne yazık ki ırkçılığa yol açıyor.
Irkçılığı sadece fiziksel veya ırksal özelliklerle sınırlamak yanlış olur. Yakın bölgelerde yaşayan kabileler fiziksel olarak birbirine benzer olduğundan, fiziksel özelliklerin ötesinde başka faktörler de devreye girer. Giysi, dövme, sembol, slogan, ritüel ve şive gibi ögeler, diğer kabile üyelerini tanımlamada ve grup-içi ile grup-dışı ayrımını yapmada önemli rol oynar.
Farklı giyinen, farklı şiveyle konuşan, farklı ibadet eden veya farklı semboller takan insanlara karşı oluşan ötekileştirici tavır, ten rengi temelli önyargılarla benzerdir. Bizim gibi giyinen, benzer kültürel davranışları sergileyen, aynı şiveyle konuşan insanları dost olarak görür, onları korur ve daha çok güveniriz. Bu nedenle, dinî giysilere, ritüellere ve davranışlara karşı olan önyargılarımız, başka bir ırka karşı olan önyargılarımızla aynı temel sezgilere dayanır. Örneğin, İslam’a yönelik antipati de bu tür bir ırkçılık biçimidir. Biyolojik altyapısı muhtemelen aynıdır.
Irkçılık, sadece bir kişinin ten rengine karşı ön yargı duymak değildir. Bir kişinin rock tişörtüne, başörtüsüne ya da giydiği şalvara karşı içsel bir nefret veya antipati duyuyorsanız, bu da ırkçılıktır. Aynı şekilde bir kişinin şivesi, ibadet şekli veya kültürel kodları sizi rahatsız ediyorsa, bu tepki de ırkçı bir duygudur. İslami sembollere, ritüellere ve Müslümanların giysilerine yönelik tepkiler de bu çerçevede ırkçı bir tutum olarak değerlendirilebilir.
Grup-içi ve grup-dışı ayrımı, biyolojimizde kodlanmış doğal bir tepkidir. Ancak bir tepkinin doğal olması, onu iyi veya haklı kılmaz; sadece yaygın olduğunu gösterir. Ne yazık ki, ırkçı sezgiler ve tepkiler hepimizde var. Bu durumun farkında olarak mücadele etmeli ve ilkelerimizi sezgilerimizin önüne koymalıyız. Din, müzik türü veya bir bölgenin insanlarına karşı sırf grup bağlantısı nedeniyle farklı muamele yapmaktan kaçınmalıyız. Ne yazık ki, bu farklı muameleler bilişsel alt yapısı gereği çoğunlukla bilinç dışı şekilde gerçekleşir.
Irkçılık, toplumda yaygınlaşıp kabul gördüğünde çok daha tehlikeli bir hâl alır. Dikeç’in annesine yönelik başörtülü olduğu için ya da mültecilere Arap olduğu için saldırılar buna örnektir; sanatçılardan devlet adamlarına kadar birçok kişi İslamofobik/ırkçı söylemleri benimsiyor ve bunları normalleştiriyor. Bu tür bir ortamda, ilkel duygular daha da pekişmekte ve grup-dışı ilan edilen kesimler en iyi ihtimalle sosyo-ekonomik olarak mağdur edilmektedir. Bu durumu kabul etmek yerine, bu tür önyargılarla aktif bir şekilde mücadele etmek, her birimizin sorumluluğudur.
Irkçılık, toplumsallaştığında ve kabul gördüğünde, grup-dışı ilan edilen bireyler ve topluluklar da kendi aralarında önyargıları benimseyebilirler. 2014 yılında Nextions şirketi tarafından yapılan bir araştırma, bu durumu dramatik bir şekilde ortaya koyuyor. Araştırmada, bir raporu 60 profesyonel hukukçuya değerlendirmeleri için vermişler ve bu hukukçuların yarısına raporun siyahi bir Amerikalı, diğer yarısına ise beyaz bir Amerikalı tarafından yazıldığı söylenmiş. Siyahi olduğu belirtilen yazarın raporu, bariz şekilde daha düşük notlar almış ve dil bilgisi, teknik ve içerik hataları açısından daha eleştirel değerlendirmelere maruz kalmış. Daha da dikkat çekici olanı, azınlık ve siyahi okuyucuların da benzer eleştirel yaklaşımları benimsemiş olmaları.
