Suçun türü, seyri, oranı, âleti edevatı, hatta kostümü bile değişiyor zamanla. Çocukluğumdan bu yana hafızamdaki suç albümü fotoğraflarla dolu. Analog, film fotoğraflardan dijitale… Videolar da bonusu; “kim, kiminle, nerede, ne yapıyor”un kliplerini de seyrediyorsun.
Bazısı benzer, çoğu “yeni” fotoğraflar, görüntüler.
Eve sığmıyor desem yeri. Polisiye filmlerdeki dedektifler gibi bir konuyu pertavsızına alsan kişi, mekân, olay fotoğraflarını asmak için spor salonu lazım. Bir bakmışsın ekranlarda boy gösterenler duvarında, birbiriyle bağlantılı. İlişki ağı kördüğüm. Salonda ifadesine başvurman gereken “sır küpleri”ne de yer ayırman lazım.
Eskiden nadir fotoğraflardan sayılanı da bugün sıradan. Fotoğrafın artık her yerde, her an çekilebilir-yayınlanabilir olması albümü resimli ansiklopediye dönüştürüyor elbette. Lâkin bir ömrün tanıklığındaki suç albümünün bu denli genişlemesine, çeşitlenmesine, yeni fotoğraflara “kolayca” yer açılmasına hâlâ şaşırıyor da insan. Baka baka alışıyorsun da sonra. Ardından yeni fotoğraflar, yorgun hayret mırıltıları…
Görünürlüğün sıradanlığı
O fotoğraflarla, eskiden “filmlerde gördüğüm” bazı sahneler şimdi sokakta. 21. Yüzyıl’dan önce “shotgun”ı, yani milli tabiriyle “pompalı”yı hep Amerikan filmlerinde görürdük mesela. Mikser, mutfak robotu gibi bize gelmesi de zor o günlerde.
Yerli filmlerdeki artist tüfekler bile bildiğimiz kırma, av tüfeği ya da mavzer. Onu da şehirde, sokakta göremiyoruz zaten. Mafya, çete, kabadayı, külhan vs. de yıllarca kaba kuvvetle idare ediyor. Kiminde en çok tabanca, o çevreye, “baba”lara mahsus. 70’lerin kutuplaşması manzarayı değiştirse de ayrı mevzu.
Bugün pompalı tüfek her an başrolde. Haberlerde, internette, saldırıda-savunmada, kutlamada, düğünde, her yerde… Damadın boynuna takı niyetine pompalı taksalar ortalık alkıştan yıkılır. Sosyal medya hesaplarında stüdyo fotoğrafçılığı emeğiyle poz verenlerin elinde de boy gösteriyor. 21. Yüzyıl’ın Türkiye’ye armağanı. Edinmesi kolay, piyasası geniş, toplumsal görünürlüğü sıradan.
Trafikte müsademe…
Tabanca desen bulundurma-taşıma ruhsatlısıyla, ruhsatsızıyla benzer manzaralar. CHP Milletvekili Müzeyyen Şevkin geçen yıl 2.5 milyon ruhsatlı, 25 milyon ruhsatsız silahtan söz ediyor. Abartılı diyemezsin; silahların sayısı da belirsiz, kimin üstünden, hanesinden ne çıkacağı da. Ekonomi oralarda tıkırında sanki. Ucuz da esasında.
Haberlerdeki pompalı-tabancalı çatışmalar da sıradan. Sözlük görmemiş haber diliyle “karşılıklı çatışma”.Trafik tartışmaları bile müsademe bir süredir. “Silah gösterme” yeni teşhircilik. Yüz yüzesi de, ekranlardaki de… “Onun da mı tabancası, tüfeği varmış?” diye bir soru abes artık. Niye, nasıl olmasın, değil mi…
Normalleştirdiklerimiz
Ülke normalleri desem, itirazları kolay kabul etmem. Toplumda, siyasette “normalleşme”yi diline almayan, alsa da iki dakika tutamayan ülkenin şiddette normalleşmesi mi demeli? Silahın, hatta silah niyetine taşınan, kullanılan şeylerin normalleşmesi de tuzu biberi.
