Bir önceki yazıda, gazeteci Stuart Jeffries’in Büyük Uçurum Oteli adlı kitabından bahsetmiştim. Kitabı, Frankfurt okulu diye bilinen, ilk dönemlerinde Alman toplumunu ve faşizmi, daha sonra Hitler’in yükselişiyle Amerika’ya göç etmek zorunda kalınca ise bu yeni kapitalist-kitle toplumunu her yönüyle analize tabi tutan neo-Marksist bir entelektüel kuşağın ortak biyografisi olarak uzunca anlatmıştım.
Kitapta, bir kısmına önceki yazıda değindiğim, otoriteye boyun eğme, özgürlük problemi, tüketim toplumu, kültürün endüstrileşmesi gibi oldukça önemli tartışmalar yer alıyor. Geçen hafta yeterince değinemediğim tartışmalardan biri de, rasyonellik meselesidir; toplumların genellikle rasyonel davranamamalarının sebepleri… Özellikle, Adorno’nun, sonradan Akıl Tutulması’nı (Metis) yazacak olan Horkheimer’in ve Tek Boyutlu İnsan (İdea yayınları) yazarı Marcuse’un, fazlaca üzerinde durdukları bir konu bu. Çünkü, onlar açısından hem Hitler’e teslim oluşta hem de Amerikan yaşam tarzında gerçek anlamda sorgulayan ve sonuçları öngörerek hareket etmeye yarayan bir akıl söz konusu değildir. Bu nedenle, her üç isim çeşitli eserlerinde, aklın ne işe yaradığını, Aydınlanma öncesi ve sonrasını karşılaştırarak ele alırlar. İnsan, aklını neden kullanamaz ya da akıl, kullanılmak için midir gibi sorular sorarlar? İdeoloji ile akıl arasında nasıl bir ilişki vardır? İnsanların inançları aklı saf dışı mı bırakır? gibi soruları da buna ekleyebiliriz.
Bu sorularla Türkiye’ye bakınca, rasyonel bir toplum olduğumuzu söylemek zor. Ekonomide bir türlü rasyonel politikalara dönemeyişimiz, hukukun ve adaletin evrensel ilkelere göre işleyememesi, güvenlik ve dış politikanın neye göre oluşturulduğunun anlaşılamaması ya da eğitimde “yerli ve milli” modelin ne içerdiğinin sadece ilgili Bakan tarafından bilinmesi gibi konuların hepsinin arkasında, gerçek anlamda akla dayalı politikalar üretemeyişimiz var. Peki ama neden? Akılsız bir toplum olmadığımız açık çünkü öyle olsa, bütün bunlar büyük birer tartışma konusu olarak sürekli gündem oluşturmazdı. Ve bu politikaları üretenler akılsız olsalar, mutlak suretle kamuoyundaki bütün bu tartışmalara bir noktadan sonra boyun eğer, eleştirileri uygulamaya çalışırlardı. Oysa, gerçek bunun tam tersi. Yani ne bu tartışmaları yapanlar ne de bu politikaları üretip uygulayanlar akılsız; tam aksine, oldukça akıllı oldukları için akıllarını kullanmıyorlar belki de. Çünkü, akıllarını kullandıkları anda siyasi ve ideolojik olarak varlıklarını sürdüremeyecek, iktidarlarını kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelecekler. Dolayısıyla, temel konu akılsızlık değil aklını kullanma ve kullanmama ya da kullanamama… Belki de rasyonalitenin kendisi mitsel bir inanış olarak akılsızlığı üretiyordur ve buna ideoloji olarak sarılan bizim gibi toplumlar, irrasyonalitenin bir tür modernizm karşıtlığı olduğunu düşünerek buradan ahlaki ve ideolojik karşıtlıklar ürettikleri için bilerek böyleyizdir; böyle olmayı seçmişizdir. Rasyonellik kendi kendini eleştirilemez kıldığı için, irrasyonaliteye neden olan sorunlar, rasyonelleştiriliyordur.
