Travma Tramvayı

İnsanlar “Kendi” ya da “Olmak” sözcüklerini içeren kitapları çok seviyor. Sanki bir şeyi yaşayamama, bir şeyden eksik kalma telaşı var. Hayat bir açık büfe gibi ve her şeyi tatma hevesi yüzünden burnuna kadar dolmuş olmasına rağmen psikolojik anlamda obezleşmiş bireyler kan ter içinde ellerinde çatal kaşık koşturuyor. Bitti bitecek… Roma’da zenginler daha çok yiyip hayattan tat alabilmek için doydukça vomitaryumda kusar, sonra yeniden sofranın başına otururlarmış. Bugün de psikolojik bir kusmuk seli içindeyiz.

Arzu Tramvayı (A Streetcar Named Desire) Amerikalı yazar Tennessee Williams tarafından kaleme alınmış nefis bir Broadway oyunu. Marlon Brando da bu oyunun sinema uyarlamasıyla şöhrete ilk adımını atmış. Görünüşte naif ama şiddetli bir hikayesi var Arzu Tramvayı’nın… Otuzlarının ortasında tuhaf bir kadın olan Blanche, kız kardeşinin evine yerleşir. İflas etmiş, dağılmış, bitmiş bir haldedir aslında- ama bir süre kız kardeşini ve yakışıklı ama kaba-saba bir tip olan kocasını kendisiyle ilgili belli belirsiz bir hayale inandırır. Kısa sürede gerçek ortaya çıkar. Blanche, intihar etmemiş bir Emma Bovary’dir. Emma’nın post-mortem hayatını sürer. Kısa bir zaman için… Emma Bovary de kısa hayatı boyunca yaşadığı hiçbir ilişkiden umduğu biçimde mutlu olamamış bir insandı, buna rağmen şansını sonuna kadar zorladı. İntiharı bile acemiceydi, arseniğin dozunu ayarlayamadığı için acılar içinde öldü.

Siz hiç toksik bir ilişki yaşadınız mı? Sizin hiç babanız toksik miydi? Nasıl sağ çıktınız? Narsistik bireyler tarafından kuşatıldınız mı? İş yerinizde hep şişkin ego savaşları yaşanıyor değil mi? Manipülatif becerileriyle sizi ele geçiren şeytani bir adama ya da kadına aşık oldunuz mu? Geçmişte umursamadığınız ama sonradan travma olduğunu öğrendiğiniz çocukluk travmalarınız var mı? Erbilmişliğe maruz kalmaktan sıtkı sıyrılmış bir kadın mısınız yoksa erişemediği üzüme mundar diyen incel’lerden misiniz? Bazı insanların davranışlarını çok ergen mi buluyorsunuz?

Günümüz insanı varoluşunu kırılganlıklar üstüne inşa ediyor. İskambillerden kurulmuş bir kule gibi, üflesen yıkılacak bireyler olarak topluma karışıyoruz. Hayatı ve başkalarını tanımak için yukarıda saydığım belli belirsiz, sadece hissi dayanakları olarak tasvirler dışında elimizde hiçbir şey yok. Bunlar da neye yarıyor? Karşılaştığımız her zorluğu başkasına faturalamaya, sorumluluktan kaçmaya. Evet, hakikat bu.

Şikayet ederiz. Şikayet zaman zaman doğru bir haslettir, bir işlevi vardır ve sonuç verebilir, ama somut dayanakları olduğunda ve bir çözüm isteği içerdiğinde.

Toksik ilişkilerden söz ederek başlanabilir, toksik ilişki yaşadığını iddia eden kişi çoğunlukla ‘hep verdiğini’ ama ‘hiç alamadığını’ ya da ‘hak ettiğinden çok daha azını aldığını’ ifade etmiş olmuyor mu? Buna ticarette kazıklanmak diyoruz ve evet aramızda kazık yiyenler az değil. Ama dostluk, aile ve gönül ilişkilerinde bu alışveriş hevesi nereden geliyor? Alıp verdiğinizi sadece kendi açınızdan gördüğünüz hesap hep eksi çıkacak, bunda bir sürpriz yok. Öyle değil mi? O zaman kötü haberi vereyim: Siz hep toksik ilişki yaşayanlardan olmaya mahkumsunuz. Hesap hiçbir zaman lehinize çıkmayacak, çünkü temel sorun, oturup bir hesaba kalkışmanız.