Halk, görgü tanıkları bile olayları sıradan, “normal”, günlük polis raporu diliyle anlatıyor muhabirlere artık: “Pompalıyla gelen şahıslar kahveye motosikletle intikal etti, sıktılar. Kahvedekiler de silahlarını çekti…”
Haberler de ondan ibaret zaten. Bazı kanallar sürümden kazanıyor. Havaya sıkan “halk”ın yanında, polisin havaya ateş açması da sıradanlaştı bir süredir. Normal… Hava öyle: “Kurşun gibi ağır.” Bağır bağır bağırsan da bu gürültüde duyulmuyor, “Koşun…” diye çağırsan da “kamp”ında değilsen pek kimse gelmiyor.
Eşyayı değiştiren müze
Tarihini tam hatırlamıyorum ama en az 15 yıl filan olmalı. Hürriyet gazetesindeyken Adli Emanet Bürosu’nu yazı dizisi yapmak istedik. Hürriyet’in Adliye (olayına göre Polis, her türden Vukuat) Muhabiri Nurettin Kurt o depoya girdi, hazırladı kısa sürede. İki yıl önce, 59 yaşında veda etti hayata.
“Suç Müzesi” başlığıyla yayınlamıştık. Eh öyle; ziyaretçiye kapalı, yaşayan Suç Müzeleri aslında… Rafına aldığı her şeyi değiştiriyor o depo. O ortamda suçun zamanla solan etiketi, en masum ev eşyalarını bile “Agatha Christie aksesuarları”na dönüştürüyor. Kan lekeli mermer vazo artık içine çiçek konulan “bir şey” değil. Kırık bir saç tokasında korkunç bir şiddetin gölgesi.
Suçun, cinayetin kırmızı mührünü her eşyanın, üst üste yığılı çuvalların, torbaların, kutuların, zarfların üzerinde görmek mümkün. Kurt’un yazı dizisindeki gibi Ankara Adli Emanet’inde köşeye çöreklenmiş bir berjerle karşılaşabilirsiniz mesela.
O boş koltuk, üzerindeki kurşun delikleri ve kan lekeleriyle cinayet davasının noktalanmasını bekleyen bir suç mobilyası artık. O ürpertici loşlukta kara pelerin misali silueti, kanlı bir taht da olur, infaz sandalyesi de “Yazsam roman olur” diyene…
“El altındaki” değişim
Depodaki her cinayet âleti/eşyası, “öldürme kültürü” konusunda elle tutulur bir ipucu aynı zamanda. Ama o “kültür”ün suçu, şiddeti, hatta cinayeti meşrulaştıran, toplumsal suç ortaklığına kadar varan tepeden tırnağa izlerini sürecekseniz, onu başka arşivlerde, kıyıda köşede de aramanız, takip etmeniz gerekiyor. Bunu yaparken zülfüyâra, “devletlû” sırlara dokunursanız “suç” işlediğinize de karar verilebilir tabii.
O yıllarda kayda geçen Adli Emanet’teki o “fotoğraflar” bugün de çok şey anlatıyor. Mesela tabanca var ama bugünün pompalıları yok. Bildik av tüfeği, o da çok değil. Başka raflarda her türden kesici-delici-paralayıcı bilcümle âlet, satır, döner bıçağı, nacak.
Arada tirbuşonu açılarak sergilenen İsviçre Çakısı’nı saymazsam çoğu bugüne göre bayağı ilkel. Sonradan işportada bile satılan her türlü av, komando bıçakları, kamalar, hançerler, kelebek çakılar, mekanizması, “estetiği” çeşitli sustalılar, Samuray kılıcı filan henüz yok.
Adli Emanet’te daha çok mutfak, ekmek bıçakları, kazma-kürek sapları gözde. Cinayetin tipik haber kanallarındaki tipik haber diliyle elbette “cinnet” nedeniyle işlendiğini düşünüldüğünde normal! El altındakileronlar. Bugün “el-bel altındaki” öldürücü âlet, “emanet” yelpazesi de çok çeşitli, geniş. Cinnet(i) getirmek de kolay.
