Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISana, bana emperyal kahvaltı

Sana, bana emperyal kahvaltı

“Kahvaltılık margarin” sloganıyla çıkan Sana yağıyla kızarmış ekmek artık “emperyal kahvaltı”. Üzerine toz şeker serpileni de çocukların elinde ara öğün. Sana, Hollandalı “Margarine Unie” ile İngiliz sabun üreticisi “Lever Brothers”ın birleşmesiyle oluşan Unilever’in. Türkiye İş Bankası da ortak. Velâkin bankada promosyon olarak vermiyorlar; su gibi satıyor. Hatta nümayiş misali “Sana yağı kuyrukları” hâlâ memleket meselesi. Emperyalizm işte tattırıyor, alıştırıyor, sonra da kuyruğa sokuyor: “Hani bana, hani bana…”

Geçen hafta değindiğim “kahvaltı zamanları”nın üzerinden yıllar geçti. Ömür üzerinden gidersen az değil, “hayat” hesabıyla fazla da sayılmaz. Anlattıklarımın hepsi Milattan Sonra (M.S.) olan şeyler nihayetinde. Ama Milenyumdan Önce’ye (M.Ö.) gidince yüzyıl da çocuk oyuncağı… Bin yıl öncesini, Gazneli Mahmut’un kahvaltısını merak ediyorsun.

Kahvaltıyla ilgili miladımın, çocukluğumun buhurdanlığındaki kızarmış ekmek bugün de itibarını koruyor mesela. Natürmortu gözümün önünde… Çaydanlık, maşanın üzerindeki ekmek dilimleri, finalde kokuları esansıyla örten portakal, mandalina kabukları. Ama artık sobada kızaranıyla kışları mahallede tüten kokusu bize göre “uzak” çocukları uyandırıyor olmalı. O sobalar da ne zaman, ne kadar yakılabiliyor bilemiyorum.

Çocukluğumuzda ekmek kızartma makinesi yok. Küçük el aletleri ceviz kıracağı, pirinç kahve değirmeni, eşantiyon gazoz, TEKEL birası açacağı filan. O iş soba ya da ocak üstü buluşlar gerektiriyor. Telleri minyatür elektrik santrali, cereyanı çarpıcı elektrikli alüminyum ızgara da dışı çıtır, içi yumuşak kızarmış ekmekte başarısız. Anında peksimet… Izgara köfte, sucuk yaparken ekmek dilimlerini altına seriyorsun, damlayan suyuyla yumuşasın biraz. “Tiridine bandım”ın alaminüt, ızgara versiyonu.

Kahvaltılık margarin

“Kahvaltılık margarin” sloganıyla çıkan Sana yağı sayesinde kızarmış ekmek “emperyal kahvaltı” oluyor. Üzerine toz şeker serpileni de çocukların elinde ara öğün. Sana, Hollandalı “Margarine Unie” ile İngiliz sabun üreticisi “Lever Brothers”ın birleşmesiyle oluşan Unilever’in. İlk duyduğumda Uniroyal gibi lastik markası sanıyorum.

Türkiye İş Bankası da ortak. Velâkin bankada promosyon olarak vermiyorlar; su gibi satıyor zaten. Hatta nümayiş misali “Sana yağı kuyrukları” memleket meselesi. Sonraki hükümetlere bile meze oluyor. Emperyalizm işte tattırıyor, alıştırıyor, sonra da kuyruğa sokuyor: “Hani bana, hani bana…”

“Muadil gıdalar”ın cazibesi

Bugün katkılı-katışık her ürünü kolayca buluyoruz şükür. Tağşişmiş, tahrişmiş çok da dert değil.  Muadil ilaç meselesi gıda maddelerinde de ibadullah. Hem salamın, sucuğun, sosisin, et, tavuk, deniz ürünlerinin “işlenmiş” muadilleri daha ucuz. Çikolatanın bile yoğun süt aromalı muadili var: Çikolatin.

Sana hâlis tereyağın yerine margarin hâkimiyetinin ilk pankartı; “Ağıza tat, vücuda sıhhat”! VİTA yağı da aynı fabrikalarda, artık margarin her yemeğe… Kullanılan VİTA tenekelerinde harika sardunya yetişiyor da margarinle yetişen o nesil n’oldu, n’oluyor bilemiyorum. Margarinin sağlığa etkisi başka, “damardan” mevzu ama “Mertlik bozuldu” türkülerinin kahvaltı albümüne Sana da rahatça eklenebilir bence.