Frankfurt Okulu, aynı zamanda eleştirel teorinin kurucularını içinde barındırdığı için de oldukça önemlidir. Dolayısıyla, eleştirel düşünce ve sosyal eleştiri işin merkezindedir. Max Horkheimer, 1947 tarihli kitabı Akıl Tutulması’nın (Metis) temelini Amarika’da, Columbia Üniversite’sinde verdiği derslerde atar. 1937’de, “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” başlıklı makalesi, kitabın ilk nüvesini oluşturur. Türkçe’de de hayli ilgi gören bu kitabın Almanca baskısının başlığı, “Araçsal Aklın Kritiği Üzerine”dir. Jeffries, bu başlığın, “1961’e gelindiğinde Frankfurt Okulu’nun dayandığı sarsılmaz mutabakatın ne olduğu konusunda daha iyi bir fikir veriyor” diye yazar ve şöyle devam eder: “Horkheimer’ın kitabı araçsal endişelere vurgu yapınca aklın nasıl da irrasyonelliğe düştüğünün eleştirel bir tanımı niteliğindeydi.” (s.379).
Buradan hareketle, denebilir ki akıl, sadece rasyonelliğin değil irrasyonelliğin de dayanak noktasıdır. Akıl ile tecrübe arasında her zaman için belirli bir karşıtlık ve çatışma söz konusudur. Ampirik temele dayanmadan üretilen her bilgi, soyuttur ve bir anlamda, boşluktadır. Ampirik temel aynı zamanda neden-sonuç arasında her zaman rasyonel bir illiyet bağının olmayabileceğini de gösterir. Başka bir ifadeyle, hayat, salt akılla anlaşılabilir olmanın çok ötesinde olduğu için tecrübe ve kültür, rasyonel olanla yetinemez. (İşin bu tarafı aynı zamanda kurnaz siyasetçiler için kötüye kullanım alanı doğurur.) Bu nedenle, her şeyden bağımsız kendi kuralları ve işleyiş prensipleri olan, özerk bir saf akıl söz konusu değildir. Frankfurtçu ekol bu nedenle, pozitivizme de çok sert çıkmıştır. Pozitivizm, aklı araçsallaştırarak, bilimi, insan ve doğa üzerinde bir tahakküm aracı haline getirmiştir. Hakikatin, salt pozitif bilimsel gerçeklikten ibaret olamayacağını ortaya atmışlardır. “Horkheimer’a göre doğanın hesaplanamayan ve formalize edilemeyen tüm kısımları Aydınlanmanın bilimsel dünya resminin dışında kalıyor. Yani aslında Aydınlanma kendi bilimsel dünya resmini daha iyi oturtabileceği bir dünyayı kendi yaratıyor. Ancak yaratılan bu dünya bir tür bozulma.” (s.380-381).
Bu noktada Horkheimer, aklı, araçsal ve amaçsal akıl ya da öznel ve nesnel akıl olarak ikiye ayırır. Araçsal akıl, “Bir amacın araçlarını amaçların kendisi hakkında akıl yürütmeden belirlemekle” ilgilidir (s.380). Öznel akıl, yalnızca araçlarla; nesnel akıl ise amaçlarla ilgilidir. Araçsal öznel akıl, her zaman için bozulmuş bir gerçeklik sunabilir. Sınırlı bir bakış açısı oluşturabilir. Aracın amacı görünmez kılmasıyla, kendi kendine dönen somut ve sınırlı amaçlarla oluşur. Buna bağlı olarak, “dünyayla yanlış bir bağlılık duygusu geliştiriyoruz.” der, Horkheimer (s.381).