“Bangbang halı dövücü”
Özellikle eski sopalar başka “kültür” döneminin ürünü. “Binbir çeşit”, taşımaya müsait kısa-orta-uzun, hafif, seri üretim Beyzbol sopaları da yok henüz. Adına halk-sosyete, açık pazar yahut ne derseniz deyin… Oralarda sonradan satılmaya başlıyor “Bangquibang” marka beyzbol sopaları. İsmi bile ses çıkarıyor.
Hem de cismi olmasa da ismi bize ait “Halı dövücü” etiketiyle… Çocuklar “Bu halı dövücülerin topusu da var mı amca?” diye sorarlar mıydı bilemiyorum ama “kılıfına uydurmaca”nın dilimize, ağzımıza pek yakıştığını düşünüyorum.
Haberimizdeki depoda bugünkü gibi açılır-kapanır-cebe girer cop da arama… Bolca kazma- kürek sapı, odun, birazcık da özel îmâlât, el emeği sopalar. Hastanelik etmeye -ölümüne- ayarlı çivili, demir köşebentli, topuzlu olanları tek tük.
Sopalar “Milli Eser”
O da bugün çağ atlıyor, seri üretim. Çoğunun ilhamı beyzbol sopasından ama “milli eser” statüsü kazananı da ibadullah. Özel, tarihi işlemeli, tuğralı, süslü ya da üzeri “Haydar”, “Alırım aklını”, “Dayak cennetten çıkma”yazılı olanlarıyla internette.
Beyzbol sopalarının her rengi, ebadı, kırılmaz, kaliteli, metali, “Lucille The Walking Dead sopası” adıyla enternasyonali, çivilisi, dikenli tellisi bile var. 120 liradan başlıyor. Ama imzanı atmak, donanımına tarz, kişilik katmak istiyorsan biraz paraya kıyacaksın. Bir iki kilo kıyma parasına…
Ekranlardaki kostümler
Şiddetin, cinayetin, sağa sola ateş açmanın kostümleri de değişiyor. Amerikan filmlerinde bir iş karıştıranları önce “kruvaze gangster takımı”ndan, sonraları kapüşonundan ayırt ediyorduk eskiden. Hemen kapüşonunu çeker sığınırdı o karanlığa… Kapüşonluysa olağan şüpheli. Aynısı haberlerde. Kapüşonunu çeken tarıyor etrafı, dalıyor işyerlerine, mekân basıyor.
Kar maskesi de öyle, yeni donanımlardan. Eskişehir’de 18 yaşındaki Arda Küçükyetim’in kamp bıçağıyla rasgele saldırıp beş kişiyi yaralaması da suç albümümüze eklendi. Fotoğrafı kask, gözlük, “hücum yeleği”, parmaksız deri eldiven, iskelet maske ile filmlerden çıkma, ful aksesuar. Belli, özenmiş çocuk.
Gazeteci Murat Ağırel’e yönelik ölüm tehdidini açıklayan figür de tepeden tırnağa özel kostümlü. Kar maskesi, gözlük, kara tulum, parmaksız deri eldiven… Bakalım o moda ne kadar tutacak? Oysa eskiden “olduğu gibi” çıkarlardı ekranlara galiba. Reytinge ayarlı ekran kostümü de değişti, “olduğu gibi” de belki. Olduğun gibi görünmek, şiddetin sarkacı gibi ortalıkta salınmak da zor değil bu ortamda. Takımın taklavatınla göründüğün gibi olma hevesi de kayda değer.
“İkili çete teşekkülleri”
Meksika, Kolombiya mafyasının, çetelerinin motosikletle motorize tetikçileri de çoğaldı son dönemde, film değil. Motorize “ikili çete teşekküller”i haraç, bölge-mekân paylaşımı, gözdağı amacıyla “sıkıyorlar” sağa sola her gün. İnfazda da elverişli.