Kahvaltıdaki bilmeceler

Sana yağı dışında kahvaltı mert o günlerde. Harbiden kahvaltı… Peynirse peynir; eritilmişi, süzmesi, kremi, “light”ıyla oynanmaya müsait değil. Çeşidini, rengini, aromasını kendi türüne, granülüne hapseden kahvaltı gevreği hayal bile değil mesela. Öyle kahvaltı, yemek haplarını, drajelerini uzay filmlerinde dahi kullanmıyorlar. Astronot Niyazi uzaya “sefertası”yla gidiyor.

O zamanlar bisküvi de kahvaltının şânına-nâmına gölge… Sabah masaya koysan kel alâka; ben demem ama Latife Teyze “tembel gelin işi” deyip, dudak büker. Öyle ki ETİ bile bisküviyi zorlu bir “bilmece” olarak görüp kahvaltının yanına da itelemeye çalışıyor: “Bir bilmecem var çocuklar! /Haydi sor! Sor! /Çayda kahvaltıda yenir! /Acaba nedir, nedir? / Bisküvi denince akla… / Tamam, şimdi buldum! / Her an onun adı gelir! /Eti! Eti! Eti!”

Ama evrim terminolojisinde “Süt çocukları”nın, “Muhallebi çocukları”nın ardından “Bisküvi çocukları” pas geçiliyor. Büyükler öyle uygun görüyorlar herhal. Z kuşağı filan deyince apolitik, zülfiyâra dokunmuyor.

Açlığı bastırmak şart

Güncel reklâmlarda “açlığı bastırmak”, açları “yatıştırmak” amacıyla da kullanılıyor zaten. Bisküvide, gofrette “Açlığını yatıştır” sloganının siyasi derinliği var esasında. Açlık bastırılmazsa insanların ne hâllere geleceğini, nasıl delleneceğini açıkça gösteriyorlar reklâmlarda.

Hem bisküviyle, gofretle bile yatışıyor ki meydanlarda açlar yok pek. Öyle diyorlar… AK Parti İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hasan Basri Yalçın’ın “Bundan böyle ‘millet aç’ diye böğürenlerin ağzına kürekle vurmak lazım” sözleri de caydırıcı olabilir tabii. Geçenlerde değinmiştim ama tekrar tekrar yazmaktan kendimi alamıyorum.

“Halkçı kahvaltı” başka

Kahvaltıda bisküvi deyince onun da hafızamdaki yeri kıymetli. O da “siyasi bir mesele” bir bakıma. Gazeteciliğimin 90’lı yıllarında “Halkçı Ecevit” ve Rahşan Hanım’la evinde bir kez kahvaltıda, bir de öğle yemeğinde bir araya gelmiştik. Kıymetliydi, basınla görüşmüyorlardı pek.

Kahvaltıda bildiğimiz bakkal bisküvisi, sokak simidi, beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin, domates, bolca demleme çay ve sigara vardı. Ecevit’inki filtreli Bitlis sigarası, benimkisi uzun Camel… Olsun, o da Unilever gibi biraz milli, paketinde Turkish Blend yazılı. TEKEL’in Bitlis Sigara Fabrikası da 2008’de özelleştiriliyor ve kapatılıyor zaten. Bugün tütününden sarması tek tek de satılıyor belli yerlerde.

Ne mutlu anlaşıyoruz diyene

Ecevitlerle Hürriyet Ankara için yaptığımız bilhassa sanat, edebiyat üzerinden dolu dolu giden kahvaltı muhabbeti elbette ayrı da… Kendine haslığından, zarif seyrinden gelen lezzeti, ortamı da hoştu doğrusu. Rahşan-Bülent Ecevit Ankara’nın ilk sanat galerisi Helikon Derneği’nin de kurucuları arasında. Muhabbetleri çok güzel, derinden… Ve o kahvaltının da mutlulukla bir ilgisi olduğunu yüzlerinden, hâllerinden görüyoruz. Ne mutlu anlaşıyoruz diyene…

Öğle yemeğine gittiğimizde, yerel seçimleri konuştuğumuzda ise mahallenin küçük, namsız pidecisinden getirtilen kıymalı pide, ayran. Herkese öyleymiş; basının amiral gemisinin Gölbaşı komodorları olarak fazla alınmıyoruz.

O ziyaretimizin hemen ardından meslektaşımız da olan bir DSP Milletvekili şakayla karışık anlatıyor: “Konuklara başka yerlerden bir şeyler getirtmelerini hep söylüyoruz ama… Büyükelçilere bile kıymalı pide ikrâm edildi de, dokunursa diye korktuk…”

Getir-götür zenginliği

Kahvaltı da sınıfsal, emperyal mesele… Çocuklumuzda hep birlikte çiçekli bahçelerde koştursak, kara önlüklerle sınıfları doldursak, “Marshall” süt tozu içsek de öyle (imiş) maalesef. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” bir kitle eğitimine tabi tutulsak da sinemada, hatta Yeşilçam’ın masal dünyasında bile öyle.