Bu durum, azınlıkların kendi içinde de önyargıları kabul edip benimsemesine neden olabilir. Bazen bu, toplum tarafından kabul görme çabası olarak görülebilir ya da “bizden farklı olanlar” karşısında ayrım yaparak kendi kimliklerini koruma altına alma girişimi olabilir. Örneğin, İslamofobiye maruz kalan Müslümanların bazıları, kabul görme çabasıyla veya kendilerini diğer Müslümanlardan ayırt etme ihtiyacıyla İslamofobik davranışlara yönelebilir. Bu, Türkiye gibi ülkelerde de farkında olmadan İslamofobi’nin güçlenmesine yol açabilir. Dolayısı ile ırkçı söylemlerin farklı milletten köklere sahip, ya da İslamofobik söylemlerin hayatının bir kısmın muhafazakar olan insanlarda görünmesi bu yüzden şaşırtıcı değildir.
Peki, İslamofobi ve ırkçılıkla nasıl mücadele edilebilir? İlk olarak, fenomenin kabul edilmesini sağlamamız lazım. Toplumların İslamofobiyi/ırkçılığı kabul etmesinin önüne geçilmeye çalışılmalı. İkinci olarak İslamofobi ve ırkçılığa maruz kalan kişilerin yeniden “insanlaştırılması” gerekir.
Irkçılık güçlendiği zaman buna maruz kalanlar “insandışılaştırılır”, yani onur ve duygulara sahip bir birey gibi görülmemeye başlanırlar. Ne yazık ki mesela Dikeç’in annesi tam da böyle bir muameleye maruz kaldı. Bunun sonucunda bulundukları topluma ait olmadıkları çünkü tam bir birey olmadıkları düşüncesi bilinç altında yayılır, ve onlara saldıranlar karşılarında insan olduğunu unuturlar. “İnsanlaştırma” da ırkçılarla mağdurların bir araya getirilmesi, gruplar arasında duvarların yıkılması ile gerçekleştirilebilir.
Bunun için hepimize düşen görevler var. Paradoksal gelebilir ama ırkçılıkla ırkçı bir şekilde mücadele etmek işe yaramaz, ırkçılık ırkçıların kalbi kazanılarak çözülebilir. Bir kişi beraber çalıştığı, beraber zaman geçirdiği kişiyi benimsemeye ve ona karşı düşmanlığı azalmaya başlar. Irkçılık tamamen yok edilmese de ateşi sönmeye başlar.
Burada sunduğum çözüm çok naif ve zayıf görülebilir. Öyle olması olası. Ama zaten yazıyı ırkçılığı çözmek ümidi ile yazmadım (keşke öyle bir gücüm olsa). Peki o zaman neden yazdım? Buraya kadar sabırla okuyan siz okuyucuyu şu soru üstüne düşünmeye itmek için: Acaba sizin “ırkçı eğilimleriniz” nerede ortaya çıkıyor? Hangi sembol, şive, davranış, giyim, alışkanlık sizi rahatsız ediyor? Bunlar var diye kendinize kızmayın. Olmayan insan neredeyse yok. Asıl soru bu rahatsızlık nefrete dönüşüyor mu? Dönüşüyorsa nefret sizi ele geçiriyor mu? Onun etkisinden hareket ediyor musunuz? İşte bu sorulara samimi cevap aramak ve bu çerçevede bir nefret varsa o nefreti yenmek için mücadele etmek hepimizin görevi… Duvarları yıkmak ve nefret ettiklerimizle tanışıp zaman geçirmek, nefret denilen vicdan hastalığını yenmede önemli bir ilaçtır.