Harcıâlem deyimiyle, kısaca “mafya” filan desen o da her çeşit, her boydan, her sektörde. İş güç mafyası işte. Bir süredir güzellik, kozmetik sektörü gözde. O iş yapıyor, reyting de… Hanım kızımız çoktan hanımağa olmuş, yeni haberimiz oluyor. Güzellik merkezlerine de sıkılıyor, hastaneye, adliyeye, köfteciye de. “Simit (tezgâh) mafyası” da bir haberde sıralanan “56 çeşit” mafyanın arasında. Listeye “ekran mafyaları”nı bile yazmamışlar üstelik.
O da “kaba”, o da “dayı”
Mafya, çete, ağırbaşlı ismiyle “organize suç örgütleri” boy sırası. “Örgütlü suç” tanımı için yeterli görülen “en az üç kişi” “sen-ben-bizim oğlan”a dönüşmüş çöplüğünde. O da elbette “kaba”, yerinde “dayı”. Gündelik köprü geçişlerinde mecburen sen de öyle diyorsun. “Ağır abi” deyimi bile demode. Her taş yerinde ağır, çakılı çakalı bile.
Bazısı “reis”i oluyor bir şeylerin. “Arkadaş çevresi”, “eş-dost yelpazesi”, “nüfuzu” genişliyor, ayaktan başa ilişkileri derinleşiyor. “Suç, düşünce, çıkar ortaklığı”nın ikliminde boy boy “fotoğraf çekinmek”ten bile çekinmiyorlar artık. Biz de bakıyoruz fotoğraflara, yeni suç albümlerine… Bazısını grafiklerle bile takip ediyoruz sosyal medyada. Kim, kiminle, nerede, ne zaman…
Husumetin 5N1K’sı
Lâkin haberlerde şiddetin, cinayetin haber unsurlarına, o ünlü 5N1K’sına bile pek gerek duyulmuyor. O kadar çok, o kadar sık, sıradan ki… “Ne, nasıl, neden, nerede, ne zaman, kim?” soruları teferruat. Sen de haber niyetine sık ortaya bir şeyler.
Birileri birileriyle alacak-verecekten, namustan; elde avuçta hiçbir bilgin/verin, yani haberin yoksa kısaca ve umumiyetle husumetten… Darp etmiş, harp etmiş… Albert Camus’nun Caligula’sındaki “Yaşıyorum, öldürüyorum” kadar “basit” görünüyor bazısı. Doğruya doğru; toplumsal bir husumet kol geziyor. Her şeyin başı… Her türlü husumetin, ihtilafın, hatta itirazın, her türden şiddete meylettiği bir ortamda 5N1K ile mi uğraşacaksın!
Eski, emekli bir refleksle 5N1K formülünü bunca şiddetin arasında “Toplumsal husumet” denilen “vaka”ya uyarlasam onun da kolayı, kestirmesi, o tepeden, kibirli deyişiyle “halkın anlayacağı dille”si var sanki. 1. NE (oldu-oluyor): Valla her yer, her şey gördüğün gibi, tarumar işte. Yine “şey” olmuş. 2. NEDEN-NİÇİN: Herkesin birbirine düşman edildiği, bölündüğü, öfkenin, nefretin beşik, şiddetin gündelik, ekonominin delik, dediğinin dedik olduğu yerde neden mi arıyorsun? 3. NASIL: Vurucu, kesici, delici, paralayıcı, darbeli, elden-dilden-klavyeden gelen her yolla. 4. NEREDE: Hattı sathıyla, haddizâtıyla tüm ülkede. 5. NE ZAMAN: Her gün.
Güruhun kristalleşmesi
Sonuncu soruya, “Kim?”e gelince bunca şiddetin sorumlusu, uygulayıcısı, sebepleneni, yüreklendir(il)eni, göz yumanı, yani öyle ya da böyle “suç ortakları”yla, “yol arkadaşları”yla, gönüllü, hevesli vaizi-vaazı-avazıyla koca bir yapı. Güruhun kristalleşmesi, yapı(sal)laşması belki. Ben diyeyim “Bu köşe o köşesi”, sen de “Yok, şu köşe o köşesi”… Ama ortada mutlaka değirmene giden bir “su” şişesi.