Güne başlarken, kahvaltıda da sınıf farkını küçükten görüyoruz. Garibim fakir ama mutlu-gururlu gençlerin kahvaltıları simit-çay ya da peynir-ekmek-zeytinden ibaret. Köy filmlerinde yönetmenler de kahvaltıyı pas geçiyor genelde. Hep inekler sağılıyor ama sütü eve mi, ele mi bazen o bile belli değil.

Fabrikatörlerin köşklerinde koca bir sofra. Süt gibi beyaz masa örtüsüyle, robdöşambr standart. Kadınlar sabahlıkların içinde geceden kalma siluetiyle… Gerçi o eski filmlerde, köşklerde kahvaltılık çeşidinin bugünkü görkeminden çok tabaklar büyük, yumurtalıklar seramik filan. Peynir, zeytin aynı Yeşilçam bakkalından, francala aynı fırından, yumurtayı da kümesten Cevat Kurtuluş getiriyor… Hizmetçiler getirince zengin duruyor kahvaltı.

Kahvaltıyı pırlantayla yapmak

Yabancı filmler ise kahvaltıda da başka dünya. Tarihî filmler bile; hele ki İngiliz filmleri gümüş, porselen takımları, sabahtan abiye kıyafetleri, kalıp gibi perukları, ordu nizamı servisi-hizmeti, dünyanın en ciddi işini yaparcasına oturuş-kalkışları vb. ile de düşman (yani bizi) çatlatıyor. Ecnebi emperyal kahvaltı başka elbet.

Kahvaltısını pırlantalarla, mücevherlerle yapanı bile gördüm. “Tiffany’de Kahvaltı”da garibim Holly her sabah soluğu New York’taki “Tiffany’s” mücevhercisinin vitrininde alıyor. Ayaküstü kahvesini içip sandviçini ısırırken gözleriyle pırlantaları yiyor. Orhan Veli misali “Camekanlar bedava”, bedava yaşıyor da… Onunkisi bedava “Lüküs hayat” biraz.

Çaykovski’yle gelen çaylar

Dış kaynaklı filmlerdeki kahvaltıyı sonraya bırakıp, arada edebiyata da uğramak istiyorum. Zira beni çok güldüren kahvaltı sahnelerinden birisine Murat Menteş’in “Ruhi Mücerret”inde rastlamıştım. Romanın 100 yaşındaki kahramanı Ruhi Bey “kahvaltının mutlulukla ilgisi”ni harika anlatıyor:

“Kış uykusundan uyanıp baharı ayakta karşılayan canavar kadar zindeyim. Güneşin güçlü ışığı altında, şehirdeki her şey hediye paketi gibi görünüyor. Sonsuzluk burnumun dibinde. Peter İlyiç Çaykovski’nin Kuğu Gölü eşliğinde kahvaltı yapıyordum. Reçelden peynire, yumurtadan tereyağına, zeytinden sucuğa süzülüyordum. Figen, her ‘Çaykovski…’ dediğimde çay koyuyordu.

Midemden kalbime varan yol trafiğe açılmıştı. Maratona katılmış bir balet gibiydim. Neşeli ve iştahlı halimi yadırgayan Figen’e kararımı açıkladım: “Mezar taşıma, yaldızlı harflerle ‘Nutella’nın tadı hâlâ damağımda’ yazdıracağım!” (Figen itiraz ediyor) “Siz… Nutella yemezsiniz ki Ruhi Bey?” Okurken “Olsun…” diyorum, gözünü doyurmuş o da. Hem Nutellasız kahvaltı olur mu hiç!

Gözleri doymuyor ki Ruhi Bey

Mesele her şeyi yemek-yememek değil bazen. Kahvaltı da imkânı olan için “Önce gözüm, gönlüm doysun”la ilgili belki. Herkesin diyemesem de, bir kısım herkesin gönlünde bir sultan yatıyorsa… Önünde (sere)serpme uzanmış kahvaltılarıyla “neo-sultan, post modern padişah sofraları” müşterisi kalktıktan sonra bile masada kalanlarla doyuran çeşidiyle öyle. Öyle ki Ruhi Mücerret’in 15 yıldır yanında çalışan, ona bakan “Figen Negatif” bazısına söylenip “Gözleri doymuyor ki Ruhi Bey!” dese şaşırmam valla.

Böyle önemli meselelerden, insanın safahatında, sefâhatinde, kiminin saltanatında kahvaltının yerinden söz ederken elbette tarihe de bakmak lazım. Bizdeki tarihine azıcık göz gezdirdiğimde, yani Google’a filan baktığımda Osmanlı’nın “Sultan, Padişah, Saray Sofraları”na geliyor mesele.