Araçsal öznel akıl, kendi varlığını sürdürmekle ilgilenirken nesnel akıl, hakikati bulmanın ve anlamı keşfetmenin peşindedir. Araçsal olana her zaman baskındır. İdeolojilerin ve inançların içeriği, araçsal aklın ötesine geçilip geçilmemesini belirleyicidir. Eğer bir ideoloji ya da din, harekete geçirici saik ve dünyayı görme biçimi olarak varılacak nihai amacı başa koyuyor ve diğer her şeye buna bağlı olarak tutarlı bir eleştirellik içerisinde değer biçiyorsa aklın araçsallaşmasını engelleyicidir. Örneğin, yardıma muhtaç bir insana destek olmanın nihai amacı, o kişinin insanlık onurunu korumak ve destekte bulunanların kendi kendilerine ve diğer insanlara yabancılaşmalarını önlemektir. Her iki taraf için ortak bir biçimde, insanlığını yitirmemektir. Verilen desteğin anlamı ve değeri, bu amaca göredir. Amaçtan bağımsız olarak gerçekleştirilen her eylem ise amaca zarar verici bir tutarsızlıktır. Bu yaşandığında araçsal akıl devreye girmiş, kişi kendi varoluş çemberinden çıkamamıştır. Burada amaç, karşıdaki destek verilen kişi olmaktan çıkarak o kişiyi araçsallaştıran bir biçimde, bütünüyle kendimize dönmüştür. O nedenle denebilir ki, herhangi bir din ya da ideoloji, her ne sebeple olursa olsun araçsallaştığı anda aklı da araçsallaştırıcıdır. Böyle olduğunda, insanları kullanmak kaçınılmazdır. Kim daha güçlüyse araç ona daha fazla yaramaktadır. Burada, toplumsal çatışma, ana belirleyici dinamiktir. Öznel akıl, her türlü dışsal güce karşı korunaksızdır. Boyun eğmeye ve kendini kullandırmaya her zaman hazırdır. Kimin için çalışırsa çalışsın, gerçekte her zaman kendine çalışmaktadır. Bütünüyle menfaat odaklıdır. İçinde çıkar olmayan herhangi bir uygulama, boş bir amaç gibi görünen, değersiz bir eylem alanıdır. Eylemlerimiz, düşünceden bağımsızlaşmıştır. Marcuse’ün ifadesiyle, insanlar, edilgenleşerek, tek boyutlu bir düşüncesiz tüketime batmıştır. Kitleselleşmeye fazlasıyla yatkındır.
Yeniden Türkiye’ye dönersek, amaçsal aklı neredeyse bütünüyle yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Kurumların varlık nedeni kaybedildiği için vasat idarecilerin, kerameti kendinden menkul tavırlarıyla neyi neden yaptıkları belli olmayan uygulamaları altında hakikati her gün azar azar yitirmekteyiz. Kendi çıkarlarının peşine düşmüş insanlardan nesnel bir akıl beklemekteyiz. Yasalar amacını kaybettiği için güce göre şekillenen davalarla her gün biraz daha adaletten ve insanlıktan uzaklaşmaktayız. Eğitimin bir amacı varmış gibi gözükse de gerçekte tam anlamıyla öğrencileri araçsallaştırdığı için zannedilenin tam aksine oldukça materyalist bir sonuca doğru bizi götürmekte, bu ruhsuzlukla çocuklara yurt dışına kaçmaktan başka çare bırakmamaktadır. Dış politika da aynı şekilde, siyasal iktidar için dışsal bir destek olarak araçsallaştırılmakta ve bütün ülke, dışişlerine yabancılaşarak bu alanı terk edilmiş metruk bir alan gibi öylece kendi haline bırakmaktadır.
Akılsız olmadığımız açık, sorun, daha insanca, daha özgürce ve daha adil bir düzen içinde yaşamak gibi üst amaçları yitirmiş ve buna bağlı olarak, küçük dar çıkarlarımız etrafında aklımızı bütünüyle araçsallaştırmış olmamızdır. Amaçsız bir akıl, irrasyonaliteye değil basit bir şark kurnazlığına karşılık gelir. Frankfurt Okulu’na bakılırsa, hepimiz aklımızı şu ya da bu biçimde kiralamış olabiliriz. Belki de hakikat bu denli yitirildiğinde, rasyonel olan rasyonele dönmemektir!