Dile getirilmese de 5N1K’sını, ne’sini, nedenlerini, nerede, nasılını, ne zamanını/ne zamandan berisini, kimini kimlerini, yaşadık-yaşıyoruz hâlâ. Kendi mezhebimiz, meşrebimizce var elbet bir nedeni. Var da… Yahu niçin kapsamlı, kararlı adımlar atılmaz, hâlâ nasıl halledilmez, sorumlusu, görevlisi kim, nerede, ne yapıyor ise yoruma giriyor biraz.
Herkesin formülü kendine
Toplumu sarsan, sosyal medyada deprem yaratan korkunç bir suç ortaya çıktığında ise bazı hep ve “bir bilen”ler, hatta bazı “haberci”ler bile kendi 5N1K’sını uçsuz bucaksız sıralıyor. Bazısı anlık tahminler, kendi kesesinden varsayımlar, yargılar, peşin hükümler üzerinden saatlerce konuşmaktan, hayal etmekten usanmıyor. Bir kaynaktan “duyum”la dedikodu, “yorumcu” ile “haberci” arasında zaten belirsizleşen fark böyle anlarda iyice kayboluyor.
Narin Güran’ın, sekiz yaşındaki o çocuğun üç hafta kaybolması, feci ölümüyle ilgili neredeyse herkesin bir formülü, hayalî, hatta “ideolojik” 5N1K’sı var. Ortada otopsi raporunun, ölüm ve cinayetin nedeninin belli olmadığı günlerde bile yargılara, “sanı”lara ya da husumete dayalı katil profilleri, cinayet senaryoları dilden dile. Gerçek ortaya çıkınca mahcubiyet bile arama.
Ya hırsızın günahı?..
Peki, her felakette bir “suç ortaklığı”, “üzerini kapatma”, derin ilişkiler, sebepler, bağlantılar aranıyorsa bu tümüyle yersiz, abuk bir düşünce mi? Giderek artan, bendini aşan öyle bir hissiyatı, örneği, bir bakıma “tecrübe”si, kolluğa, adalete, “devlet”e güvensizliği yok mu birçok insanın… Öyle bir hava oluşmadı/oluşturulmadı mı? Hayra yoramayınca, her an okuduğu belâya yoruyor.
Elini kolunu sallaya sallaya dolaşanlarla, eli kolu kelepçelileri beklemediği sahnelerde görüyorsa… “Yok artık!”, “Var artık…”a dönüşüyorsa… Faturayı oraya kesmek de meseleyi anlamak için yeterli değil. Suçu tümüyle orada arayınca sorarlar insana: “Hırsızın hiç mi günahı yok?”
SİLAHLAR EMANETTEN PİYASAYA
Kolayca edinilen pompalı tüfekler, tabancalarla Çağdaş Suç Müzesi’nin cephaneliğe dönüştüğünü söylemek tahmin sayılmaz. Haberlerden o silahların davalar sonuçlanınca “Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası”na yollandığını orada bakımı, bir sorunu varsa tamiri yapılıp (yenilenip) “ruhsat karşılığı yeniden piyasaya sürüldüğünü” öğreniyorum. İyi ticaret… (“İstanbul’un Adli Emanet Deposu ilk kez görüntülendi”, Anadolu Ajansı, 08.11.2018)
Yani bu mevzuda, bu döngüde, “emanet” de, piyasa da, silahlanacak vatandaş da sıkıntı yaşamıyor. Alıcısı bol, tabancada bulundurma ruhsatı, pompalıda “kâğıdı” iş değil zaten. Silahların bir bölümünün satıldıktan sonra takla güvercini gibi yuvasına, suç ocağına dönme ihtimali de yok sayılmamalı.
YAZI RESMİ: “Buğday tarlası ve kargalar”, Vincent Van Gogh, 1890.