Peşinen söyleyeyim, baktığım kadarıyla öyle pek aman aman şeyler yok. “Osmanlı”da ne kadar sanat varsa, kahvaltı (sanatı) da o kadar bence. Kişisel düşüncem… Nihayetinde kahvaltı sohbeti yapıyoruz. Büyütüp, necefli maşrapasıyla, çini reçel kâsesiyle münazara çıkarıp memleket meselesi yapmaya gerek yok.

Çaysız kahvaltı garibanlığı

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket”e gelenler de kahvaltılık getirmiyor başlangıçta. Eyer altı pastırmadan söz edilse de o biraz preslenmiş, kurutulmuş et olmalı. Pastırmanın gerektirdiği baharatların, o yolun ele geçirilmesine çok zaman var. Çemen türkülerde “çimen” niyetine kullanılıyor. Bir zenginlik varsa o bir arada yaşayan milletlerin zenginliği. Peynir benimdi, zeytin senindi kavgasına gerek yok sabah sabah.

Osmanlı saltanatının da kahvaltıda biraz güdük, bir tarafı eksik kaldığını düşünüyorum şahsen. Hele bugünün “Sultan, Padişah, Saray Sofraları”nı gördüğümde… Kahvaltıda çay bile yok doğrusu. Gelişi ta 19. Yüzyıl’da… Kahve desen türküsüyle Yemen’den (Halep diyen de var). Gelince devrim yaratıyor “kahvehane”leriyle de… “Gönül ne kahve ister, ne kahvehane /Gönül ahbap ister, kahve bahane…” diye her sokak başına açılıyor 16. Yüzyıl’da.

Sarımsaklı-soğanlı, sirkeli balık

Osmanlılar günde iki öğün yemek yiyormuş; ilki sabah öğle, sonrası ikindi akşam arası. Ama bu bilgi öğün, atıştırma sayısının padişah, sultan, saray nezdinde keyfe keder olduğunu düşünmeme engel değil. Muhteşem Yüzyıl belgeselinde filan da öyleydi galiba. Gün boyu hem laf atıştırıyorlardı, hem taze yemiş, kuruyemiş, atıştırmalık bir şeyler. Gak deyince et, guk deyince şerbet masal değil. Ara, akşam, ayaküstü-lafüstü kahvaltısı çok saltanatların.

Kahvaltı kelimesinin “kahve altı”ndan geldiği de belirtiliyor. Hani altlık babından hafif bir şeyler gibi. O da biraz keyfe, bünyeye göre… Fatih Sultan Mehmet balığı en çok yiyen/seven padişahmış mesela. Sabah kahvaltısında bile “sarımsaklı-soğanlı, sirkeli balık” yiyormuş. Et de var arada… Bir de mantı, kahvaltı dâhil.

Sultan II. Bayezid (Beyazıt) zamanında sarayda sabah namazından sonra bal, kaymak, peynir, “has ekmek” yenildiği kayıtlara geçmiş. Saray, yani zengin “kahve altı”sına reçel, kayısı, kavun, kavurma filan da ekleniyormuş isteğe göre. Ramazan’da sahurla Batı’yı kıskandırdığımızı söylemek de mümkün.

Halkçılık, o kadar da değil

Bugünün çeşidiyle yine de Serpme Kahvaltı demem bile zor. Gerçi böyle mevzulara sadece çeşidiyle bakmamak lazım. Misal, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başta çiftçiler, herkese tavsiye ettiği, her akşam yediğini söylediği “yatsı kahvaltısı”: “Manda yoğurdunun içine 3-5 tane Medine Hurması, kestane balı, yulaf ezmesi. Bu dörtlüyü yer yatarım.” Mâliyetini çıkarmışlardı da, iki yıl öncesinin fiyatlarına rağmen hâlâ sindiremedi muhalefet.

Ana muhalefetin öğünü ise aynı dönemde Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun öğle yemeği fotoğrafıyla gündemdeydi. Eşiyle birlikte, atletliydi masada. Sofrada taze fasulye, patlıcan, pilav, yoğurt… Ama kimseye yaranamadı. Belki halk da istemiyordur o kadar halkçılığı… Ölçüm 22 yıllık iktidar.

Gelecek pazar alafranga kahvaltılara biraz değinip… Erkeklerin mutfaktaki, yataktaki (yatağa getirilen kahvaltıyı kastediyorum) nadir ama dillere destan başarılarından, “evlilik ve kahvaltı”dan filan söz edeceğim biraz. Eğlenceli mevzular; hatta olduğundan eğlenceli…

- Advertisment -