Narsistik birey, son yılların en çok tüketilen terimlerinden biri. Ne anlama geldiğini kestirmek güç… Benmerkezci desen değil, bencil desen tam öyle de değil;  bence birine ‘narsistik’ diyen şunu kastediyor: “Ben o kişinin şöyle davranmasını istiyorum/bekliyorum, ama öyle davranmıyor.” Davranmaz, bu suç değil. Bir başkasından taviz beklemek için onu hoşnut edecek ya da pazarlığa çekecek kozlarınız olmak durumunda- madem her şey alışveriş, o halde kartlarınızı açmadan bir şey almayı beklememeniz gerekli. Sahi siz, karşınızdakinin sorumluluğunu almaya ne kadar hazırsınız? Herkes çok ergen evet ama sizin olgunluk seviyeniz nedir? Söz vermeyi ve verdiğiniz sözü tutmak için zorlanmayı göze alabiliyor musunuz? Yoksa verdiğiniz söz omuzlarınızda yük oluşturmaya başladığında karşınızdakileri narsistik olmakla, sizi manipüle etmekle mi suçluyorsunuz? Olabilir, bu da bir kurtuluş yolu.

Modern birey kırılganlıklarla malüldür, bu doğru. Ama kırılganlıkları savaş madalyası gibi göğsünde taşıyan bireyler hatta ötekinden çalıp kendine yakıştıranlar bu çağın sonucu. Bunlar olmadan var olamıyorlar. Her birey, kendi hayat deneyimini benzersiz ve özgün görmeye, öyle tarif etmeye çabalar. Günün sonunda çok az insan yukarıda saydıklarımız gibi basma kalıp tabirlere sıkışmadan kendini anlatabilir. Olmamışlığın haslet sayıldığı tuhaf bir çağdayız.

Bütün bu gösterişli psikolojik inceliklere rağmen insanların değer yargıları en kaba, en adi ölçülere inme eğiliminde. Örneğin sosyal medyada insanlar birbirini açıkça dış görünüşleri üstünden aşağılıyor, bunu paylaşıyor, bununla gurur duyuyor. Her şeyin görülme ve gösterilme üstüne kurulduğu bir çağda başka türlü düşünmek mümkün mü? Okur yazarlık sadece “laf sokma” ve “meydan okuma” ölçüsünde anlamlı sayılıyor. Emojilerle başlayıp emojilerle biten ilişkiler var. Cinsellik bir cennet, yüce bir haz, mutluluğun zirvesi ya da heyecanlı bir keşif alanı değil artık… Kaygılarla, korkularla, yetememe fikriyle donanmış bir canavar, kompleks ve travmalarla döşenmiş bir mayın tarlası. İnsanlar görünüşlerini filtreleyebildikleri uygulamalar üstünden birbiriyle tanışıp merdiven altı ilişkiler yaşıyor. Bunlar skor tabelasına yazılıyor ama çok azı uzaktan bakışmak ya da mektuplaşmak kadar kıymetli. Henüz karşı cinsin kokusunu yakından almamış genç insanlar önce fetişlerle, arızalı oyunlarla tanışıyor. Kimileri sınırsız sevimsiz bir ilişkiler ağını ifşa ediyor, kimileri bekaret övüyor, kimileri evliliği lanetliyor. Herkes başkasını değiştirmeye meraklı, ama kendinde yol alabilen bir elin parmaklarını geçmiyor.

İnsanlar “Kendi” ya da “Olmak” sözcüklerini içeren kitapları çok seviyor. Sanki bir şeyi yaşayamama, bir şeyden eksik kalma telaşı var. Hayat bir açık büfe gibi ve her şeyi tatma hevesi yüzünden burnuna kadar dolmuş olmasına rağmen psikolojik anlamda obezleşmiş bireyler kan ter içinde ellerinde çatal kaşık koşturuyor. Bitti bitecek… Roma’da zenginler daha çok yiyip hayattan tat alabilmek için doydukça vomitaryumda kusar, sonra yeniden sofranın başına otururlarmış. Bugün de psikolojik bir kusmuk seli içindeyiz. Buna artık tatminsizlik de diyemeyiz, çünkü tatminsiz kişi eksiğini çektiği şeyi az çok tanır, bugünse eksiğini çekeceği şeyin peşinde koşturan, duramayan bireylerin hayal kırıklığıyla karşı karşıyayız.

Bu keşmekeş içinde herkes karşısındaki anlayışlı bir terapist olsun, öyle davransın istiyor. Bovary, Anna  ve Blanche aşkı arıyordu, bugünün insanı o mutlak, tanrısal terapiyi arıyor. Biri çıksın, leb demeden leblebiyi anlasın, arzularını bir bakışta okusun, önüne dev bir tabakta hiç tatmadığı deneyimleri koysun. Ama tabakta ne olursa olsun yenmeyecek, yenemeyecek. Zaten tabağı isteyenin amacı da patlamak üzere olan midesine birkaç lokma daha sığıştırmak değil. İstiyor ki tabak ayaklarına sunulsun, o da şöyle başını çevirsin,  “Bana neler ikram ettiler de yemedim!” diyebilsin. Günümüzün Gargantua’sını mutlu etmek imkansız, çünkü yaşama heyecanı yok, yaşadığının tadını almayı değil tadını almadığı şeyin olmadığını göstermek istiyor.

- Advertisment -